Bir garip şâir: Comte de Lautréamont

24 Kasım 2012 Cumartesi

“Kitaplıkları dolduran kâğıt yığınlarının alınlıklarına iyilik yontusu dikmek yetmez. Ey insanoğlu! İşte sen, şimdi çift ağızlı elmas kılıcımın karşısında, bir solucan gibi çırılçıplaksın.”

 - Les Chants de Maldoror (Maldoror’un Şarkıları) -

*****

Hâl-i hâzırda takvim 24 Kasım 2012’yi işâret ediyor. Bundan tam 142 sene evvel, Isidore-Lucien Ducasse adında biri, Paris’te bir otel odasında kendi canına kıymayı tercih etti.

"Yaşamı bir yara gibi karşıladım ve intiharın yarayı iyileştirmesini yasakladım. İsterim ki, sonsuzluğunun her ânında bu açık çatlağı görsün Yaratıcı. Ona verdiğim cezadır bu."

Böyle yazmıştı, Comte de Lautréamont adı altında, fakat vazgeçtiği gün, derman aradığı gün gelip çattığında daha 24 yaşındaydı ve o güne dek bir insan tarafından kaleme alınmaya cesâret edilmiş en karanlık ve kötücül metinlerden birinin de henüz adı sanı duyulmamış yazarıydı.

Bu vesile ile, Les Chants de Maldoror (Maldoror’un Şarkıları) başlığı taşıyan ve ancak ölümünden sonra yayımlanabilen bu şâirâne ve eşsiz çalışmaya  dâir Jeffrey Burton Russell’ın kısa bir değerlendirmesini ve bilâhere Cahit Koytak’ın bir şiirini kayda geçirmek isterim:

Dekadan hareketin gerçek anlamda İblisçi diyebileceğimiz tek üyesi Lautréamont adıyla eser veren Isidore Ducasse’tı (1846-1870). Tüm bahanelerimizi bir yana bırakıp, en yoğun ve şaşırtıcı yönleri içinde kötülükle yüzleşmemiz gerektiğini savunuyordu. Sade’ın izinden yürüyen Lautréamont, yaratıcı acımasızlığın dehanın ve içtenliğin bir işareti olduğuna inanıyordu; Baudelaire’in ikiyüzlülüğe yönelik nefret dolu saldırısını kendi ruhunun en tiksinti verici köşelerini keşfetmek üzere bir araç olarak kullandı. Les Chants de Maldoror [Maldoror’un Şarkısı] adlı bu karanlık başyapıtın anlatıcısı Maldoror, Sade, İblis ve bizzat Ducasse’ın bir birleşimidir; bitimsiz sapkın kıyımları zihninde kurgular ya da bunları işler.

Lautréamont’un gerçekten bir çılgın olup olmadığı açık değildir; zihninde beliren her edimi uygulamadığı ya da ciddi olarak bunları uygulamayı savunmadığı kesin. Yine de kendini bir İblisçi gibi gösteren ve ruhunda yatan gizli günahlarıyla alay eden bu ironik dandy, kendi düşlemlerinden büyük bir heyecan duymakta ve ironik kötülükle gerçek kötülük arasındaki uzaklık azalmakta ve incelmektedir. Maldoror parkta bir bankın üzerinde oturan bir kız çocuğu görür ve o an, bir domuzun çocuğun cinsel organlarını kemirdiğini ve vücudunun içini oyduğunu hayal eder. Genç çocuklara işkence ettiğini ve onların kanını ve gözyaşlarını içtiğini düşler. Bir bebeği öperken yanaklarını bir usturayla doğradığını düşlemler. Vampirizm, nekrofili, kutsalı kirletmek, hayvancılık, ensest, sadomazoşizm, kulamparalık, sakatlama, cinayet ve yamyamlık saplantıları arasındadır.

Maldoror’da ozan, insan ruhunun tüm ikiyüzlülüklerden özgür, gerçekçi bir portresini yapmayı amaçlamaktadır. "Maldoror kötü doğmuştu. Gerçeği kabul etti ve kendisinin bir kan dökücü olduğunu söyledi." Ancak insanın özünde iyi olduğunu savunan yumuşak başlı Aydınlanmacı-romantik görüşe tepki gösteren Lautréamont, savunulması olanaksız diğer uçta yer aldı. İnsanların iyi olduklarına duyulan inancın, kötülüğün nereden geldiği sorusunu ortaya çıkarmasına karşın, Lautréamont’un karanlık evreni de, iyiliğin varlığını açıklanamaz kılar. Öyle ki o, Maldoror’u kötü bir şaka, gerçeküstücülüğe ve dadaizme ulaşan yolu gösteren bir "poz" olarak tasarlamıştır. Maldoror’un aşırılıklarının dehşet verici olmalarının yanı sıra gülünç denecek ölçüde acayip oldukları da bir gerçektir; yine de yazar, bilinçli denetimin ötesindeki karanlık güçlere uzanan yolu kendisine açmış görünmektedir. Maldoror övünç içinde "dehasını kan dökücülüğün tadını betimlemek için kullandığını" söyleyerek başlar ve onu kurtarmak üzere gönderilen bir meleği öldürmekle kurtuluşu reddettiğini simgeleyerek bitirir. -
(Jeffrey Burton Russell - Mephistopheles, s. 314-316)

Isidore Lucien Ducasse
(1846-1870)

toplam yirmi dört yıl,
yedi ay, yirmi gün,
on bir saat yaşamış.
ve bir otel odasında
intihar etmiş.

bu ölme becerisi, muhtemelen,
kalıtımsal bir özellikmiş.
çünkü zavallı annesi de,
o daha yirmi iki aylıkken,
başarıyla kıymış kendi canına.

öldüğü gün yalnızca iki görgü tanığı
çıkabilmiş koskoca Fransa’da,
Isidore Lucien Ducasse
adını taşıyan birini
sağlığında gördüğünü söyleyen.

‘Maldoror’un Şarkıları’,
yahut ‘Aurore du Mal’,
yahut ‘Onaylanmış Bilginin
İntiharı’, diye anılmayı hak eden
şiirimsi metinler karalamış.

bu notlara bakılacak olursa,
aklı bir süs köpeği gibi
tasmasından tutup, bütün bir ömür,
ruhun kenar mahallerinde
sokak sokak gezdirmiş.

sonra bir gün köpeğini kaybetmiş;
o gün akşama kadar aramadığı sokak,
bakmadığı delik kalmamış,
akşam yorgun argın otele döndüğünde,
“bir de kafamın içine baksam, yahu!

bir de kafamın içine baksam,
bir de kafamın içine, yahu!” demiş
ve tutmuş şakağında
şiiri gibi akıl dışı, trajik
bir delik açıvermiş.

