Küller ve yaralar...

24 Ağustos 2009 Pazartesi

O günler geçip gitti
O günler, kirpiklerimin arasından

- Furûğ Ferruhzâd -



Takvime güvenecek olursak eğer, uzun süredir buralara bir şeyler karalamadığımı îmâ ediyor. Hoş okumanızı gerektirecek bir havadisle de hemhâl olmuşluğum yok. Hâlihazırda zaten mevcut olan dertlerimize dert katmakla iştigal ediyoruz, araya bir miktar neşe de karışıyordur elbette. Doğrusu ikircikli bir ilişki bu; dünyaya bağlıyız bir yandan, öte yandan sıkıntımızın bâkîliğinden bir şey eksilmiş gibi de görünmüyor.

En son ne zaman ışıkları kapatıp karanlıkta oturmaya çalıştınız bilmiyorum, ama eminim bir kısmınız ne zaman gecenin bir vakti elektrikler kesilecek olsa, gözün gözü görmediği o zifiri ortamda bulunanların sanki ses vermezlerse varlıklarının da bir kanıtı olmayacakmış gibi, konuşmak için komik bir çaba sarf ettiğine dikkat etmiştir. Sessizliğe tahammül etmek zaten önemli bir meseledir, karanlık bir sessizliğe tahammül etmek ise insanların epeyce bir kısmını aşıyor olmalı. Daha ötesi genellikle karanlık ve yalnızlığın aynı andaki mevcudiyeti korku uyandırır. Bu eğilimin mümkün antropolojik kökenleri olduğunu varsaymak kolay, fakat mesele orada bitmiyor, zîrâ karanlık korkumuz sadece dışarıdan gelmesi muhtemel bir tehdide bağlı değil. İçeriden gelecek olanlardan da ürküyoruz. Göz merkezli dış algı kapılarımız kapanıp, zihnimizi meşgul edecek aydınlık dünya gölgeler içinde silikleşmeye başladığında kendimizle baş başa kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalırız ve bu genellikle istemli ya da istemsiz olarak kaçınılan bir durumdur.

Kendi adıma, karanlıkla da yalnızlıkla da insanların çoğundan daha hoş bir ilişkim olduğunu söylemem mümkün. Elbette aramızda saf bir neşe ilişkisi olduğunu iddia ediyor değilim. Bunların sizi nereye götüreceği pek belli olmaz ve hafıza dediğimiz de tekin bir yer değildir. Lâkin bu noktada durup, bugün ve burada'mızdan çıkarak bir öykü içine huruç edelim isterim.

Mevzû'-i bahs hikâye, geceydi ve karanlıktı, diyerek, totolojik olduğu kadar da estetik bir vurgu ile açılıyor. Öykümüzün mekânsal hatlarına daha yakından nazar etmek lüzûmu hâsıl olursa eğer, içeride kıpırtısız bir oda ve dışarıda suskun bir gecenin sükût içinde hasbihâl etmekte oldukları bir ortamla karşı karşıya olduğumuzu belirtmekle yetinmek zorundayız. Zîrâ bu loş manzarada adını anmaya değecek başka pek bir şey yok. Yalnızca açık bir pencerenin kenarında gölgeler içinde oturan bir adamın, öykü kişimizin silik silueti gözümüze çarpıyor. Çenesini eline yaslamış ve orada öylece, melankolinin o bildik arkaik ifadesine bürünmüş hâlde oturuyor adam. Ayın suratsız ve solgun ışığının el verdiği ile görebildiğimiz de ancak bu kadarı. Hatlarının ayrıntıları nazarımızdan gizlenmiş.

Uzun süre seyrediyoruz bu meçhul adamı, bir eylem bekliyoruz ondan, ama tek bir kıpırdayış bile olmuyor bedeninde. Hüzünlü bir sanatçının elinde şekillenmiş bir heykel misâli bekliyor, bekliyor ve bekliyor. Sâhi kimdi o düşünür: "Ne kadar insan varsa, o kadar da heykel sayıyorum," diyen?

Düşüncelerimizi işitmiş ve bizi yalanlamak istercesine âniden hareketleniyor kahramanımız; hafifçe doğruluyor ve ellerini gecenin içine doğru uzatıyor; karanlığa, boşluğa. Bizim göremediğimiz bir şeyleri yakalamak istermiş gibi ya da sanki onu ısrarla işitmeyen umarsız bir tanrıya isyan edercesine.

