Çan Kulesindeki Şeytan

14 Kasım 2009 Cumartesi

Bu sayfaları takip etmekte ısrar eden okurlardan özür dilemeliyim belki de, çünkü bir süredir bloga uğrama sıklığım kayda değer bir şekilde düşmüş gözüküyor. Ne diyebilirim ki, bir ân sanki üzerine söz söylemeye değecek çok şey var gibi görünüyor hayatta, başka bir ân hiçbir şey yok gibi. Bütün ikilikleri, bütün paradoksları toplamışız tuhaf bünyemizde ve "çöplü armudun çevresinde dönüyoruz işte."

Lâkin yine de buradayım. Yazmak bir çeşit "namussuzluk" bile olsa, bir uykusuz geceyi daha kâğıtları karalamanın(sözün gelişi) sağladığı tatlı avuntuya sığınarak geçirmek üzere olduğum gerçeğini değiştiremeyecek hiçbir şey.

Elbette susmaya devam etmek de bir seçenekti. "Kendine dönmek, varlık kadar eski, daha da eski bir sessizliğe gömülmek." Cesaretle söylemeli insan, susmak direnmenin bir yolu, hem de çok zor bir yolu olabilir bazen. Düşkün bir dünyaya verilecek bir yanıt olabilir susmak. Susmak -eğer ona bir inanç taşımak mümkün olsa- bir devrim bile olabilir haddi zâtında. Ne o, bakıyorum önermeme itiraz eder gibi oldunuz, sayın "Sessiz Kitlelerin Sesi" ve "Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek" hazretleri! Zât-ı şâhânelerinize inanmak o kadar kolay değil ne yazık ki; evde, sokakta, işte, okulda, bilcümle mecliste, gazetede, televizyonda ve Internet'te - belki özellikle de orada - her şey yolundaymışçasına ve kendimizi kaybetmişçesine biteviye zevzeklik ve boş lakırdı ürettiğimiz ve bu debdebenin, bu dilsel tecâvüzün adına iletişim dediğimiz bir dünyada...

Şimdi bir öykü bile yazabiliriz belki. Sözgelimi, her şeyden evvel sükût vardı ve sükût her şeydi ve sükût hiçbir şeydi, diyerek Kitab-ı Mukaddes tadında bir girizgâhla başlayabilirdi bu öykümüz. Sonra âniden imkânsız olan mümkün hâle geldi ve ses oldu, rahminde zamanı ve mekânı taşıyarak. Ve bu ilk nüvenin cazibesi bütün boşluklara yayılırken, cümle varlıklar onun efsunlu titreşimlerinden neşvünema buldular ve onun diliyle konuşup, onun haşmetine râm oldular, diye devam edebilirdik yazmaya. Evet, yazabilirdik böyle bir öykü ve kuşkusuz trajik satırlarla doldurmak zorunda kalırdık sayfaları.

Ancak en doğrusu doğaçlamanın bizi yürümeye meylettiği bu engebeli patikadan uzaklaşıp, yine kara kutumuzun ahvâline dönmek olacak sanırım. Ân itibariyle penceremin dışında belirsiz fâsılalarla ve kim bilir hangi zoolojik nedenlerle uluyan bir grup it ve içeride yine isyankârı oynayan bir sindirim sistemi hâricinde kayda değer bir etkinlik görünmüyor etrafımda. Böylece Kasım ayının bu hazan gecesini uykusuzluk, uluma sesleri ve sorunlu bir mide üçlüsü ile paylaşmış oluyorum. Dahası düşününce bu atmosferde, böylesi karanlık emârelerle hem-dem olarak can verirsem bir mecaz, bir sembol, kadim bir arketip ya da psikanalizin bir nesnesi olmaktan öte, etiyle buduyla hakiki bir vampire dönüşme ihtimâlim azımsanacak gibi görünmüyor. Kim bilir, kaç gecedir üst üste yaşadıklarıma bakılırsa çoktan başlamış bile olabilir metamorfozlarım. Her hâlükârda övgüye değer bir ölüm olurdu bu, fakat kibar insanlara göre değil!

Sadede gelelim evet! Aslında mu'tat olduğu üzere birkaç elzem kitaptan bahsetmek niyetindeydim siz sevgili okurlarıma, ama şu ân o mevzuu başka bir yazıya erteleyip, sık sık gecesi gündüzüne karışan ve biyolojik zaman algısı tersyüz olan biri olarak, saatlerle olan ilginç maceramızdan naçizane bir bahis açmaya karar kılmış bulunuyorum.