- Cahit Koytak -

İbnu'l-Cevzî ve Eserlerine Dâir Üç-Beş Kelâm

16 Kasım 2012 Cuma

Uzun süredir bloğa yazamamış olmanın mahcubiyeti ile bir kez daha karşınızdayım ey okur. Bu kez ilginç bir şahsı misafir edip, bazı metinleri üzerinden hakkında birkaç kelâm olsun dillendirmeye gayret edeceğiz. Bir süredir aheste de olsa, İbnu’l-Cevzî’nin metinleri ilgi alanıma girip çıkmaktalar. Kitâbu'l-Ezkiyâ (Zekiler Kitabı), Kitâbu’l Hamkâ vel-Mugaffelîn (Ahmaklar ve Dalgınlar Kitabı), Ahbâru’z Zirrâf ve’l-Mutemâcinin (Latifeler Kitabı) ve Telbîsu İblîs (Şeytanın Ayartması) gibi metinler bunlar. Fakat metinler üzerinden yürümeye başlamadan evvel, kimdir İbnu’l-Cevzî sorusuna kabaca olsa da bir yanıt vermekte fayda var.

Hicrî VI. asrın çalkantılı günlerinde Bağdat’ta doğmuş, din ve edep ilimlerinin pek çoğunda oldukça yetkin eserler bırakarak her fâni gibi göçüp gitmiş bir şahsiyet İbnu’l Cevzî. Künyesi Ebu’l-Ferec olan İbnu’l-Cevzî'nin şeceresi Hz. Ebu Bekir’e kadar uzanıyor. Onu yaşadığı döneminin koşullarından ayrı bir karakter olarak düşünmek elbette mümkün değil. Bu döneme hâkim olan resme nazar edildiğinde, kökleri IV/X. yüzyılda atılmış bir dağılış manzarası görülecektir. X. yüzyıldan itibaren doygunluk noktasına ulaşan sınırlarla birlikte, Bağdat’taki Abbâsî halifesinin otoritesi de çökmeye başlar. Öyle ki, Fâtimîlerle birlikte emîru-l-mu’minîn ifadesi âdeta önüne gelenin kullanmaktan çekinmediği bir ünvana dönüşmüş ve ciddi bir halife enflasyonu meydana gelmiştir. XII. yüzyılda Bağdat’ta hâlâ bir Abbâsî halifesi vardır elbette -İbnu’l-Cevzî'nin uzun ömründen altı Abbâsî halifesi geçip gitmiştir- fakat Selçuklu sultanlarının eline bakan, siyasal gücü çok kısıtlı bir halifedir söz konusu olan. Mevzû-i bahs siyasal çöküntünün ve bölünmüşlüğün, dinsel alana da kaçınılmaz olarak yansıdığı ve farklı ekollerin, özellikle de bâtınî te’villerin ve gulât-ı şîa fırkaların alıp yürüdüğü bir döneme de tekâbül eder bu târihsel çerçeve. Hâl böyleyken İbnu’l-Cevzî hem kişisel gayretleri üzerinden hem de resmî talepler düzeyinde bilfiil bu akımlarla mücadele içinde bir ömür geçirmiştir.

Onun 200’den fazla metin kaleme aldığı rivâyet ediliyor ki, bugün elimizde bu yekûnun yarısından azı mevcut ve bu mevcudun da basılmış olanları küçük bir kısmından ibaret durumda. Yaşadığı dönemde İbnu’l-Cevzî diğer vasıflarından evvel çok popüler ve etkileyici bir vâiz olarak tanınmıştır. Öyle ki, vaazlarında 50.000 dinleyiciye kadar ulaşabildiğinden bahsediliyor(bu sayının kesretten kinâye olması muhtemel olmanın ötesinde). Fakat vâizlikteki ününün yanında, onu büyük bir muhaddis, müfessir, mütekellim, fakih, târihçi ve dilci olarak da selamlamak durumundayız. Nitekim beş ayrı medresede müderrislik yapabilecek düzeyde olduğunu görmekteyiz. Sadece 6o yaşında kendi inşa ettirdiği medresede 14 ayrı dalda ders verdiğini öğreniyoruz kaynaklardan. Dahası pek çok müspet ilim dalında da eserler kaleme almıştır.

Yeri gelmişken eserleri arasında en meşhur olanlarına şöyle kısaca bir değinmiş olalım: el-Mevzûat adlı uydurma hadisleri topladığı çalışma, bu alanda yapılmış en erken örneklerden biridir. Yine el-İlel adlı bir diğer hadis çalışmasında da zayıf rivâyetleri bir araya getirdiğini görmekteyiz. Tefsir alanında Zadu’l-Mesîr adlı ünlü bir muhtasar tefsiri mevcut. Akâid alanında ise Ahbâru's-Sıfat ve Def’u Şubehi't-Teşbih adlı eserleri öne çıkmakta. Târihe gelince, el-Muntazam fi’t-Târih adlı çalışması yıllık-biyografi türünün elimize ulaşan ilk örneği kabul ediliyor. Döneminin Bağdat’ı için eşsiz bir kaynak olarak görülmekte. Yine bu son kitap klasik İslâmî ilimlerde “ahbâr” denilen kronolojik olmayan rivâyet merkezli târih çalışmalarının da yetkin bir örneğidir ki, yayımlanan metinlerinin epeyce bir kısmının az-çok bu nevîden metinlerden müteşekkil olduğu görülecektir. 

Hülâsa İbnu’l-Cevzî’nin hâkim olduğu yelpazenin genişliğine bakıldığında, hem onun şahsî gayretine hem de klasik dönemdeki eğitim sisteminin başarısına hayran olmamak zordur. Öylesine yoğun bir yazım faaliyeti göstermiştir ki, vasiyetinde eserlerini yazarken kullandığı kalemlerin birikmiş talaşlarının yıkanacağı suyun ısıtılmasında kullanılmasını istediği ve neticede böyle yapıldığında geriye fazladan talaş kaldığı anlatılagelir.