Bu noktadan itibaren daha derine inmeli ve zamanı geriye kat edip, gecenin başına çevirmeliyiz gözlerimizi.

Bakın, kahramanımız pencerenin kenarındaki sandalyeye oturup da geceye doğru çekilmeye başladığı ânda, son bir bakış denli mahzun ve eski, yitik bir şeyler ayaklanıyor ruhunun karanlık köşelerinden usulca. Lanetlenmiş hacılara benziyor siluetleri. Dikişsiz kara libaslara bürünüp, tavaf ediyorlar bedenini ağır ağır.

Yüklü adımlarında toz ve havada bir hicran uğultusu. Kayıp bir zafere ve utanca dair fısıltılar duyuluyor ve kül gibi dudaklar söylenmemiş sözlerden geriye kalanları sayıklıyorlar. "Gurur", diyor biri, "ah gurur, neden bu kadar amansızdır ve şu yeşil gözler üzerine çöreklenen gölgeler hangi dargın yüzün kalıntısıdır?" Bu sorular kulak erimine ulaştığında yakıcı bir azap içinde sarsılıyor kahramanımız ve birden hüzünlü bir ezgi tutturuyor kanı, akıyor da akıyor damarlarına: Hayat yaralardan başka nedir, diyor, hayat yaralardan...

Şimdi hatırlıyorum da, "Dünyadaki tüm ağıtlar içinde yalnızca biri çok doğru," diyordu İspanyolca bir şarkı, "hepimizin içinde olan, duyulmayan."

Kapatıyor gözlerini adam. Karanlığa karanlık ekliyor, kedere keder. Kim bilir belki orada, derinlerde bir yerde... Lâkin heyhat, külleri eşelemek nafile! O da biliyor, elbette biliyor; zamanın inatçı sisi çoktan örtmüş hatlarının üzerini, yitip gitmiş. Fakat bir şeyler yine de kalmış geride, yüreğine kazınmış olan ve direnen unutuşun pençelerine.

...

Burada duralım. Bazılarınızın bilebileceği üzere, bu öykünün bir sonu yok. Hiç bitmeyen ve her dem yeni kalan bir öyküdür bu. Yitik bir duygunun, bir sözcük ya da küflü bir imge parçasının bilincin derinliklerinden firar edip yüzeye çıktığı her ân kendini yeniden ve yeniden tekrar eder. Herkes için bir yeri vardır o pencere kenarının. Mâzi bir keşkeler cehennemidir ve hep döner ve hep sorarız ona: Ey geçmiş, ey ıstırabımız söyle, şu kahrolası, kırbaçlanası sırtımızı döndüğümüz gün sana, ne kadar öldük biz? Söyle, ey kemiren, ey yankılanan! Hayat yaralardan başka nedir, hayat yaralardan...?

7 yorum var:

Ahmet Kamil Keleş dedi ki...

Dekorasyonda kullanılan renklerin insanlar üzerindeki etkisi hakkında okuduğum bir makaleden aklımda en çok kalan, siyah renk üzerine yazılandı: Siyaha dayalı dekore edilen bir odanın konsantrasyon üzerinde olumlu etkisi varmış.

Bunu denemek için siyah dekore edilen bir ortamda çalışmayı deneme fırsatım olmasa da, bu okuduklarımın doğruluğunu bana kanıtlayacak iki şey vardı: Görsel öğeleri siyah bir arkaplanın üzerinde olan dijital ortamları, açık arkaplanlı olanlara göre çok daha fazla çalışılabilir bulmam ve karanlıkta çalışmanın kendisi. Kağıt-kalem kullanımına dayalı olmayan çalışmalarıma ayırdığım vakitler genellikle gece saatleri olur, çünkü çalışma ortamımda algılayacağım tek şeyin önümdeki problem ve kendi zihinsel varlığım olması benim için ideal olan.

Karanlığı ve sessizliği severim, kendi varlığımın içinde gezinebilmeyi kolaylaştırdığı için.

