Bir tel düşüyor saçlarımdan karanlığa.
Ve ben, kendime kefâretlerden kefâret beğeniyorum keyfimce ve böylece şiirsel bir arzuyla en melankolik çehreme bürünüp dünyanın bütün kederini bağrıma basmak istiyorum ve eriyip gitmek içinde.
...
Buradayım; evrende ufacık bir noktada ve tahammülü zor bir çağda gezinmekteyim.
Bilgeliğimin -ki sırtımdaki kamburun sebebidir- çoğu bir mumun alevinde test edilmiş ve ısıya dayanaksızdır diye tescillenmiştir.
Gündüz gözüyle şekillenmiş görece emin düşünceler, gece başımı ellerim arasına aldığımda derin mi derin bir şüphe uçurumuna yuvarlanmaktan kaçamıyorlar. Kendini beğenmeye meyleden uslamlamalarım septisizmin kurduğu ağlara yakalanıyor işte ve alıyorlar derslerini. Ana kucağından vakitsiz ayrı düşmüş bir çocuk misali hakikatten, ma'nâdan ayrı düşüş... Bir dertler yumağı ki, gülümsemeyi sırıtışa, eğlenceyi zoraki bir unutuşa dönüştüren; hep avutulmayı bekleyen, ama avutulamayan.
Nasıl bir bilgeliktir böyle, kendisinden bîhaber bilme halidir? Ve geriye ne kalıyor bünyemde kesinliklerden çok daha fazla kuşkular biriktirmişsem eğer? Bu mudur felsefenin tesellisi?
"Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır"
Söyleyin şimdi, o çileli dervişin yalınlığının gücüyle nice çağları devirmiş şu mısralarını karşıma alınca ne yana savurmalıyım kendimi?
...
Geç gelmiş X kuşağı ile Y kuşağı arasında bir yerlerde sıkışmışım. Şu halde acaba ne kadarım realist bir gözle bakıyor dünyaya, ne kadarım idealist bir gözle ya da hangi ölçekte romantik ve hangi ölçekte rasyonel düşünüyorum veyahut retro duruşumla modernizm ne yanıma düşer, post-modernizm ne yanıma ve sair? Peki şu
"boşlukta çiçek yetiştirenlere" duyduğum hayranlık niye?
Geçenlerde evdeki küflü köşeleri karıştırırken bundan üç beş sene önce eski bir ajandanın sayfalarına kim bilir hangi muzip bezginliğin pençesinde şöyle karalamış olduğumu fark ettim:
Bakır tepsi içinde alüminyum kazan
Galiba aklımı oynatıyorum bazan (*)
Elbet gülünç, ama gülünmeyecek bir yanı da var. Bir keresinde bir adam, bir
morosophe şöyle sesleniyordu bir kitap sayfasından:
"Peki ama benim ruhum, benim kâinatım... çıldırdı"
...
İtiraf ediyorum: Şuracıkta dünyayı altüst etmek istiyor bir yanım. Düzen denilen şu kahpeliği ayaklarımın altında çiğnemek ve çiğnemek ve çiğnemek istiyorum. Bu yüzden, devrimlere, insanlarda uyandırdıkları diriliş heyecanına, yeniden büyüttükleri ve esintilere savurdukları umuda hayranlık duymaktan geri duramıyorum. Ama öte yandan ne gariptir ki, kolektif bir hareket olarak devrimlere inanamayacak kadar karamsardır uslamlamalarım. Devrim denilince zihnime ışıkla uyarılmış şebengiz kuşları gibi paradokslar üşüşmesini engelleyemiyorum.
Ah! Bir devirebilseydim kendimi! İşte bütün mesele bu. Devrim de bu, hep ötelerde aranan.
Ve sonra bir tel daha düşüyor saçlarımdan.
Bakın bazen en karanlık tarafımın hinliği tutuyor ve pis pis sırıtıp dürtüyor beni. İstiyor ki çağırayım, istiyor ki bağırayım: Ey yargıç kisvesine bürünenler! Gelin ve sîgâya çekin beni! Bütün eylemlerimi, sözlerimi, sevdalarımı, inançlarımı hatta gerekirse kendimden bile utanıp sakladığım en kuytu düşüncelerimi ve düşlerimi bile... Davet ediyorum sizi, ey davetsiz misafirler! Çağrımdan utanmayın, kızarmasın yüzünüz asla ve gelin! Biz biliriz birbirimizi. Nasıl olsa bacadan gelecektiniz bir gün habersiz, bari şimdi efendi gibi kapıdan buyurun ve rahatınıza bakın; kendi mülkünüz gibi kullanın mülkümü. Sanki ben değil miyim şu mülke lanet okuyup duran?