Benim burada vâkıf olduğum metinler içinde odaklanacağım esas kitap Telbîsu İblîs olacak, ama en başta ismini andığım diğer metinlerin ahbâr türünün artık klasik hâline gelmiş metinleri olduğuna da işaret etmeliyim. Yukarıda dikkat çekildiği üzere bunlar kronoloji takip etmeyen, birer rivâyet derlemesi olarak kaleme alınmış eserler. Metinlerin mâhiyetlerine tek tek girmiyorum, zîrâ isimlerinden ma’lûm olmalı. Eğer Câhız ve İbn Abdirabbih gibi isimleri okumuşsanız, bu metinlerin biçimine de oldukça âşinasız demektir. Elbette kitapların yapı ve üslûbuna İbnu’l-Cevzî’nin vâiz olmasından mütevellit özellikleri yansımış durumda, yani işbu metinler oldukça didaktik bir keyfiyet arz edebiliyorlar, fakat öte yandan her birinin İslâm kültür târihi hakkında benzersiz birer kaynak olduğunu da teslim etmemiz gerekiyor.

Telbîsu İblîs’e dönersek, bu metin ayrı ayrı yayınevleri tarafından Türkçe’ye benzer isimler altında birkaç defa çevrilmiş görünüyor. Eser temelde üç bölümden müteşekkil ve tanınmış bir takım şahısların veyahut çeşitli fırka ve mezheplerin i'tikadî ya da amelî düzeyde içine düştükleri hata ve yanlışlara dair rivâyetlerin derlendiği ve müellif tarafından ciddi şekilde tenkit edildiği bir muhtevaya sahip. Tabiî bu noktada İbnu’l-Cevzî’nin Hanbelî ekolüne mensubiyetini hatırlatmak elzem oluyor. Dolayısıyla o gelenekçi(selefî) gruba mensup bir kalemdir ve eleştirilerinin yönü ve sertliği de bu bağlam dikkate alınarak okunmak zorundadır. Fakat onun kendi sözlerine yansıyan Hanbeli mensubiyetinin, metinlerinin geneli açısından ciddi tenâkuzlar doğurduğunu da belirtmeliyiz. Bu manzaraya bakarak onun mutaassıp bir Hanbelî olmadığını söylemek elbette kolay, ama bu tespitin tek başına yeterli olmadığı da ortada. Çünkü o, özellikle akâid bağlamında gerektiğinde sık sık akla dolayısıyla te’vile başvuran orta yolcu bir Eş’ari gibi konumlanmış gözüküyor. Öte yandan her ne kadar akılcı bir eğilimi varsa da, aynı zamanda bir disiplin olarak kelâma ve kelâmcılara karşı oldukça menfi düşünceler beslediğini de görmekteyiz. Örneğin Telbîsu İblîs’de şuna benzer birçok rivâyet aktarmakta bize:

Ebu’l-Meali el-Cüveynî derdi ki: “Tüm İslâm âlemini ve uğraştıkları ilimleri dolaştım. Denizlerde de yolculuk yaptım. İslâm’ın nehyettiği şeylere daldım. Tüm bunları taklitten kaçınıp hakkı aramak için yaptım. Ama şimdi hepsinden döndüm ve hak kelimeye geldim. Şu ihtiyarların dinini izleyin. Eğer hak bana ulaşmaz da bu ihtiyarların yolu üzere ölmezsem ve bu dünyadan göçerken ihlas kelimesi ile ağzım kapanmazsa vay halime.”

Her ne kadar alıntıda yer verilen Cüveynî bir Eş’ari ise de, kelâma dönük tenkitlerdeki ana hedef genelde Mu’tezile olmaktadır. Fakat bu bağlamda metodolojik bir tutarsızlık göze çarpıyor, zîrâ bir yandan genelde mütekellimleri özelde Mu’tezile’yi Allah’ın varlığı ve sıfatları gibi meselelerde filozoflardan alınmış yöntemlerle akla ve te’vile başvurmaları dolayısıyla ağır bir biçimde suçlarken, diğer yandan yukarıda işaret ettiğimiz üzere kendisi de Müşebbihe ve Mücessime’ye karşı hiç çekinmeden te’vile gidebilmektedir. Dolayısıyla İbnu’l-Cevzî’nin nakil-akıl geriliminde konumu oldukça muğlak ve metinden metine çok değişebiliyor. Bu sorunu çözebilmek için bazıları, onun fıkıhta Hanbelî, itikatta Eş’ari olduğuna işaret etmekteler. Fakat böyle bir çözümün kendi içinde tutarlı olması ne derece mümkündür, bu en azından benim için pek açık değil.

Behemehâl Telbîsu İblîs, İbnu’l-Cevzî’nin gelenekçi yönünün ağır bastığı bir metin. Her ne kadar yer yer mutekaddimûnu taklit etme konusunda menfî bir duruş sergiliyor ise de, eser sünnete ve cemaate bağlılığa övgüler düzerek açılan ve bid’atları ve bid’atçıları zemmederek yoluna devam eden bir metin mâhiyetindedir. Bu doğrultuda bakıldığında, Telbîsu İblîs’in eleştiri okları karşısında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın temel çekirdeği dışında hemen herkes hazır ve nâzırdır. Sözün burasında müellifin 73 fırka (Fırkayi Nâciye) ile ilgili meşhur hadise gelip demir atması okur için bir sürpriz olmayacaktır sanırım. Öyle ki, cehennemlik olan fırkalar bâbında Kaderiye, Cebriye, Mürcie, Rafiziye, Cehmiyye ve Haruriye isimlerini ve bunların her birinin 12 alt fırkasını tek tek sayar ve böylece bunları 72’ye tamamlayıp, sapıklar kervanına ekleyiverir. Bu tasnifin bugün için iler tutar bir yanı elbette yok, zîrâ esâsen İslâm târihine kaba bir bakış bile, 73 sayısının vak'a ile yakınlık düzeyinde bile bir ilişkisinin olmadığını, dahası süreç içinde ortaya çıkan fırka, ekol ve mezheplerin isimlerinden ansiklopedik bir çalışma bina edilebileceğini aşikâr kılmaya yetecektir.

Tabiî yeri gelmişken İbnu’l-Cevzî’nin bahse konu gelenekçi pozisyonuyla,  spesifik eleştirilerindeki isabet oranının zorunlu olarak bağlantılı olmadığının altını mutlaka çizmek gerekiyor. Doğrusu çoğu zaman oldukça haklı ve sağlam tenkitlerde bulunduğunu düşünmemek için hiçbir neden yok. Telbîsu İblîs’in yarısından fazlasının tasavvuftaki aşırılıklara ayrıldığını düşünürsek bu özellikle böyle. Fakat kitabın tenkitlerinin isabeti bir yana dursun, bu alanda bir araya getirdiği rivâyet zenginliği hesaba katıldığında, temel bir kaynak olma özelliğini haizdir.