Ama hayat bu olmamalı. Tanıdığım en zeki, bilgili insanların (dış görünüş yanıltıcı olabilir ve ben de bu yargılarımda yanılıyor olabilirim, 'nicel şekillerde başarılı' kötü bir tabir mi olur?) bile mutlu olamaması / mutsuzluğu tercih etmesi ("Bilginin ve zekanın amacı nedir?" de tartışılabilir gerçi) pek iyimser bir tablo oluşturmasa da parlak günışığının altında kitapların bize öğretemeyeceği şeylerin dolaştığına inanıyorum. Evrendeki tüm varlıkların yıkıma doğru gittiğinin farkındalığı bile güzel bir çiçeğin kokusunun, bir ilkbahar günü yapılan doğa gezisinin verdiği hazzı engellememeli.

Bir Garip Vampir dedi ki...

Şüphesiz güneşin altında(ve elbette gecenin karanlığında da) başka herhangi bir yolla edinilemeyecek sayısız tecrübe var, ki zaten onlardır yeryüzüne nazar ettiğimizde hissettiğimiz huşu ve hayranlığın nedeni ve onların yardımı ile bağlanırız hayata. Ama öte yandan yine o güneştir ki, ışığını lütfettiği her şeye bir gölge bırakmakla meşhurdur; baktıkça içine çekildiğiniz derin ve efsunlu gölgeler...

Velhâsıl farklı ruh hâlleri zaman ve mekânda mantığına nüfuz edilemez bir koreografi eşliğinde raks etmektedirler. Evet, yaşamın mantığı bulanıktır. Hâl böyleyken, iyimser ve kötümser gibi kesin çizgilerle belirlenmiş kategorilerin varlığı nereye? Bunlardan herkesin bahtına bir parça düşer; kimine az, kimine çok.

Ahmet Kamil Keleş dedi ki...

Bu ilk paragrafı bir Ağustos gününün öğle vaktinde bir saat boyunca okul servisi bekleyen kalabalığa söylemek istemezdim, eheh.

Güneş, gölgenin karanlığını yaratmayıp sadece aydınlık ile karanlık arasındaki tezatı belirgin hale getirdiği için onu heryeri aydınlatamamın yetersizliğiyle suçlamazdım. Bunun yerine mum dikmeye veya en azından gölgeleri bir şekilde faydalı bir şekilde kullanılabilir hale getirmeye çalışmak mantıklı olan.

Öte yandan, sözkonusu insan duyguları olduğu zaman mantık sadece altı harfli bir kelimeye dönüşüyor. "Sanırım mantığın olmadığı yerdeyiz" sevdiğim sözlerimden birisi. Sanırım bu söz, bu duruma uygun bir yerde.

Bir Garip Vampir dedi ki...

Güneşi gölgelerin varlığından suçlu bulmak gayet mümkün. Zîra gölge tanımı gereği bir ışık kaynağının varlığına muhtaçtır. Ve hepimiz bir ışık kaynağının hiç de masum olmadığını, konumlandığı açıya göre minicik cisimlerden devasa ve korkunç gölgeler oluşturabilme kabiliyetine haiz olduğunu biliriz.

Mum yakmaya gelince, hepimizin elinde mumlar var ve bütün tehlikelerine katlanarak taşıyoruz onları. Hâkeza yüreğimizde yakıtı umut olan kandiller yanıyor. Zîra devam etmenin başka bir yolunu bilmiyoruz. Fakat elimizdeki naif parıltıya kanıp da, gözlerimizi yalnız ona dikerek, gerçeğin sadece ondan ibaret olduğu yanılsamasıyla avunarak, içimizde ve dışımızda hükmünü süren bitimsiz karanlığı bütünüyle uğursuz bir olguya indirgeyip, hakkında konuşmayı bırakmak, başlı başına konuşmayı bırakmaktan farksız olacaktır.

Adsız dedi ki...

öykü yeni başlıyorken gitmek olmaz, bu öykünün bir sonu olmalı, yazarsanız...

Bir Garip Vampir dedi ki...

Sen böyle deyince "son" kavramı üzerine bir şeyler karalamak istedim nedense, ama vazgeçtim.

Her öykünün sonunda bir nokta olmak zorunda değil, bazıları üç noktalı olarak kalır.

Adsız dedi ki...

:)
son kavramı üzerine yazmak hatrı sayılır bir kaçış sayılır, söz konusu bir öyküyü tamamlamaksa...
aslında sizi değil benzer bir konu üzerine taze yazdığım için kendimi kamçılıyorum. işbu nedenle ciddiye alınacak bir yorum sayılmaz.

nadiren okuduklarımdan keyif aldığım üzere yeniden yazın gibi bişey söyleyebilirim en çok.