Haydi durmayın sîgâya çekin beni; yapılsın yapılacaksa. Hem bakarsınız şöyle dinlemeye değecek bir şeyler çıkar ortaya. Örneğin belki olur ya size muson yağmurlarıyla yıkanmaktan masalsı bir çekiciliğe bürünmüş bir Hint güzeline beslediğim platonik aşkın mahrem ayrıntılarını anlatırım. Bu bünyeden böyle merak uyandıran, ilginç mi ilginç bir şey çıkmış olması sizi de tatmin edecektir biliyorum. Ayrıca sizler böyle olsun istemiyor muydunuz?
Lâkin o parlak cübbeyi sadece kendiniz için istemeniz yok mu,...çok tuhaf. Sakın bir başkası geçirmesin üzerine, sakın ha! Tabii ya, kim ister kendisinin de o meşum zanlı sandalyesine oturtulmasını böyle açıkça! Ama öyle ya da böyle kim kaçabilmiş ki? Bari yargıçlar âdil olsalar. Adâlet, evet adâlet... tepesinde perçem olan yar, kim bilir hangi tenhâ odalarda oturur.
Yargıç diyoruz da, belki bu da çok isabetli değil. Aslında Amerikan usûlü bir yargılamadan bahsetmek daha da uygun düşerdi. Hani şu Hollywood filmlerinde hep olduğu üzere: Jüri üyeleri gözlerini size dikmiş, tek bir kasınızdaki kıpırdanışa onlarca ma'nâ yükleyerek, ortak suçlarınızı itiraf etmenizi bekliyorlar heyecanla. Böylece bir taşla iki kuş vurup, sizin nârin kaleminizi kırarken kendileri de günah çıkarmış olacaklar.
Çağdaş ve mâhir engizisyonculara çıkmış adımız. Yeryüzünde şeytanlar arayan kuyruksuz tazılarız gibiyiz. Önce dikkatle kokluyoruz(en iyi bildiğimiz kokudur doğrusu), bir şey bulunca da tepinip havlamaya başlıyoruz. Fakat daha görevin bu kısmını sonlandıramadan bir iblis dölleniyor rahmimizde. Öyle ki, cenâze levâzımatçıları gömme merâsimimizi hakkıyla yapsalar yolların kesiştiği noktalarda yer kalacağı şüphe götürür bir mevzû'dur!
...
Sürekli hareket halindeyiz. Çıkışsız, girift labirentlere dönüşmüş dünya ve hareket çoktan araç olmaktan çıkmış bir amaç. Ama ya kalpler? Kalpler hep tırsak! Yahut bir an dursak titremeye başlayacak ayaklar.
Şu aşina caddelerde volta atan mahkumlar misâli atılıyor tüm adımlar ve sonunda hep aynı yere çıkıyorlar. Deja vu! Amansız bir döngü. Karanlık kişilere dönüştük ve çıkınımızda yalnızlıktan başka bir şey yok artık. Gölgeleri saldık şehre, evet biz saldık. Ve şimdi sanki ellerini açmış nihâî yağmuru bekliyor yeryüzü, ikinci bir tufan bekliyor, habis ayak izlerimizi sürüyüp götürecek olan bir tufan ya da bir çöl susuzluğu, sararmış kemiklerimizi sessiz kumların altına gömmek için.
Adamlar, adamlar, kara adamlar
Demir pençelerinin ezdiği taşlar
Ardlarından kederli bir "âh!" bıraktılar
(Şiir olabilseydi böyle söylenebilirdi hakkımızda.)
Döngü demiştik demesine, ama buna daha bir dikkatle bakmalıyız. Çünkü hâlimiz sanki bir tutukluluk halidir, ama tutuklananı da tutuklayanı da aynı kişidir ve atılan adımların hiçbir yere gitmek gibi bir niyeti yoktur aslında. Bu daracık alanda öylece dolanıp durmak, tüketmek istiyorlar kısacık ömürlerini. Kurulan bütün niyetler yalandan ya da içsel bir temâşâdan başka bir şey değil. İşin aslı ürkütüyor insanı fanusunun dışı. Ama yine de zamanın akrebi iteklemesinden alınan haz neden bu kadar az diye sormaktan geri duramıyoruz. Ve neden morglara yaraşır bir tavırla dökülüyor dudaklardan kelimeler? Ve yine neden temellerine kazık gibi çakılmış şu betondan binâlar bile içlerinde soluk gölgeler gibi dolananlardan daha canlı gözüküyor gözümüze? Ve sorular, sorular...