Tenkit düzeyinde gördüğüm en temel sorun, müellifin hedef tahtasına koyduğu şahıs ya da grupların, düşünce ve eylemlerine delil olarak gösterdikleri rivâyetlerin problemlerine haklı olarak işaret ederken, kendisinin de zaman zaman en az onlar kadar sorunlu olan haberlerden karşı dayanaklar oluşturma yoluna gitmiş olmasıdır. Hâl böyleyken, İbnu’l-Cevzî ile ilgili başka bir tutarlılık sorununa daha gelip çatıyoruz. En başta eserlerinden bahsederken İbnu’l-Cevzî’nin mevzû ve zayıf hadisler konusunda müstakil metinler kaleme alacak düzeyde yetkin olduğuna işaret etmiştik. Onun şahsında, cesaretle metin tenkidi yapmış bir musannifle karşı karşıyayız. Öyle ki, eleştirilerinden dokunulmazlık zırhına bürünmüş hadis otoriteleri bile kayda değer biçimde nasiplenmiştir.  Kutubu’s Sitte’deki pek çok hadis ve hattâ mensubiyetini deklare ettiği ve bu yönde sık sık atıf yaptığı Ahmed bin Hanbel’in el-Musned’indeki hadisler bile onun tenkit ağına yakalanmaktan kurtulamamışlardır. Biraz da bu metinlere dil uzatabildiği için, daha sonraları İbn Hacer, Suyûtî ve Zehebî gibi isimlerin çeşitli eleştirilerine de ma’ruz kalacaktır zaten.

Yine bir noktada hadisle iştigal edenlerin öncelikle fıkıh bilmesini şart koştuğunu da görmekteyiz ki,  fıkıh bilmeden hadis toplama işini hadis hamallığına benzetmektedir. Bu dikkat çekici biçimde Ehl-i Re’y’e de göz kırpan bir yorumdur. Yeri gelmişken, belki Taberî’nin Ahmed b. Hanbel’in bir fakih olmadığı, Hanbelîliğin de bir fıkıh ekolü olmadığı yolundaki eleştirilerini hatırlatmak ilginç olacaktır.

Beri yandan, kendi dönemine kıyasla cesur bir muhaddis izlenimi veren İbnu’l-Cevzî, iş diğer metinlerine gelince farklı bir kişiliğe bürünüyor âdeta. Bu bağlamda, yukarıda bahsettiğim okumaları yaparken, hem Telbîsu İblîs’de hem de diğer ahbârî metinlerinde kullandığı birçok rivâyetin ciddi ölçüde problemli olduğu nokta-i nazarında sürekli bir rahatsızlık hissettiğimi söylemeliyim.  Zaman zaman öyle rivâyetler ya da kıssalara rastladım ki, apaçık uydurma olduğu belliyken, pervasızca kullanılmaktaydılar. Nitekim hakkında yapılmış dikkatli çalışmalar İbnu’l-Cevzî’deki bu garip soruna işaret etmekteler. Dahası öteden beri bu sorunun farkında olunduğunu da biliyoruz, örneğin İbn Teymiyye, ondan çok yararlanmasına rağmen, İbnu’l-Cevzî’nin uydurma rivâyetlere bolca başvurduğunu söylemekten çekinmemiştir. Neticede bu çelişkili durumu, unutkanlık gibi insanî ve kaçınılmaz zaafları bir yana bırakırsak, İbnu’l-Cevzî’nin yaşadığı dönemin siyasal ve dinsel kriz ortamının bir yansıması olarak okumak bir dereceye kadar mümkün olabilir. O, popüler bir vâiz olarak, herkesin ayrı telden çaldığı bir dönemde, bu neviden metinlerinde rivâyetlere karşı kritik bir yaklaşımdan ziyade, faydacı bir yaklaşım yolu izlemiş olabilir. Dolayısıyla rivâyetleri güvenilirliğine bakmaksızın işlevsel olarak konumlandırmış olması muhtemel. Böylece, özellikle Terğîb ve Terhîb mevzû-i bahs olduğunda hadis uydurmanın bile açık açık meşru kabul edilebildiği bir târihsel bağlam içinde İbnu’l-Cevzî’deki tenâkuz izah edilebilir bir zemine oturtulabilir diye düşünmekteyim.

Telbîsu İblîs’in tenkitlerinden en çok nasiplenenlerin mutasavvıflar olduğuna işaret etmiştik. Bu bağlamda İbnu’l-Cevzî’nin tasavvufu bütünüyle olumsuzlamadığının altını çizmeliyiz. Onun erken dönem zühd ehlinden, özel olarak Hasan-ı Basrî, Süfyan-ı Sevrî gibi isimlerin başını çektiği Basra ekolünden yana durduğunu söylemek mümkün. O, bu isimlerden örnek verirken, onların peygamberin ve sahabenin ahlâkının bir timsali olduklarını, müteahhirîn sûfîler gibi nazarî ve amelî konularda aşırılığa kaçmadıklarını ileri sürer. Geç dönem sûfîleri tenkit ederken onların şeriatın zâhirini görmezden geldiklerine, tahrif ettiklerine ya da külliyen önemsiz kıldıklarına işaret etmekte ve içine düştükleri onulmaz hataları, sosyal hayatın dinamiklerinden ve ilimden bütünüyle uzak kalışlarına yormaktadır. Şeytan kulaklarına fısıldadıkları ile onları yoldan çıkarmıştır yazarımıza göre. Yine müteahhirîn sûfîlerin iktidarla olan netameli ilişkilerine dikkat çekerek şöyle yazar: ”İlk sofiler, yöneticilerden nefret ederlerken sonrakiler onların ayrılmaz dostları oldular.”

İbnu’l-Cevzi’nin sûfîlerin aşırılıklarından dem vururkenki üslûbu ve aktardığı rivâyetlerin içeriği zaman zaman oldukça sertleşebiliyor. Şu örnek pasajda bu durum görülebilir:

Yunus b Abdula’la anlatıyor. Şafiî şöyle derdi: “Eğer bir adam günün ilk saatlerinde tasavvufa girerse öğlen olmadan ahmaklaşır.”
Yine bir sözünde İmam Şafiî şöyle der: “Sofilerle kırk gün beraber olan kimsenin aklı bir daha ebedi olarak ona geri dönmez.”

