Sinemasal Değiniler: 2009

12 Mart 2010 Cuma

Hollywood'un tüm içtenliğini alıp, bir meyve sineğinin göbeğine yerleştirirseniz, geriye hâlâ üç kimyon tohumuna ve bir prodüktör kalbine yetecek kadar yer kalır.
- Fred Allen -




Nihâyet parlak Oscar heykelcikleri de sahiplerini buldular ve böylece bir sinema döneminin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Peki nasıl bir yıldı bu? Öncelikle Akademi Ödülleri için bir şeyler söylememiz gerekecek ve sanırım söylenebilecek en iyi şey de geride kalmış olmalarıdır. Louis Lumiére rivayet o ki, bir keresinde şöyle çıkışmış: "Sinema mı? Artık gitmiyorum. Bu hâle geleceğini önceden kestirebilseydim, icâd etmezdim." Bunları söylemezden evvel Oscarları izlemiş olmalı, diye düşünüyor insan!

İşin nüktesi bir yana, neredeyse bir sene önce The Hurt Locker'ı izlediğimde çok da önemsememeye karar vermiştim. Zaten o zamanlar kimse bu filmin farkındaymış gibi değildi. Sonra nedense birden şanı alıp yürüdü ve Amerika'daki çeşitli organizasyonlar filme ödül verme sırasına girdiler birer birer. Hakkını teslim edelim, biçimsel olarak kayda değer bir iş çıkarılmış, ama öte yandan istenirse filmde rahatsız edici militarist emareler bulunabiliyor. Fakat hadi onları görmezden gelelim, yine de Irak'ın bütün bir hâli pür melâline bakınca, bir bomba imha timinin psikolojisinin estetize edilmesinin üzerimde bıraktığı etki şâyân-ı hayret bir keyfiyet arz etmiyor ne yazık ki! Bir kadın olarak takvimde lütfedip kadınlar için işaretlediğimiz günde Oscar alarak adını tarihe yazdıran Kathryn Bigelow'a gelince, o elbette iyi bir yönetmen. Filmografisinin büyük kısmına vâkıf olarak, özellikle Near Dark ve Strange Days ikilisini dikkate değer bulurum.

Diğer adayları da kısa kısa geçersek: Avatar'ın ekstra bir boyut dışında pek bir meziyeti bulunmuyor; filme dâir en akılda kalıcı izlenimim, renkli ve gürültülü bir aksiyon ve bol gişe hâsılatından ibaretti. Up denilen animasyonun ilk yarıda performansı yüksek, ikinci yarıda düşüktü. Up in the Air liberal bir Hollywood filmi, ama hâlâ bir Hollywood filmi(George Clooney ehveni şerdir). An Education sinematografi ve oyunculuklar açısından bir değer ifade ediyor şüphesiz, ama bütüne bakıldığında öyle özel bir film yok ortada. The Blind Side' ı izlemeye değer bile bulmuş değilim henüz. District 9 epey ilginç bir bilim-kurgu denemesi, lâkin o da Avatar ve The Hurt Locker gibi haddinden fazla abartılmaktan muzdarip. Precious'ın Amerikan bağımsız sinemasının son yıllarda Oscar adayı olan filmlerinden pek bir farkı yok. Fazla Hollywood kokuyor ve temelde bağımsız bir sinema filmi için hatırlanacak bir yapım olduğu söylenemez. Inglourious Basterds'a gelince, rahatsız edici klişeler ve post-modern ters-yüz edişler aynı senaryoda harmanlanmış ve ortaya tuhaf bir film çıkmış. Yönetmenin filmografisinin yetkin işlerine kıyasla çok iyi durmuyor, ama hâlâ bir Tarantino filmi. A Serious Man'de Coen kardeşler renkli bir kara komedi kotarmaya çalışmışlar, zaman zaman başarılı da olmuşlar aslında, fakat filmin genelinde onlardan bekleneceği kadar iyi bir iş çıkarttıkları söylenemez. Yalnız tercih ettikleri sonu çok beğendim.