Sanırım söze saat adı verdiğimiz nesnelerle aramın pek de hoş olmadığını itiraf ederek başlamak en doğrusu olacaktır. Evet, çok uzun zamandır üzerimde temel işlevi saati göstermek olan bir aksesuar taşımıyorum. Zamanla kol saatleriyle aramda nahoş bir ilişki geliştirmişimdir ve bana saati soranlara omuz silkmek ve boş avuçlarımı göstermekten üstü örtülü bir keyif almışımdır hep. Hâl böyleyken, envâî çeşit saatin sıralandığı, altın sarısı ışıklarla aydınlatılmış göz alıcı vitrinleri(aslında genelde vitrinleri) efsunlanmış bir hâlde seyre dalan insanları hep biraz tuhaf bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca özellikle yazarken kendi çapımda minik dokunuşlarla zamanı manipüle etmekten hoşlandığımı da eklemeliyim.


Bunların pek de uygar tavırlar olmadığını düşünüyorsanız, haklı olduğunuzu ve içten içe barbarlığa eğilimli olduğumu gönül rahatlığı içinde kabul edeceğim. Değil mi ki, zaman muhasebesi uygar olmanın bir ölçüsünü verebilir biz fânilere. Bu bağlamda, zamanı dilimleme nokta-i nazarında ne denli ciddi, titiz ve yetkinseniz o kertede uygarsınızdır da diyebiliriz kolaylıkla.

İlk mekanik saatlerin 13. yüzyılın sonlarında Avrupa kıtasında ortaya çıkmış olması geriye doğru baktığımızda fazlasıyla anlamlı gözüken bir gelişmedir. Roger Bacon'ın dünyanın sırrına matuf olmak arzusuyla deneylere bel bağladığı ve onun gibi bir başka Francisken olan Ockham'lı William'ın keskin usturasını ustalıkla salladığı bir dönemle hemen hemen yaşıttır mekanik saatler. Bu isimler ve diğer pek çoklarının çabaları ile skolastik nazariyeler kan kaybederken ampirizm ve mekanik felsefenin emarelerini göstermeye başladığı bir geçiş çağıdır söz konusu olan ve saatlerin icâdı bu dönüşümün maddî altyapısı bağlamında oldukça önemli bir katalizör işlevi görmüştür. Mekanik felsefede bir sıçrama noktasıydılar âdeta. İrili ufaklı parçaların iç içe geçmesinden müteşekkil âhenkli ve zarîf iç dünyaları ve büyüleyici görünen işlevleriyle modern bilimin öncülerinin perspektifinden kozmosun gizemli yapısına dair metafor rolünü başarıyla yerini getirmiştir onlar. Netice itibariyle iyi biliyoruz ki, evreni determinist bir şekilde işleyen mekanik bir sistem ve tanrıyı da (o zamanlar henüz ölmemişti) mutlak hüner sahibi bir saatçi gibi tasavvur etmek batı biliminin metafizik sâiklerinin orijininde yer alır. Dolayısıyla Laplace'ın varsaydığı türden üstün bir kavrayış ve hesaplama melekeleriyle donanmış bir akıl bu düzeni ezelden âhire peyderpey çözümleyebilecekti.

Ve elbette manzara-i umûmiye böyle seyrederken, ortaçağın alacakaranlığından başlayarak kendi çapında bir tanrı gibi minyatür dünyalar inşa eden saat ustalarının şânının alıp yürümesi boşuna olmayacaktır. Üstelik bunların ünü sadece saat ustası olmalarından kaynaklanmıyordu. Tarihin garip bir cilvesi sayesinde, genellikle topları yapanlarla saatleri yapanlar aynı kişilerdir. Magister bombardarum et horologiorum. Sözün özü batı uygarlığının iki dominant vechesi aynı ellerin ürünüydü: Ölçen-biçen hesapçı bir zihniyet ve yok eden amansız bir güç!

Yeri gelmişken, ilk mekanik saatlerin sadece akreplerinin olduğunu bilmiyorsanız öğrendiniz demektir (aslında ilk örneklerde o bile yoktu, ama çaktırmayın). Başlangıçta ortada bir yelkovan görünmüyordu. Ortaçağ insanının henüz dakikalara ihtiyacı yoktu diyebilirsiniz haklı olarak, ama aslında teknik altyapıları yeterli değildi demek daha doğru olabilir. Dolayısıyla bu ilk saatler zaman muhasebesinde epey acemiydiler ve uzun süre de öyle kalmaya devam ettiler. Düzenekleri kusursuz olmaktan ziyadesiyle uzaktı ve genellikle zamanı yanlış göstermeye meyilliydiler. Kocaman ve sürekli rayından çıkan bu ilk örnekler öylesine bıktırıcı bir ayarlanma ve yeniden ayarlanma faaliyeti gerektiriyorlardı ki, insanların onların sırf emek ve zaman kaybı olduğunu düşünmemesi nasıl bir huşu uyandırdıklarının kanıtı olarak görülebilir. Ancak zamanla zemberek ve sarkaç gibi iyileştirici teknikler keşfedildikçe daha küçük ve daha kusursuz saatler yapılmasının önü açılabilmiştir.