Müellif, halkın bu şahıslarla ilgili kerâmet haberlerini nasıl yoktan var ettiğine dair şu kayda değer rivâyeti de aktarır bize: 

“Zülfa anlatıyor. Rabiatu’l-Adeviyye’ye: “Teyze neden insanların yanına girmelerine izin vermiyorsun?” dedim. Şöyle dedi:
“Bana geldiklerinde insanlardan ne bekleyeyim ki, yanıma geldiklerinde yapmadığım şeyleri yaptı diye anlatacaklar. Hattâ benim hakkımda şöyle diyorlar; namazlığının altında dirhemler buluyor, ateşsiz kazanda yemekler pişiriyor, hâlbuki ben böyle şeyler görseydim korkardım.”

Birçok isim yapmış mutasavvıfı i'tikâdî ya da amelî düzeydeki hatalarından dolayı tenkit sırasına soktuğu eserinde, müellifin eleştirilerinden Huccetu’l-İslâm İmam Gazzâlî bile kurtulamıyor. Metinde, Gazzâlî’nin hataları ile ilgili hayretini de gizleyemediği birçok pasaj var. Dahası onun Gazzâlî’nin büyük eseri İhyâu Ulûmi’d-Din’in muhtevasındaki çok sayıda mevzû rivâyeti ayıkladığı Minhacu’l-Kâsıdîn adlı muhtasar bir çalışması olduğunu da biliyoruz (sonraki bazı araştırmacılar İbnu’l-Cevzî’ye hak vermenin de ötesine giderek İhyâ'nın %70-80 ölçüsünde problemli rivâyetlerden müteşekkil olduğuna işaret etmekteler).

Velhâsıl-ı kelâm, Telbîsu İblîs muhtevasındaki rivâyetlerin taşıdığı târihsel değerin yanında, içerdiği tenkitlerin daha sonraki dönemlerde özellikle gelenekçi ulema arasında birer referans olarak kabul görmesi açısından önemli bir metin keyfiyetindedir. Daha genel pencereden bakıldığında ise, İbnu’l-Cezvî, hem kemiyet hem de keyfiyet açısından, yazdığı eserlerle ve bu eserler üzerinden yaşadığı döneme ve öncesine dair tuttuğu ışıkla, onun eserlerine başvurmadan bir İslâm târihi ve İslâmî ilimler târihi yazılmasını neredeyse imkânsız kılacak ölçüde kıymetli kayıtlar bırakmış, dolayısıyla davasına ve görüşlerine biçtiğimiz değerin ötesinde, sırf bu inanılması güç gayretkeşliği nedeniyle minnettar olmamız gereken bir hüviyet taşımaktadır. 

Keyifli okumalar...

İkbâline yuf âlemin idbârına hem yuf

4 Eylül 2012 Salı

Rûhî-i Bağdâdî - Terkîb-i Bend

- On Birinci Bend -

Yuf hârına dehrin gül-i gülzârına hem yuf
Ağyârına yuf yâr-i cefâkârına hem yuf

Bir ayş ki mevkûf ola keyfiyyet-i hamre
Ayyâşına yuf hamrine hammârına hem yuf

Zîkıymet olunca nidelim câh ü celâli
Yuf anı satan dûna hirîdârına hem yuf

Çün ehl-i vücûdun yeri sahrâ-yi âdemdir
Yuf kâfile vü kâfilesâlârına hem yuf

Âlemde ki bengîler ola vâkıf-i esrâr
Seyrânına yuf anların esrârına hem yuf

Ârif ki ola müdbir ü nâdân ola mukbil
İkbâline yuf âlemin idbârına hem yuf

Çerh-i feleğin sa'dine vü nashine lâ'net
Kevkeblerinin sâbit ü seyyârına hem yuf

Çün oldu harâm ehl-i haka dünye vü ukbâ
Cehdeyle ne ukbâ ola hâtırda ne dünyâ.

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde

15 Mayıs 2012 Salı

Rivâyet o ki, Halife Ali günlerden bir gün Dicle kıyısına iner, bir hokka ve divit ister yanındakilerden. Sonra bir kâğıda bir şeyler karalar ve nehre savurur yazdıklarını. "Bunlar," der, "mârifet ve hakîkate ait sözlerdir. Bir müddet sonra Şiraz'dan bir ârif gelecek ve bu sözler ondan zuhur edecektir." İşte o ârif ki, eskiler Hâfız-ı Şirazî'dir derler.

Mevzubahis rivâyetin aktarıldığı kaynak, haberin bütünüyle uydurma olduğunu da peşi sıra ekliyor haklı olarak, ama gerçekten umurumuzda mı böyle bir bilgi?! Bazen gerçeğin çölüne mahkûm olmamayı da seçebiliriz elbette. Kaldı ki, mitle logos arasına kim kat'i bir sınır çizebilmiş ki bugüne kadar?

Her neyse, böylece Hâfız, şarabın kızıllığını mürekkep kılmış kendisine. Belki o da bir bakıma Nietzsche gibi kanla yazmış yazacaklarını, çünkü kendi sözlerine bakılırsa, tanrı hamurunu halis şarapla yoğurmuş bu garip âdemin.


Farsça şiirin zirvelerinden birini temsil eden Hâfız'ın şiirlerindeki rindlikle ilgisiz bilgeliği bir kenara koyarsak, bu şiirler esasen şaraba ve sevgiliye dair bir övgüdürler. Gerçi bazı şârihler ondaki şarabın aslen bir mecaz olduğunu düşünmemiş değillerdir. İbnü'l Fâriz'in o ünlü beytindeki gibi, daha üzüm yaratılmadan evvel, bezm-i elest anında sarhoş olanlardan dem vurmuşlar bu meyanda. Şüphesiz bu neviden yorumlar başka sûfî eğilimli şairler için anlamlı olabilir, ama Hâfız’ın tecrübeleri için de birebir geçerli olduğunu iddia etmek mümkün görünmüyor. Daha çok onu şeriatın gözünde temize çıkarmaya dönük bir apoloji olarak okunabilirler. Zîrâ, onun şarabı Hayyam'da olduğu gibi gerçek bir şarap ve sarhoşluğu da gerçek bir esriklik hâli olmalı. Böylece rindlik yolunda kelimenin literal anlamıyla mest-i harâb olmuştur Hâfız. Bu nedenle de kınanır elbette ve onun bu hâlini dilinden düşürmeyen zâhidler ve sofular, bir cevap uğruna bazen girip çıkarlar şiirlerine. Bu kınamadan tek çeken de o değildir hem, aksine kadim bir meseledir bu, bir başka büyük şairin sözlerinde yankılandığı gibi: Fuzûlî rind ü şeydâdur, hemîşe halka rüsvâdur. 