Oscar adayları dışında kalan yapımlara gelince, Werner Herzog'un The Bad Lieutenant'ı görmeye değecek farklı, absürd bir polisiye. Tabiî söz konusu Herzog olunca çok daha fazlasını bekleyebilir insan. Fakat ne yazık ki, Almanya'da yaptığı eski filmleriyle ABD'de yaptığı yeni filmler aynı ayarda değiller. The Hangover'ın epey eğlenceli olduğunu söyleyebilirim. Yıl içinde çok gürültü çıkaran Funny People ise sıradan bir komedi. Julie & Julia, Meryl Streep ve Amy Adams'ın hatrına fena gözükmüyordu. Woody Allen'ın filmi Whatever Works sırf Larry David sâyesinde ete kemiğe bürünen tuhaf karakteri görmek için bile seyredilebilir. Public Enemies, Sherlock Holmes ve Invictus izlenilmediği takdirde hiç bir şey kaybettirecek filmler değildi. Ang Lee'nin Taking Woodstock'u özellikle anlattığı olay nedeniyle ilgi çekiciydi. Mary and Max de farklı bir animasyon olarak kendini gösteriyordu.

Fantastik ve bilim-kurgu sinemasından ABD bazında epey film seyrettim; şimdi tek tek saymak bile lüzumsuz olur. Bunlardan Star Trek'i ekranda bir kez daha görmekten memnun oldum. Watchmen de en azından 300 kepazeliğinden sonra Synder'dan beklediğimden daha iyi gözüküyordu. Surrogates üzerinde durmaya değer bir bilim-kurgu. Genele bakıldığında felâket filmlerinin revaçta olduğu apokaliptik bir seneyi geride bırakmışız gibi gözüküyor. Bu filmlerden Knowing ve The Road idare eder örnekler olsa da, 2012 tam bir musibetti(sinema için). Aslında suç filmde değil, Roland Emmerich denilen adamın eline kamera veren sistemde(!) Vampir filmlerinden Daybreakers çok kötü değildi en azından. The Matrix'i andırıyordu biraz; makineler yerine vampirler vardı.

İzleme listemde Humpday, Adam, Sin Nombre gibi daha ufak tefek ve samimi gözüken yapımlar da vardı ve bunların hiçbiri tam olarak olmuş gibi gözükmüyordu. (500) Days of Summer en azından biçimsel olarak becerikli bir film. Hakeza Coppola'nın Tetro'su son bölümde senaryosu bir klişeye demir atsa da sinematografik düzey olarak başarılıydı. Korku-gerilim ve parodi özellikleri taşıyan Deadgirl gerçekten garip bir film. Bu türde özgün filmler bulmak çok zor ve Deadgirl onlardan biri olmayı başarmış. Korku-gerilim demişken yeni bir Blair Witch vak'ası olarak Paranormal Activity de boyundan büyük toz kaldıran filmlerden biriydi. En büyük başarısı insanı germek yerine sık sık güldürüyor olmasıdır. Bunların hâricinde bağımsız yapımlardan önemsenmeye değecek işler olarak Goodbye Solo ve Gigante'yi anmaya değer. Özellikle Goodbye Solo iyimser sonlara karşı ihtiyatlı duruşu ile kendini sevdiriyor.

Ve bağımsızlar demişken geçen yıl ABD sınırlarından arz-ı endam eden en dikkate değer filme geldi sıra. Jim Jarmusch'un sessiz sedasız yapıtından söz ediyorum elbette. Bazı filmler vardır, onları izlersiniz ve eğer bu filmse, dersiniz, diğer izlediklerim de neydi öyle? The Limits of Control o filmlerden biri işte. Jarmusch sanki konvansiyonel sinemayla dalgasını geçiyor. Ingmar Bergman otobiyografisinde şöyle diyecektir: "Film belge olduğu zamanın dışında bir düştür. Bundan dolayı Tarkovski yönetmenlerin en büyüğüdür. Düşsel mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki!" Ve şimdi Jarmusch'un tuhaf filmine dönelim tekrar; bir karakteri şöyle sesleniyor bize: "En iyi filmler bir düş gibidirler, gerçekten izleyip izlemediğini bilemezsin." Velhâsıl-ı kelâm, eğer Lynch ve Jarmusch gibi özel adamlar olmasaydı Amerikan sinemasından umudu kesmek çok daha kolay olabilirdi.