Ne yana dönüp kulak versek derinlerden gelen ağıtlara tutuluyoruz. Bunca uğultulu elem niçin? Bazen gizli, bazen düpedüz âşikâr çıkarlar uğruna, bazen yüce mi yüce ideallerin hesâbına sürekli nefret, şiddet ve tahammülsüzlük üretmek niçin? Bu uğruna, şu uğruna ötekileştirilmiş bir dünyadan medet ummaya kalkışmak...
Bir yandan sık sık savaş baltaları bileniyor ve tekrar çocukluk hastalığı olan ilericilik ve gericilik oyununu oynuyor bazılarımız, üstelik büyük adamlara(!) yaraşır bir ciddiyetle. Ama zaman tükeniyor ve ilerisi de yalan gerisi de.
Matematiksel bir görüngüye indirgeniyoruz klastrofobik devlet dairelerinde. Biz, 677345654.. numaralı Korkukratik Cumhuriyet vatandaşı! Yahut düşüncelerimiz, uyruklarımız, inançlarımız adına fişlenip dosyalanıyoruz yangından ilk kurtarılacak şu dolaplarda.
Bölünmek ya da böldürtmemek üzere ter kokan kürsü başı retorikleri dinliyoruz sabah akşam. Hâlbuki öz yurdumuz, benliklerimiz çoktan bölünmüş, çoktan paramparça. Kim bizi bir araya getirebilir şimdi?
Sokaklarımızda uğursuzluk sürüyor hükmünü. Bütün ilişkilerimiz bir yolunu bulup çıkar ve ödemeye dayanıyor en sonunda. Empati yeteneğimiz solup, yok olup gidiyor, silkinip bir maşraba su bile dökemiyoruz insanlığımızın, diriliğimizin ardından.
Bazılarımız yine ellerinde renkli kalemler çizgiler çiziyor jeopolitik kıymeti hâiz bürokratik haritalarda. Ve nedense hep kırmızı olanlar ağır basıyor ve haritalar sanki mürekkep değil kan kokuyor.
Kalın enseli baylar kıtalar arasında gezdiriyor büyük ideallerini(!) Minik, âciz, beş para etmez pısırık yüreklerine inat, savaş uçaklarının kanatlarından, füze menzillerinden mutluluk, zenginlik, adil düzen ve barış taşıyorlar yaban ellerdeki insanlara. Öyle bir hâl ki, komedi mi denilmeli trajedi mi belli değil.
Üç beş gün önce bir belgeselde uzun bir savaşın kalın gölgesinde soluk ve minik bedeniyle dikilen küçük bir kız çaresizliğin büyüttüğü bir bilgelikle şöyle diyordu:
"Bana kalsa bütün dünyadaki insanları değiştirirdim... Ne işe yarıyorlar ki?"
Evet, ne işe yarıyoruz biz? Kuyruğundan başlayıp kendi kendisini yutan yılanlar gibiyiz. Ezelî mülkiyet da'vâmız iliğimizi kurutuyor, kanımızı emiyor diğer yandan. Yeryüzünün bir karışçık toprağında farazî düşmanlara karşı tepinip duruyoruz biteviye; asıl düşmanın, kötülerin kötüsünün hep bizim şu aydınlanmış aklımızın içine yuvalandığını unutarak.
Yerküre sayemizde makyajlanmış bir lağım kuyusuna dönüşüyor hızla. Ya da şimdilerde toprakta çürümekte olan bir düşünürden yola çıkarsak, göze hoş gelen simülasyonlarla örtülüyor bütün kubur kuyuları. Ve biz küstah kavgamızın çamuruna, isine, sidiğine, bokuna öylesine batıp çıkmışız, öylesine kirlenmişiz ki, kokuşmuşluğumuzu öz derimiz sanmaktayız artık. Kaldı ki, kirimizin farkına varsak bile nasıl temizlenebiliriz? Kimler güç yetirebilir, kimler altından kalkabilir bunca pisliğin?
Bir de erdemlerimiz var elbette. Öyle ki, şimdi bir tutsak sözün ucundan anlata anlata bitiremeyiz onları. Hani Şehrazat diline onları dolasaymış da olurmuş. Nice binbir gece biterdi, ama yine de erdemlerimiz bitmezdi. Bu yüzden onlarla ne kadar övünsek azdır doğrusu. Henüz sadece sözdeler, henüz yeterince sınanmamışlar mı dedi birileri? Ama ben yine de derim ki: İyi ki öyleler, iyi ki; yoksa konuşacak ne az şey kalırdı geriye ve ne çok suskunluk ve ne çok utanç...