Sözün özü, rindliğin yazgısıdır bu hâl ve aksini ummak da kolay iş değildir. Çünkü şu devran bir paralakstır ve zâhidin baktığı yerden bir şey, rindin baktığı yerden başka bir şey olarak gözükür.

...

Ve nihayet her fâni gibi Hâfız’ın da bezm içinde geçen günleri yitip gitmiş ve böylece Yahya Kemal’in şirindeki âsûde bahar ülkesine kavuşmuş. Kutbeddin Hayder hakkında bir dörtlük kaleme alınmış evvelce, Dîvân'ın önsözünde işbu bu dörtlüğün Hâfız’a da yakışabileceği hatırlatılmış okuyucuya. Değil mi ki Hâfız gerçek kalenderliğin, saçtan değil baştan geçmek olduğunu düşünmüştür, şöyledir:

Rindî dîdem nişeste ber huşk zemîn
Ni kufr u ne islâm u ne dunyâ vu ne dîn
Ni Hak ne hakîkat ne tarîkat ne yakîn
Ender du cihân kirâ buved zehre-i în.

...

Not: İlgilenenler için Hâfız Dîvânı'nın Ayrıntı Yayınları'ndan ve Mehmet Kanar'ın elinden yeni bir çevirisi çıktığını hatırlatalım. Daha önce Gölpınarlı'nın bir çevirisi mevcuttu, fakat nesir olarak yapılmış bir çeviriydi. İşbu yeni çeviride, metin nazım olarak ve orijinal transkripsiyonu ile beraber sunuluyor.

Sîne-i pürdâğımızdır bâğımız gülzârımız

17 Şubat 2012 Cuma

Hüzün Uyandı

Hüzün uyandı Mélusine. Bunu anladığımda hiçbir şey duymadım. Çevremde olağandışı hiçbir kıpırtı görülmedi. İnsanların düzeninde hiçbir değişiklik olmadı. Ama hüzün uyandı. Bir ağaç kovuğundan olağanüstü güzellikte bir göz görüldü mor ve yeşil.Bir su-bulut geçti. Bir klavsen yağmuru çaldı.
Kapılar kendilerine örtüldü. Hüzün uyandı.

Lâle Müldür  

***

Ateşte Unutulmuş Ferman

herkes kendi ateşini başkasının cehenneminde sınar
kendi külünde söner bütün rüzgârlarına yazıldığın akşam

ateş tadında kum tadında kalarak
derinleştirir bazı ayrılıkları zaman

al ağrını git burdan
en uzun eylülü ömrümüzün

uyutmuyor seni ne kömürleşmiş bu gurur
ne göğsündeki kaplan

seçilmiş taş milyonlarca taş arasından
başını vurduğun
çok gençti genç olmak için bile
kendi zamanına muhtaç
kendiyle dargın

daha yolun başında görülüyordu
menzilindeki noksan

ömrünce sızlayacak
kayıplar sarayında ateşte unuttuğun ferman.

Murathan Mungan

***

Hey

Neyi seyrediyorsun yalnız?
Yukarıda bir ışık gününün çiçeği
Aşağıda, karanlığı rüzgârın
Bakma boşuna, daldan dökülmeyecek gece,
Ve aydınlık değil Tanrı'nın kapısı.
Gökyüzü yaprağından uçacak şebnemi yıldızların
Sen kalacaksın, ve büyük bir korku. Bakış sütunu ve gam sarmaşığı.

Bakma boşuna
Kalk, bir çiçek endişesi geceye çevirdi yeryüzünü
Çık yola, ayın dönüşü bir üzüntü tarhı açtı ardında
Dinle ağustos böceğini: Ne gam verici bir dünya, ve bir Tanrı yok.
Ve var bir Tanrı, ve bir Tanrı...

Zaman geç oldu; kokla ve git ve güzel bir yüz ara
Bir başka düşte.

Sohrâb-i Sipihrî

Bir Şairin Ardından...

26 Ocak 2012 Perşembe


"Ama biliyor musunuz, ruhumuz bir kuş gibidir," diyordu. "Bu kuşun bir bacağı havadadır; uçmak mı, uçmamak mı sorusunu taşıyarak..."

Evet, yaşamla ölüm arasındaki sınırda, bir ayağı havada duran bir kuştu Angelopoulos ve soğuk bir kış günü aştı o sınırı. Sınırların en sonuncusundan uçup gitti.

Bazı insanlar vardır, özel ve doğrudan hiçbir hukukunuz olmadığı halde, dolaylı yollardan kurduğunuz ilişki üzerinden hep aşina olduğunuz biri gibi hisseder ve sonunda göçüp gidişlerine sanki bir yakınınızı yitirmiş gibi kederlenirsiniz. Angelopoulos benim için öyle biriydi.

Onun isminin yankısı sinema kelimesinin yankısı ile karışmıştır zihnimde. Doğrusu şuracıkta üç-beş kelime marifetiyle filmlerinin üzerimde bıraktığı hissiyatın hakkını teslim etmem mümkün değil asla, hele de kısa olması arzulanan böyle bir yazıda. Fakat onun, güneşin sıcak ve şefkatli yüzünü ancak istisna kabilinden görebildiğimiz meta-realist dünyalarında, arzu ile gerçek arasında bir yerlerde kaybolmuş, arayış halinde gezinen, sınırlar aşan ama hâlâ ve hep "burada" olan, evlerini bulamamış yersiz-yurtsuz karakterleri ile bir duygudaşlığı, bir hüznü, bir gerçeklik algısını paylaştığımı söyleyebilirim. Ve diyebilirim ki, Angelopoulos kelimenin literal anlamıyla "film"ler yapmamıştır, resimlerin hareketinden epik ve melankolik şiirler yazmıştır beyaz bir perde üzerine (Pasolini buna cinema di poesia diyebilirdi) ve bu nedenle onun ölümü de bir şairin, sinemanın yaşayan en kıymetli şairinin ölümü demektir benim için.