Güney Amerika'dan devam edelim yolculuğumuza. En İyi Yabancı Film Oscarı'nı alan El secreto de sus ojos için farklı gözüken, iyi bir polisiyedir diyebilirim. Fakat o listeden tutup bu filmi seçmek Akademi üyelerine özgü bir beceri olsa gerek. Bir başka Oscar adayı, daha da önemlisi Altın Ayı sahibi Peru filmi La teta asustada mutlaka görülmeli. Yönetmeni Claudia Llosa, bunun Peru tarihiyle ilgili bir film olduğunu söylüyor bize, ama şüphesiz acının sütünü içerek yaşama karışanlar sadece Peru'ya özgü bir gerçek değiller.

Lucrecia Martel ana-akım sinemanın periferisinde durmayı tercih eden bir yönetmen. Üçüncü uzun metrajı olan La mujer sin cabeza, geleneksel sinema izler kitlesini hedef almış bir sinek-kovucu gibi tahayyül edilebilir rahatlıkla. Gerçekten dikkat ve sabır gerektiren bir film bu. Önceki filmlerinden de alışık olunan, görsel olarak titiz hazırlanmış, minimal bir sinema dili var; sabit bir kamera, uzayıp giden sekanslar ve kavranması zor bir senaryo... Senenin en iyilerinden biri. Yine Şili'den başka bir periferi sineması örneğine şahit olduk: Tony Manero. John Travolta'nın Saturday Night Fever adlı filmindeki karaktere obsesif derecede bağlı bir adamın tekinsiz girişimleri üzerine kurulu, hakikaten sıradışı bir yapıt. Pinochet döneminde geçiyor olmasına rağmen, birkaç sahne dışında Pinochet rejimine dair doğrudan bir emâre göremiyoruz filmde, ama öte yandan Raúl karakteri rejimin ayaklı bir metaforu olarak okunmaya çok müsait. Son tahlilde sağlam alt-metni, gergin ve boğucu atmosferiyle yılın parlak filmlerinde biriydi.

Avrupa sineması Amerika'nın aksine iyi bir yıl çıkardı. İngiltere'den görebildiğim filmler Ken Loach'ın Looking for Eric'i, Terry Gilliam'ın Imaginarium of Doctor Parnassus'u, Harry Potter and the Half-Blood Prince, In the Loop, Bright Star ve Moon oldu. Sondan gidersek, Moon tatmin edici bir bilim-kurgu. Bright Star John Keats'ın kısa yaşamının son dönemini ele alan kurgusu zayıf, başarısız bir tarihsel dram. In the Loop ise kayda değer bir politik taşlamaydı.

Ken Loach Avrupa sinemasının en politik isimlerinden biridir ve yaptığı her film seyredilmeyi hak eder. Nitekim Looking for Eric'de de çıtanın altına düşmemiş. Hiçbir şeyi yolunda gitmeyen bir adamın Eric Cantona imgesiyle hayata tutunmaya çalıştığı, gündelik yaşam ve futbolun kesiştiği anlara dair samimi, sıcak bir film. My Name is Joe'yu andırıyordu biraz.

Terence Davies'in Liverpool'a ve anılarına dair hüzünlü ve şâirâne belgeseli Of Time and the City'i unutmak kesinlikle yakışık almayacaktır. Hattâ yılın en iyilerinden biriydi. Guy Maddin'in My Winnipeg'iyle benzer bir estetiği var.

Fransız sinemacı Jacques Aduiard imzalı Un Prophéte hiç şüphesiz bugüne kadar yapılmış hapishane filmlerinin en iyi örneklerinden biri. Arap kökenli bir mahkumun iki etnik/dinsel grup arasında parçalanmış maceralı mahkumiyet sürecini işleyen film incelikli ve sert sinema diliyle öne çıkıyor. Özellikle vicdan azabı ve vahiy arasında kurulan sembolizm görülmeye değerdi. Müziklerinin de filmin taşıyıcı bir unsuru olduğunu belirtmeliyim.