...
Aklıma gelmişken anlatayım. Meşhur kinik filozof Sinopeli Diojen(ya da kendini tanımladığı ifadeyle "it Diojen") bazen sokakta aniden "Hey İnsanlar!" diye bağırırmış. Sonra etrafına kalabalık toplanınca, onlara döner ve "cudam değil adam arıyorum!" dermiş. Böyle deyince toplanan kalabalık dağılırmış tabii. Velhâsıl adam bulmak zor işmiş o zamanlar. Diojen garibimde bu yüzden kâh fıçısına tüneyip bakınır, kâh elde bir fener arar arar dururmuş işte. Ne yapacaksa adamı? Ve sonra 2500 yıl geçti, ama bu anlamda yaprak bile kımıldamadı; yaşayan bir Diojen klonu varsa sanırım hâlâ arıyordur muhtemelen.
Madem üşenmeyip Antik Yunan'a kadar uzanmışız biraz daha geri gidip mitolojinin büyük ozanı Hesiodos'dan devam edelim. Kendisi insanların çağlarından bahsederken, izi bile kalmamış Altın Çağ'dan tutup umut vermeyen bir şekilde beşinci çağa kadar anlatır. Şimdi biz beşinci çağda mıyız, yoksa çok daha beter bir başkasında mı bilmiyorum, ama onun beşinci çağ için söylediklerini hatırlayalım:
Beşinci neslin adamları arasında olacağıma, daha önce ölmüş ya da daha sonra doğmuş olmayı yeğlerdim. Çünkü bugünkü hakikaten demirden bir ırk; gündüzleri çalışmaktan, geceleri ise helak olmuşluktan dinlenemiyorlar... Hakikatleri güç olacak; ve her bir adam öbürünün şehrini yağmalayacak. Yeminini bozmayan adamın ya da adalet ya da iyiliğin kimseye faydası olmayacak; aksine kötülük yapana ve onun zorbalıklarına övgüler düzülecek... Kem sözlü, kötülükten haz alan kıskançlık, çatık kaşlı bir yüzle perişan adamların yakasını bırakmayacak. Ve Aidos ve Nemesis, beyaz cüppelere sarılı hoş siluetleriyle geniş patikalı yeryüzünden gidecekler; ve vazgeçecekler insanoğlunu ölümsüz tanrılar arasına katılmaya çağırmaktan.
Ve işte bir uzun tel daha ayrılıyor saçlarımdan.
İpler gerilmiş yukarıya ve üstlerinde âdemoğulları. Acemî cambaz misâli bir direniş sergiliyorlar. Bu elim manzara karşısında Sırat köprüsü denilen o tuhaf mefhum bile bu kadar terletemez insanı dersek yeridir. Ya hesapsız bir adım atıp düşerlerse aşağıya? Vah ki ne vah! Deliliğin uçurumu bekliyor orada. Öyleyse tüm dengeler incecik bir ip üzerinde, güyâ akıllı kalmak ve dîvâne olmak arasında. Gerçi söz konusu aklın başta kendileri olmak üzere hiçbir şeye pek bir faydası dokunduğu da söylenemez, ama şu kıldan ince durumun vahamet ve âciliyyeti karşısında bu daha ikincil bir sorun kabul edilmeli.
Kim bilir belki de bırakmalılar o boşluğa ruhlarını ve stoacıların dizginlenmemiş tutku diyecekleri dîvâneliği seçmeliler. Belki böylece biraz olsun dirilirler. Aklı başında olanların mecnûn olanlardan daha mes'ûd, daha canlı olduklarını kim söyleyebilmiş diri olanlar arasında?
Ve heyhât! Böylece bir tel daha çekip gidiyor saçlarımdan.
Bu defa beyaz bir tel mi buyurdunuz?
Gayrı varsın olsun! Bâri düşen şu üç beş teli de kalanların boyunlarındaki vebal yerine kefâretten sayalım.
Hattâ acele iki-üç mısra karalayıp(!?) olguyu da estetize edelim ve şöyle diyelim örneğin:
kafatası bir yumurta
ve kırılıp kabuğu
düşüyor akı saçlarımıza.
...
Soruların sonu: Ne zaman yumurtadan çıkar ve kanatlanır aklımız?