Onun, hayatını bir film çekiminin ortasında kaybetmesine ne demeli insan? Bu garip yazgı, daha önce hakkında okuduğum bir parçayı hatırlattı bana ister istemez. "Her film çekişimde," demişti o metinde, "bunun son filmim olabileceğini düşünürüm ama sonra... tıpkı bir kahvede oturan iki yaşlı adam gibi. Mevsim bahardır. İhtiyarlar önlerindeki dünyanın -özellikle güzel kadınların- geçişini seyrediyorlardır. Bir kadının uzakta kaybolmasını izlerler. Biri diğerine 'Böyle daha ne kadar devam edeceğiz?' diye sorar. Yanındaki ona, 'Sonuna kadar,' der. İşte, sinema da benim açımdan böyledir."

Ve şimdi artık biliyoruz ki, o "son"dayız; Theodoros Angelopoulos'u bir kameranın ardında göremeyeceğiz bundan böyle ve bizim için, dostları için zamanın uçuşunu yumuşatamayacak bir kez daha...

Fantasy: The 100 Best Books

17 Ocak 2012 Salı

Şu günlerde farklı alanlardan birçok metinle haşir-neşir durumundayım. Şiir eleştirisine dair bir çalışma, Kitab-ı Mukaddes tarihi üzerine bir başka çalışma ve ilkçağ felsefesi üzerine bir metin elimde dönüp duruyor. Lâkin firavunların tarihini okumaktan ve haçlara çarpa çarpa yürümekten yorulduğum şu anda, blogun seyrine evlâ olan ve daha “eğlenceli” şeylerden dem vuran bir kitaba değinmek isterim. Bir süredir aklımda olan fakat bahsetmeyi sürekli ertelediğim bir çalışma söz konusu olan.

Michael Moorcock ismine birçoğunuz Elric Destanları’ndan aşina olabilirsiniz. Moorcock, altmışların sonlarından itibaren editörlüğünü yaptığı New Worlds dergisi bağlamında Yeni Dalga bilim-kurgu akımının öncülüğünü üstelenmiş isimlerden biridir ve bu yönüyle pek çok kıymetli yazarın hikâyelerinin yayımlanmasında pay sahibi olmuştur.

İşte bu amcamız, temelde bir çizer olan James Cawthorn’le birlikte 1980’lerin sonunda o güne kadar kaleme alınmış en iyi yüz fantastik kitabı imleyen bir seçki oluşturmaya karar veriyor ve 1988 yılında Fantasy: The 100 Best Books adlı bir kitap yayımlayarak murâdlarına eriyorlar. Şimdiye kadar fantastik edebiyata dair birçok “en iyiler” listesine şâhit olduk, fakat doğrusu bunların çoğu son dönemlerdeki popüler metinlere odaklanmış görünüyorlardı. Moorcock ve Cawthorn ise meseleyi daha geniş bir perspektiften görmeyi başarmışlar. Hazırladıkları listeye baktığımızda içindeki ilk metin 1726 yılına ait. Son metnin tarihi ise 1987’ye tekabül ediyor. Dolayısıyla metinleri seçerken 250 yıldan uzun bir zaman dilimini hakkını vererek hesaba katmış görünüyorlar.

Bu tür seçkiler ister istemez epey sübjektif bir keyfiyet arz ederler. Bu gerçeği kitabın girizgâhında yazarlar da yadsımıyor ve sahte bir objektiflik havası takınmadan, yapılan seçimlerin kişisel beğenilerini yansıttığını açık açık ifade ediyorlar. Dolayısıyla okur da sonucu yargılarken bu durumu dikkate almalıdır. Yine de kendi adıma birkaç elzem eleştiride bulunabilirim. Öncelikle seçilen metinlerin neredeyse tamamının İngilizce yazılmış olduğunu görüyoruz. Aslında bunun tek bir istisnası var, o da Franz Kafka’nın Dava ve Şato romanlarından ibaret, öyle ki onların da neredeyse yanlışlıkla listeye alındığını düşünmek mümkün. İngilizce edebiyat dairesi içine kapanmış böylesi bir okuma elbette sorunlu gözüküyor, çünkü bu listeye girebilecek başka dillerde yazılmış kitaplar olduğunu iddia etmek pekâlâ mümkündür.

İkinci bir problem, listedeki kitapların hangi janra ait oldukları ile ilgili olabilir. Bu tabiî daha netameli bir meseleye dokunmak demek, zîrâ fantastik edebiyatın efrâdını câmi, ağyârını mâni bir tanımını yapmak oldukça güçtür(bu sorunla ilgili bkz. Fantastik Edebiyata Dair). Her halükârda listedeki bazı metinler epeyce gri alanlarda duruyor ve haklarında çeşitli kuşkular oluşması mümkün. Örneğin Mary Shelley’nin Frankenstein’ı bir fantezi midir, yoksa bir bilim-kurgu olarak mı değerlendirilmeliydi (şahsen BK’dan yana tercihimi kullanırdım, bkz. Hayalle hakikatin dansı ya da Bilim-Kurgu)? Ya da Moby Dick ne ölçüde bir fantastik edebiyat örneğidir acaba? Örnekleri çoğaltmak mümkün...

Ayrıca hazırlanış tarihi itibariyle, son yirmi beş yılda yazılmış herhangi bir metnin bu seçkide doğal olarak yer bulamadığına da dikkat çekmeliyiz. Bu günden bakıldığında, bu durum böyle bir seçki için ciddi bir eksik olarak düşünülebilir elbette. Özellikle de son otuz yılın fantastik kurgunun bir nevi altın çağı olduğunu düşünürsek. Fakat bu, başka bir açıdan sanıldığı kadar önemli bir mesele olmayabilir. Kanımca bu seçkinin asıl meziyeti, Moorcock ve Cawthorn’un 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında yazılmış daha az bilinen, daha egzotik metinlere yoğun bir şekilde dikkat çekmiş olmalarından kaynaklanıyor. Bu haliyle yaptıkları seçki okur için güncel benzerlerinin çoğundan daha ehven bir rehber de olabilir pekâlâ.