Claire Denis, L'intrus ve Trouble Every Day gibi ticarî sinema kalıplarının dışında sıradışı ve çarpıcı filmler yapmış bir yönetmen. Son filmi 35 Rhums'a bakıldığında, alışık olduğumuz üzere minimal bir anlatı üzerinden yaşama tutunma ve kaybetmeye dair küçük, hüzünlü bir film diye tanımlayabiliriz onu. Martin Provost hiç tanımadığım bir yönetmen ve yine haberdar olmadığım naif resimleriyle bilinen bir ressamın hayat öyküsünü filme almış. Séraphine özellikle Yolande Moreau'nun performansı ve görüntü yönetmenliğiyle öne çıkıyor. Filmin César ödüllerinde en iyi film dâhil yedi dalda ödül almış olduğunu da belirtmeliyiz.

Alman sineması için izlenimim az ve öz deyimi ile özetlenebilir. Das Weisse Band izlediğim tek örnekti ve kanımca Haneke'nin 2000'lerde yaptığı en iyi filmdir. Elbette onun hemen her girişimi önemli bir sinema olayıdır, fakat yaygın disiplin ve cezalandırma uygulamalarıyla faşizme kadar uzanan şiddet kültürü arasındaki ilişkiyi irdelediği bu filmi son filmlerinin en iyisi olarak görüyorum. Teknik olarak da çok güçlü olan filmde, siyah-beyaz renk seçimi atmosferdeki tekinsiz havayı iletmek için yerinde bir tercih olmuş. Bu yapı belirsizlikten doğan huzursuzluğu sürekli öteleyen minimal kurguyla da birleşince, tedirginliği seyircisine bulaştırmayı başarıyor ve onu sürekli uyanık hâlde tutuyor. Filmin Cannes'dan Altın Palmiye ile ayrıldığını da hatırlatmış olayım.

Danimarka sineması demek, önemli ölçüde Lars von Trier demektir. Trier sadece bir sinema yönetmeni değil; o bir öncü, o bir provokatör, o bir deli! Önceki bir çok filmi gibi Antichrist da senenin en tartışmalı filmlerinin başını çekiyordu. Nitekim bazı eleştiriler filmi yerin dibine sokarken, bazıları ise ayaklarını suya değdirmemekte çok kararlıydılar. Trier de her hâlde bu eleştirileri okudukça pis pis sırıtan tarafı temsil ediyordur, çünkü filmlerinin tartışma yaratmasını seviyor.

Her şeyden önce görsel olarak bir başyapıt var ortada. En azından hukuken tam ehliyet sahibi olan herkesin görmesi gerekiyor filmi. Öte yandan filmin senaryosu bir tuhaflık abidesi. Küçük çocuğun göründüğü sahneler dışında Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg'un oynadığı karakterleri izliyoruz sadece. Oyunculuklar oldukça üst düzey, ki Trier'in setlerinin zorlayıcı ve gergin ortamlar olduğu, onun oyuncularla ilişkisinin epeyce problemli olduğu bilinir. Şehvetin uçurumlarında dans ederken, çocuklarını kaybeden bir karı-kocanın içine düştükleri psikolojik gerilimden yola çıkan filmin, son tahlilde kadın düşmanı bir alt-metin barındırdığını iddia edenler olduğu gibi, tam aksine feminist bir alt-metin taşıdığını iddia edenler de var. Kendi adıma istenirse iki türlü de okunabileceğini düşünüyorum, zîrâ doğru bir teşbihse eğer, bu film bir düzyazının görece berraklığına sahip değil, anlamı performatif ve bulanık kılan bir şiir ya da bir düşe daha yakın bir deneyim. Son bir mevzu olarak filmin Tarkovski'ye adanması meselesi var ki, bunun da başka nedenleri olabileceği gibi, belki ünlü yönetmenin kadınlar konusundaki tuhaf çıkarımları ile de bir ilintisi kurulabilir.