Öykünün sonrası ma'lûm; büyük bir iştahla zaman çemberini dakikalara, saniyelere, saliselerine kadar parçaladı insanoğlu. Nihâyet gün geldi, çoğumuzun havsalasının dahi almadığı karmaşık düzenekleriyle atomik saatler nanosaniyeler düzeyinde hüküm sürmeye başladılar. Hikâyenin sonu bugün bile oldukça muğlak. Tek bildiğimiz zamanın yağmalanmasının bütün hızıyla devam ettiği. Sırada en zeki beyinlerin önemli bir kısmını ayartan foton saatleri var gibi görünüyor.

Burada ancak kabasını alabileceğimiz bu ilginç öykü, saatlerin yüksek kulelerin tepelerinden, sarayların ihtişamlı salonlarından, sıradan evlerin kirli duvarlarına, oradan da naftalin kokulu ceplere kadar uzandığı ve nihâyet iyice ufalıp bilek ölçüsüne kadar küçülerek, sadece görülen ve işitilen araçsal bir nesne olmanın ötesinde insan derisiyle sürekli temas hâline geçişinin, yani özlüce siborg bedenin neredeyse ayrılmaz bir parçasına dönüşmesinin öyküsüdür aynı zamanda. Sonu gelmeyen tik takların su geçirmez metalden nabız atışlarına dönüşmesinin öyküsü...

Başka bir açıdan ise, çarkları, milleri, zemberekleri, sarkaçları becerikli örümcekler gibi örerek zamanı ele geçirdiği hattâ besbelli zamanı yarattığı sanrısına kapılan mekaniğin naif büyücülerinin öyküsüdür bu. Telâfisi mümkün olmayan bir yanılgıydı onların ki. Zîrâ zaman utangaç mı utangaç bir mefhumdu, şairin değişi ile kaçak hayalet'ti o. Öyle ki, ona ne denli inceden nazar etmeye çalışırsanız o denli hızla kaçıp gizleniyordu sizden.

Öte yandan esrik tahayyüller içinde kendinden geçen bilim ve tekniğin gür nefesli kâhinleri matematik bir kesinlikle özgürleşeceğiz, diye haykırıyorlardı, soylu hâmîlerinin cömert ikramları ile ayakta duran fildişi kulelerinden. Lâkin pratiğin dili bu saygıdeğer beylerden daha farklı şeyler söylemekteydi. Yazgı çoktan kara kalemini çalmıştı ak kâğıda ve akrep ve yelkovanın kıskacındaki bütün hayatlar bir köleliğe dönüşsün buyurmuştu! Nereye dönseniz saatleri buluyordunuz karşınızda, yeni bir tür mekanik totalitarizm baş göstermişti, öyle ki hiç kaçış yoktu ondan, çoktan istila edilmişti bellek ve bekleyiş arası. Saatler her yerde ve her ândaydılar artık. Ne zaman ne yapılması gerektiğini şaşmaz bir dakiklikle emrediyorlardı tebaalarına. İnsanların nizâmı saatlerin nizâmında eriyordu ve böylece bir kez daha kendi becerikli elleriyle yarattığı zindana prangalanıyordu insan.

"Ebed bestecisi bir çark ve bir yay.
Hesap soran yaratık;
O dimdik, her şey yatık."


Velhâsıl-ı kelam yeni bir çağın ve kendinden sonraki bütün mekanik canavarların habercisiydi saatler. Minik ve keskin dişlileriyle her dâim aç piranalar gibi, daha ne olduğunu anlayamadan hızla yiyip tüketiyorlardı yaşamı. Onlara tâbi olurken yaşamıyor fakat yaşlanıyordu insan.

Tam bu noktada son bir hamle olarak, Edgar Allan Poe'nun çok sevdiğim bir öyküsünü anımsatmak kaçınılmaz oluyor. Öykülerin büyük üstâdının yazdığı en iyi öykülerden biri olmalı bu. Vondervotteimittis kasabasının başına gelen tâlihsiz hâdiseyi konu edinen gülünç öyküden bahsediyorum elbette(The Devil in the Belfry). Sizi bilmem ama ben insanın saatlerle iç içe geçmiş ve sık sık bir distopya izlenimi uyandıran tarihi karşısında, -eğer mümkün olsaydı- tepelerin ardından çıkıp gelecek ve saatlerin sarsılmaz düzenini alt üst edecek öylesi muzip ve günahkâr bir şeytanın yolunu gözlemekte hiçbir beis görmezdim.


1 yorum var:

Yesari dedi ki...

ya yazı yazmalısın ya da yazı yazdığın bir yer varsa adresini bana söylemelisin..