Son olarak kitabın biçimsel yapısı hakkında birkaç kelâm edelim. Elimdeki metin Carroll & Graf yayınlarından çıkmış 1991 yılına ait bir baskı(sanıyorum daha yeni bir baskısı da yok). Kitap bir antolojiden beklenenden fazla bir şey sunmuyor. Her bir kitap için eserin mahiyeti ve yazarların serüveni ile ilgili yaklaşık iki şer sayfalık bir bilgi aktarılmış. Bunun hâricinde bir içerik de mevcut değil.

Aşağıda yazarların seçtiği kitapların kronolojik bir listesini bulacaksınız. Keyifli okumalar...

***

Jonathan Swift - Gulliver's Travel (1726)
Horace Walpole - The Castle of Otranto (1765)
William Beckford - Vathek (1786)
Matthew Gregory Lewis - The Monk (1796)
Mary Shelley - Frankenstein (1818)
Charles Robert Maturin - Melmoth the Wanderer (1820)
Edgar Allan Poe - The Narrative of Arthur Gordon Pym (1838)
Charles Dickens - A Christmas Carol (1843)
Emily Bronte - Wuthering Heights (1847)

Herman Melville - Moby Dick (1851)
J. Sheridan LeFanu - Uncle Silas: A Tale of Bartram Haugh (1864)
Lewis Carroll -
Alice’s Adventure in Wonderland (1865) ve Through the Looking-Glass (1871)
Edwin Abbott Abbott - Flatland (1884)
Henry Rider Haggard - She (1886)
Robert Louis Stevenson - Doctor Jekyll and Mr. Hyde (1886)
Richard Garnett - The Twilight of the Gods (1888)
William Morris - The Story of the Glittering Plain (1891)
Oscar Wilde - The Picture of Dorian Gray (1891)
Bram Stoker – Dracula (1897)
Henry James - The Turn of the Screw (1898)
Gilbert Keith Chesterton - The Man Who Was Thursday (1908)
William Hope Hodgson - The House on the Borderland (1908)
Marjorie Bowen - Black Magic (1909)
Max Beerbohm - Zuleika Dobson (1911)
Edgar Rice Burroughs - A Princess of Mars (1911)
Edgar Rice Burroughs - Tarzan of the Apes (1912)
Arthur Conan Doyle - The Lost World (1912)
William Hope Hodgson - The Night Land (1912)
Charlotte Perkins Gilman - Herland (1915)
Francis Stevens - The Citadel of Fear (1918)
David Lindsay - A Voyage to Arcturus (1920)
E.R. Eddison - The Worm Ouroboros (1922)
David Lindsay - The Haunted Woman (1922)
David Garnett - Lady into Fox (1922) ve A Man in the Zoo (1924)
Lord Dunsany - The King of Elfland’s Daughter (1924)
Abraham Merritt – The Ship of Ishtar (1926)
Franz Kafka - Der Prozeß (1925) ve Das Schloß (1926)
John Buchan - Witch Wood (1927)
Charles Williams - War in Heaven (1930)
Thorne Smith - Turnabout (1931)
Thorne Smith - The Night Life of the Gods (1931)
Abraham Merritt - Dwellers in the Mirage (1932)
Clark Ashton Smith - Zothique (1932-51)
Guy Endore - The Werewolf of Paris (1933)
James Hilton - Lost Horizon (1933)
Catherine L. Moore - Northwest Smith (1933-40)
Catherine L. Moore - Jirel of Joiry (1934-39)
Charles G. Finney - The Circus of Dr. Lao (1935)
Joseph O'Neill - Land Under England (1935)
Robert E. Howard - Conan the Conqueror (1935-36)
H.P. Lovecraft - At the Mountain of Madness (1936)
William Sloane - To Walk the Night (1937)
Seabury Quinn – Roads (1938)
T.H. White - The Once and the Future King (1939-77)
L. Ron Hubbard - Slaves of Sleep (1939)
Frank R. Stuart - Caravan for China (1939)
L. Ron Hubbard - Fear (1940)
Jack Williamson - Darker Thank You Think (1940)
H.P. Lovecraft - The Case of Charles Dexter Ward (1941)
Fletcher Pratt ve L. Spraque de Camp - Land of Unreason (1941)
Fritz Leiber - Conjure Wife (1943)
A. E. Van Vogt - The Book of Ptath (1943)
Henry Kuttner - The Dark World ve The Valley of the Flame (1946)
Mervyn Peake - Titus Groan (1946), Gormenghast (1950) ve Titus Alone (1959)
Maurice Richardson - The Exploits of Engelbrecht (1946)
T.H. White - Mistress Masham's Repose (1946)
Fritz Leiber - Adept's Gambit (1947)
Fletcher Pratt - The Well of the Unicorn (1948)
Fritz Leiber - You're All Alone (1950)
Jack Vance - The Dying Earth (1950)
John Dickson Carr - The Devil in Velvet (1951)
L. Spraque de Camp - The Tritonian Ring (1951)
Poul Anderson - Three Hearts and Three Lions (1953)
Leigh Brackett - The Sword of Rhiannon (1953)
Poul Anderson - The Broken Sword (1954)
J. R. R. Tolkien - The Lord of the Rings (1954-55)
Henry Treece - The Golden Strangers (1956)
Henry Treece - The Great Captains (1956)
Shirley Jackson - The Haunting of Hill House (1959)
Micheal Moorcock – Stormbringer (1963)
Jane Gaskell -
The Serpent (1963) ve Atlan (1965)ve The City (1966) ve Some Summer (1977)
J. G. Ballard - The Crystal World (1964)
James Blish - Black Easter (1967) ve The Day After Judgement (1968)
Ira Levin - Rosemary's Baby (1967)
Ursula K. Le Guin - A Wizard of Earthsea (1968)
Kingsley Amis - The Green Man (1969)
Gordon Honeycombe - Neither the Sea nor the Sand (1969)
Colin Wilson - The Philosopher's Stone (1969)
M. John Harrison - The Pastel City (1971)
Angela Carter - The Infernal Desire Machines of Dr Hoffman (1972)
Alan Garner - Red Shift (1973)
L. Spraque de Camp ve Fletcher Pratt - The Compleat Enchanter (1975)
Kingsley Amis - The Alteration (1976)
Fritz Leiber - Our Lady of Darkness (1976)
Tim Powers - The Drawing of the Dark (1979)
Geoffrey Household - The Sending (1980)
Terry Pratchett - The Colour of Magic ve The Light Fantastic (1983)
Thomas M. Disch - A Businessman: A Tale of Terror (1984)
Peter Ackroyd – Hawksmoor (1985)
Tom Holt - Expecting Someone Taller (1987)