Avusturya sinemasından gördüğüm biricik örnek olan Der Knochenmann absürd hissine teğet geçen bir gerilim filmiydi. Oscar adayı da olan Hollanda filmi Oorlogswinter'ı, İkinci Dünya Savaşı ile ilgili neredeyse her şeyden bezmiş biri olarak pek sevmedim. Pedro Almodóvar'ın vasat filmini görmüşlüğüm yok. Los abrazos rotos da en iyilerinden biri değilse bile, iyi bir filmdi. Il Divo yetmişlerden doksanlara İtalyan Hıristiyan Demokratlarının liderliğini ve İtalya Başbakanlığı yapmış olan Giulio Andreotti'ye odaklanmış, teknik olarak oldukça iyi gözüken bir yapım. Ayrıca Andreotti'yi canlandıran Toni Servillo'nun performansı görülmeye değerdi. Yine Gladio meselesiyle bağlantılı olması nedeniyle, Ergenekon süreci ile haşir neşir olan yurdum kişisinin merakını uyandırabilir belki.

Bir İsveç filmi olan Maria Larssons eviga ögonblick 2009'un iyi örneklerinden biri gibi görünüyordu. Yine İsveç sinemasında Stieg Larsson'un seri romanlarından peş peşe üç filmi yapıldı(Män som hatar kvinnor, Flickan som lekte med elden , Luftslottet som sprängdes.) Özellikle ilk filmin epey sürükleyici bir polisiye örneği olduğunu söyleyebilirim. Söz konusu bu roman geçen yıl Türkçe olarak da yayımlandı. Ayrıca IMDB'de gözüktüğü kadarıyla yabancı film seyretme özürlü Amerikalılar filmi kendilerine benzetmeye karar vermişler. Bunların haricinde Fin yönetmen Klaus Härö'nün Postia pappi Jaakobille adlı filmi hoş bir sıcaklık bıraktı üzerimde.

Avrupa yolculuğumuzu Theodoros Angelopoulos'un son filmine bakarak tamamlamış olalım. Yönetmenin ilki 2004 yılında gösterilen (Trilogia: To livadi pou dakryzei) üçlemesinin ikinci ayağı olan I skoni tou hronou ilk filmin zarafetine ulaşamamış ne yazık ki. Angelopolous'un önceki filmlerine kıyasla kameranın daha hareketli olması, sekansların çabuk değişmesine neden olmuş gibi. Yine zaman zaman kurgu ve diyaloglarda yersiz bir kopukluk ve hattâ yapaylık hissi edindim. Bununla bağlantılı olarak oyunculuklar da umduğum kadar iyi değildi. Özellikle Willem Dafoe bu film için uygun bir seçim olmamış. Daha önce To vlemma tou Odyssea'da Harvey Keitel'la yakalan kıvam Dafoe söz konusu olunca tutmamış görünüyor. Bütün bunların neticesi şu ki, Angelopoulos'un alameti farikası olan epik ve şiirsel akış bu filmde sık sık kesintiye uğruyor ve elimizde sadece iyi bir film bırakıyor.

Artık iyice hafifleyen heybemizi sırtlanıp Asya yollarına düşebiliriz sanırım. Uzak doğudan neler görmüşüm diye bakıyorum listeme ve ilk gözüme çarpan intikam üçlemesiyle tanıdığımız Chan-wook Park'ın son filmi Bakjwi oluyor. Çekik gözlü adamlar Hollywood'un klasik hikâyelerine el atıp, onlara bambaşka bir keyfiyet kazandırmaya devam ediyorlar. Bu kez de bir vampir filmiyle karşı karşıyayız. Bir yanıyla farklı, bir yanıyla hâlâ epeyce(ve iyi ki öyle) klasik bir vampir filmi bu. Yani mutlu mesut bir aile yaşantısı olan, gündüz okula devamlılığını aksatmayan, güneş altında elmas ışıltısı yayan yeni nesil teenager vampirlerle karşı karşıya değiliz en azından. Elbette Hollywood estetiğinden farklı bir estetiği var filmin, ama Park'ın önceki filmlerine kanıp çok şey bekleyenler bir miktar hayal kırıklığını uğrayabilir belki. Kendi adıma bir Oldboy beklemediğim için çok da sorun yaşamadım. Açık ki, vampir temalı bir film olarak senenin en sağlam örneğidir. Diğer bahse değer filmlere gelince, zekice bir aksiyon sineması örneği olan Yi ngoi ve Ozu'yu andıran ibretlik bir aile draması olarak Aruitemo aruitemo isimlerini anabilirim.

Aslında mutlaka bahsetmem gereken film, Filipinli yönetmen Lav Diaz'ın yaklaşık sekiz saat süren Melancholia'sıdır. Sanıyorum seyrettiğim ilk Filipin filmi oluyor. Elbette benim Filipinler denilen o uzak ülkeye dair bilgim çok kısıtlı. Benedict Anderson'ın Under Three Flags adlı 19. yüzyılda Filipinlerdeki anarşist kalkışmalara odaklandığı çalışmasını güç bela okumuşluğumdan ve biraz da pek kayda değer olmayan yakın dönem tarih bilgisinden ibaret tüm irfanım. Dolayısıyla filmin ilgimi çekmesi Venedik Film Festivali'nde aldığı ödül hasebiyle olmuştur. Elimizde Filipinler'deki komünist direnişçilerle ilintili, doğrudan politik olmayan, bir üçüncü sinema örneği var. Çektiği filmin 450 dakikalık süresi hesaba katıldığında Lav Diaz'ın endüstriyel sinemayla arasının limoni olduğu kolayca anlaşılabilir. Ayrıca bu yönetmenin en uzun filmi de değil; bir önceki uzun metrajı(upuzun metraj) tam 540 dakika.

Peki bu kadar uzun filmler yapmanın esbâb-ı mucibesi ne ola? Lav Diaz, geçmişte Filipinlilerin zaman ve mekân konseptinin hükmü altında olmadığını, bunların -mülkiyet fikri gibi- İspanyol sömürgeciler yoluyla geldiğini iddia ediyor ve filmlerini de bu bağlamda estetik bir tercih olarak oluşturuyor. Hülâsa zaman ve mekânı batılı standartların dışında kavrayarak Filipinlerin geçmişiyle bağlantı kurmaya ve böylece bir direniş estetiği geliştirmeye çalışıyor. Bunun yanında özgürleştirici olduğunu düşündüğü bir teknik olarak dijital kamerayla çekiyor filmlerini. Yalın bir yapısı var Melancholia'nın. Kamera genellikle durağan; zamanın akışına boş verdiği gibi mekânı da boşaltıp, katılaştırıyor bu metod. Siyah-beyaz renklerin hükmü altındaki dünya çakılıp kalıyor âdeta. Yağmur yağıyor bir yandan; daraldıkça daralan atmosfer seyirciye sirayet ediyor. Anlatısal değil, görsel betimlemeye odaklanmış filmde diyaloglar olabildiğince kısıtlı. Sıkıntı ve yas kokuyor film; sanki dünyanın aşkın bir melankolisi var da Lav Diaz onu yakalamış ve bize yansıtıyor. Sözün özü, görülmeye direnen yapısına rağmen görülmeye değer bir yapıt bu.

İran sinemasından dört yeni film izledim geçen sene. Majid Majidi'den Avaze gonjeshk-ha, Samira Makhmalbaf'dan Asbe du-pa, Bahman Ghobadi'den Kasi az gorbehaye irani khabar nadareh(ki Ghobadi'nin bir önceki filmi de yasaklı müzisyenlerle ilgili çok iyi bir filmdi) ve Abbas Kiarostami'den Shirin. Her biri yeterince tatmin edici bir deneyimdi ve üzerlerine uzun uzadıya konuşmaya değer, ama ben burada özellikle sonuncusundan bahsetmeliyim.

Kiarostami diğer İranlı meslektaşlarından daha deneysel filmler yapmayı tercih ediyor. Örneğin 2002'de çektiği Ten filmini hatırlarsak, bir otomobilin içinde geçiyordu bütünüyle. Kadın sürücüyü ve ön koltukta oturan ve aralıklarla değişen yolcuları izliyorduk yalnızca. Bu filmde de karanlık bir sinema salonundayız ve kamera sadece seyircilerin yüzlerini gösteriyor; rastgele odaklanıyor onlara. Hepsi kadın, isimsiz kadınlar... Ferhat(Hüsrev) ile Şîrin'in öyküsünden müteşekkil trajik bir aşk filmini izliyorlar pür dikkat, biz de izliyoruz, ama onları. Tabiî eğer izlemek doğru kelimeyse; belki de hayatın kadınların yüzünde bırakabileceği ifadelerle örülmüş bir şiir dinliyoruz demek daha doğru. Şüphesiz bu filmi yaparak bir mahreme dokunuyor Kiarostami; kadınların varoluşlarının sık sık gölgeler arasındaki yüzlerinde kaybolduğu bir coğrafyada, o yüzlerden bir film yapıyor inatla. Hülâsa derin bir hayret ve hayranlık besliyorum bu filme ve Şark'ın diğer bütün şiirlerine.

Gelelim son durağımız olan memleket sinemasına. Herkesin malûmu olduğu Türkiye'de sinema görülmeye değer bir yükseliş içinde. Hem nicel hem de nitel bir büyüme söz konusu. Yeni nesil yönetmenler dünya ölçeğinde takdire şayan filmler yapıyorlar(kimse pek seyretmese de). Bunlardan geçen sene gösterilen üç filmi diğerlerinden daha çok önemsediğimi söyleyebilirim: Reha Erdem'in Hayat Var adlı çalışması, Yeşim Ustaoğlu'nun Pandora'nın Kutusu ve Özgür Doğan, Orhan Eskikoy ikilisinin İki Dil Bir Bavul'u.

Hayat Var bir ergenlik öyküsü. Bu dönemin ne denli ikircikli bir dönem olduğunu incelikli bir sinema dili eşliğinde anlatıyor bize Reha Erdem. Çocuk kalmak ve ergen olmak arasında sıkışmış bir kız çocuğunun tuhaf hâlet-i ruhiyesine odaklanıyoruz. Filmi izleyince anladım ki, astım nöbetleri ergenlik döneminin metaforu olarak okunmaya ne kadar da uygunmuş meğer. Ya arabesk? Evet, arabesk bu filme belki hiç olmadığı kadar yakışıyor. Senaryo, kurgu, görsellik, müzikler her şey doğru bir kıvamda. Dört dörtlük bir sinema.

İki Dil Bir Bavul gerçekçi ve yalın bir anlatı. Bir kurgudan ziyade bir belgesel ve yetersiz bavullarıyla uzak diyarlarda çâresiz kalan insanların hikâyesini anlatıyor. Bavullarını büyütmek yerine dillerini kurban eden bir memleketin öyküsünden küçük, trajikomik bir kesit sunuyor bize. Pandora'nın Kutusu hem oyunculuklar(özellikle de Tsilla Chelton) hem de görsel olarak göz dolduran bir film. Bu arada son yıllarda sinemacıların Karadeniz bölgesini keşfinden de söz etmeliyiz. Görsel olarak çok zengin olan bu coğrafyanın filmlere önemli katkıları olduğu açık. Nitekim Semih Kaplanoğlu'nun birkaç hafta önce Altın Ayı alan Bal filmi de Doğu Karadeniz bölgesinde çekilmiş görünüyor.

Son olarak unutmadan görmekten memnun olduğum Mommo ve Uzak İhtimal'i de kayda geçirmiş olayım. Ayrıca son yılların en önemli edebiyatçılarından Hasan Ali Toptaş'ın Gölgesizler romanından uyarlanmış olan filmi de bir merak izledim, lâkin tatmin edici değildi. Toptaş'ın şaheserinin hakkını yeterince verebilecek bir film yapmak pek mümkün gözükmüyordu zaten. Dolayısıyla filmi görmeden önce romanı okumanızı şiddetle önermiş olayım.

Ve böylece biter.

0 yorum var: