tag:blogger.com,1999:blog-276034572024-03-13T18:11:44.289+03:00Anarşik Melankoli<br><i>her şey bâtıni! ve hüzün<br>
hüzün<br>
en büyük muhalefettir şimdi<br><br>
</i>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.comBlogger56125tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-38343260215755920362023-01-07T01:51:00.011+03:002023-01-12T12:59:31.751+03:00Yerden göğe küp dizseler...<div style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Yıllar yıllar sonra buraya bir nefes olsun üflemeye karar verdim. Mevzûmuz Rubik Küp olacak, ama ö<span style="white-space: pre-wrap;">nce bu terkîbin ikinci kısmına bir göz atacağız, zîrâ geometrik nesneler dünyasında küp başlı başına ilginç bir form. Platonik cisimler olarak bilinen beş üç boyutlu geometrik şekil var ma’lûm olduğu üzere: Dört yüzlü, altı yüzlü (küp), sekiz yüzlü, on iki yüzlü ve yirmi yüzlü. Bunların temel esprisi bütün yüzeylerinin eşit geometrik formlardan müteşekkil olmasıdır. Yalnızca beş âdet oldukları da antik çağlardan beri biliniyor (bunun neden böyle olduğunu bugün Euler’in ilgili formülünü kullanarak kolaylıkla göstermek mümkün). Platonik diye anılmalarına gelince, bu yakıştırma Öklides’in eseri, çünkü Öklides’in Elemanlar kitabı açık şekilde Timaios’la ilişkilidir ve Timaios’ta Platon bu beş cisimden ideal formlar olarak uzun uzun söz edecektir. Kitapta bu beş cismi anâsır-ı erba’a nazariyesi (dört unsur teorisi) ile ilişkilendirir ve toprak elementini de küp temsîl etmektedir, zîrâ toprak harekete en çok direnendir, küp de tabanı geniş ve muhkem bir yapı olarak katı yapıların bir metaforu olan toprak elementini temsîl etmeye lâyık görülmüştür. Böylesi bir idealizasyonun kozmografya ile ilişkisi için de Kepler’in çalışmalarına bakılabilir. Güneş sistemindeki yörüngelerin eliptik olduğunu fark etmeden evvel, Mysterium Cosmographicum’da tanrısal harmoniyi düzgün çok yüzlülerle kürelerin iç içe geçtiği bir sistem olarak kurgulamıştı. Ayrıca antik literatürde “küpü çiftlemek” adı verilen bir problem olduğunu da duymuşsunuzdur. Bu esâsen bir küpün kenarlarını iki kat büyütürseniz, hacminin sekiz kat büyüceği esprisi üzerine kurulu bir rivâyettir. Aslında basit bir geometrik gerçek olmaktan çok daha ötesine uzanan sonuçları olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin neden hücrelerinizin sürekli büyüyemeyeceğinin cevâbını içinde saklar.</span></span></div><span style="font-family: times;"><span style="white-space: pre-wrap;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><br /></div></span></span><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Tam bu noktada müslümanlar için de küpün husûsî bir anlamı olduğuna işâret etmeliyiz elbette. Beytullâh’ın bir küp olduğunun çok azı şuurlu bir biçimde farkında olsa da bu böyle. İslâm sanatı geometrik şekillere özel bir önem atfeder (ma’lûm Platon’a göre tanrı sürekli geometrileştirir), ama müslümanların Ka’be’nin geometrisi üzerine düşündükleri pek söylenemez. Ka’be sözcüğü “ka’b” kökünden neşet eder ve bu kelime küp anlamına gelir. Bu noktada biraz eğleşecek olursanız, “ka’b” kelimesinin başlı başına ilginç bir sözcük olduğunu da göreceksiniz. Evvel-emirde söyleyelim Türkçedeki “küp” sözcüğü açıkça onunla ilişkilidir. Yalnız burada ilginç bir tarihsel dönüşüm var yine. Türkçede bugün bu kelime temelde ikili bir anlam barındırıyor ma’lûm olduğu üzere, geometri ya da matematikte kullanıldığı biçimi yanında bir de Diyojen’in genellikle üstüne tünediği, ama eskilerin biraz kafa karışıklığı ile “hûm-i Eflatun” diye de andığı ve keskin sirkenin iyi gelmediği genellikle silindir formunda içi boş kap anlamı var. Bu ikinci anlam Türkçe için çok daha eski bir kullanım. Küpün matematiksel bir terim olarak kullanılması ise son dönemin eseri. Osmanlılar riyâzî ilimlerde küpün karşılığı olarak yine “ka’b” kökünden gelen “muka’ab” ya da “mik’ab” kelimelerini kullanmışlardı. Eskiler “bir şeyin muka’abı onun kendi nefsine iki kere darb edilmesiyle elde edilir,” diyeceklerdir. Dilde öze dönüş sürecinde “dörtleme”, “dörtlenmiş” hattâ “topuklanmış” gibi kelimeler önerildiğini okuduğumuzda da şaşırmıyoruz. Nihâyet daha Türkçe olduğu vehmedilerek “küp”te karar kılınmış olmalı (esâsen Fransızcadan ilhamla). Hâl böyleyken İngilizcede gördüğümüz ve batı dillerinde aynı kelimeyle karşılanan “cube” sözcüğü sâmî köklerine kadar geri götürülebiliyor ve dolayısıyla “ka’b” kelimesi ile aynı etimolojik kökeni paylaşıyorlar. “Ka’b”a Arapça sözlüklerde “çıkıntı, yükseklik” anlamları da verilmiş, ama aynı zamanda “aşık kemiği, topuk” gibi anlamlara da geliyor; ayrıca antik dönemlerden itibaren bu kelime ile bağlantılı sözcükler “oyun zarı” için de kullanılmışlar. Bu iki anlamın birbiri ile bir ilişkisi var mı emin değilim. Zarın kemikten yapılıyor olması ile bir bağlantısı muhtemel görülebilir.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Etimolojiyi bir yana bırakacak olursak, yeryüzünde tanrısal olarak kutsanan bir mekânın küp şeklinde olması ve bu adı taşımasında bir hikmet arayacak değilim elbette, basit bir tapınak için oldukça doğal bir mimârî tercih bu. Adı da kendisi neyse o olarak, minimal bir şekilde tercih edilmiş. Antik Mısır ve başka pek çok medeniyet için devâsâ anıtsal yapıların, bekleneceği üzere, ağırlık merkezi zemine çok yakın, tabanı geniş ve kendi ağırlığını destekleyebilen bir form olarak, piramit şeklinde inşâ edilmiş olmasından daha hikmetli değil varoluşu, ama yine de insanların bir küpü kutsamış olmasında geometri adına hoş bir espri bulmak her dâim mümkündür.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Girizgâhı fazla uzatmadan terkîbin ilk kısmına geri dönebiliriz, çünkü küpün tarihindeki en önemli anlardan biri, muhtemelen en önemlisine işâret ediyor. 70’lerin ortasında Macaristan’dayız. Kendisi bir mimar olan Ernö Rubik, bir proje dâhilinde 26 tane minik küpü kesişen üç eksen etrafında yerleştirmeyi akıl ettiğinde küp de bir nevi boyut değiştiriyor. Aslında görsellere eklediğim ilk ahşap prototipe bakarsanız onun tam bir küp olmadığını göreceksiniz. Yarı düzgün bir geometrik şekil olarak bir “kesik küp” formundadır, ama sonuçta nihâî hâline tam bir küp olarak ulaşmıştır. Bu aynı zamanda genellikle sâdece kâğıt üzerinde iki boyutlu olarak temsil edilen bir geometrik yapının homo ludensle kanlı canlı buluşma ânıydı. Bugün mu’cidinin adıyla anılan rubik küp dünyanın en popüler bulmacası yakıştırmasını sonuna kadar hak ediyor. Komünist bloktan bu denli eğlenceli bir şeyin çıkmış olması da tarihin garip bir cilvesi olmalı. Lenin’in amel defterine bir artı koyalım lütfen! Bu noktada yine komünizmin bağrından çıkmış Maleviç’in suprematist “Siyah Kare”sini ve konstrüktivizmi hatırlarsak, olduğundan daha eğlenceli bir hâl alacaktır bağlamımız.</span></div><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;"><br /></span></div><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span><span style="font-family: times;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8GiMKLg81yvF1m-Wl0xvulOeOfSOVE1zTBHMgSTJRpqCstfqvsm-Q4K3-Dbn4qPo4GSuW7Xgv0TYjVMThnTIkTA0MjUYiHuQqnX2TXx6EAi16PZTLktANnm1Zc6NxcZeq1OhV4IAJaeVh91tVMYc4MUJXmEu5VPupOhmUSyx4gITd16T77A/s2464/blog_msmith-07152014_DSC_2173_original%20Rubik's%20cube%20prototype_LSC.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1632" data-original-width="2464" height="249" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8GiMKLg81yvF1m-Wl0xvulOeOfSOVE1zTBHMgSTJRpqCstfqvsm-Q4K3-Dbn4qPo4GSuW7Xgv0TYjVMThnTIkTA0MjUYiHuQqnX2TXx6EAi16PZTLktANnm1Zc6NxcZeq1OhV4IAJaeVh91tVMYc4MUJXmEu5VPupOhmUSyx4gITd16T77A/w376-h249/blog_msmith-07152014_DSC_2173_original%20Rubik's%20cube%20prototype_LSC.jpg" width="376" /></a></div><br /></span><span style="font-family: times;">Rubik küpün kendisine nazar edecek olursak, karşımızda altı yüzü farklı renklerde oldukça hoş bir cisim bulacağız. Hangi perspektiften bakarsanız bakın son derece düzenli bir yapı, ama eğer elimizde sadece küçük küplerden oluşmuş blok bir yapı olsaydı, asla bu kadar ilginç olamazdı. Onu büyülü yapan hareket edebilen bir obje olması. Rubik küpün katmanları iki yönde 90 derece ve katları ile döndürülecek olursa simetrisi bozulmadan kalır. Düşününce aslında bu o kadar da doğru bir ifâde değil. Eğer elimizde renk etiketleri bulunmayan tek renkten müteşekkil bir küp olsaydı, bu hâliyle mükemmel bir simetriye sâhip olduğunu söyleyebilirdik elbette, fakat renksiz bir küpü boş bir tuval gibi düşünecek olursak, üzerindeki minik küpleri boyamaya başladığımızda tamamen başka bir nesne elde ederiz. Rubik küp bu hâliyle semantik bir objedir. Renkler vâsıtasıyla sizinle iletişim kuran bir dil kullanır ve anlamanız için o dili öğrenmeniz gerekir. Bu nihâî hâliyle bir rubik küpü döndürmeye kalkıştığınızda başlangıçtaki düzen kendini hemen belirgin bir karmaşıklığa teslim edecektir. 4x4 ya da 5x5 gibi daha büyük küplerde bu manevralar göz alıcı bir renk cümbüşü ile sonuçlanıyor. Tuval ve paletin üç boyutta birleştiği ve siz döndürdükçe değişen pixel art bir soyut sanat eseri gibi (çok sayıda küp kullanarak bu sanatı fiilen icrâ edenler olduğunu tahmin edebilirsiniz). Ernö Rubik’in küpü puzzle olarak piyasa sürmek yerine, bir modern sanat müzesinde sergilemiş olduğunu düşünelim. Sanat tarihi açısından çarpıcı bir ân olabilirdi. Aslında bu, küpün îcâdından birkaç sene sonra gerçekleşmiş bir fikir. 1981 yılında MOMA’da bir sergide ilk kez gösterilmiş ve müzenin kalıcı bir parçasına dönüşmüştür. Dolayısıyla galeri mekânı olarak kutsanmış “Beyaz Küp”ün içinde kendine hak ettiği yeri edindiğini söyleyebiliriz.</span><span style="font-family: times;">
</span></span></div></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto" style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;"><br /></span></div><div dir="auto"><span style="font-family: times;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFamU2Vg9JlMBWGshwNJ8VeBkFTdw_D8IX5TgBWcp7Rx-OYl7QmkW5aUS_NtM3vroVJWn2zpXNQeb-7tXLcXTUFlVFkD4xhLYDMC7rMq5fEe6HF9gN_UsPToXR0hgXQkLxw6HtALkw-jtI-h4u2CO7fPX4aLnvo-_Nq7t9I1uoVo9C2Z9zuw/s3923/IMG_20221107_205412.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="922" data-original-width="3923" height="138" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFamU2Vg9JlMBWGshwNJ8VeBkFTdw_D8IX5TgBWcp7Rx-OYl7QmkW5aUS_NtM3vroVJWn2zpXNQeb-7tXLcXTUFlVFkD4xhLYDMC7rMq5fEe6HF9gN_UsPToXR0hgXQkLxw6HtALkw-jtI-h4u2CO7fPX4aLnvo-_Nq7t9I1uoVo9C2Z9zuw/w589-h138/IMG_20221107_205412.jpg" width="589" /></a></div><div style="text-align: justify;"><span style="white-space: pre-wrap;"><br /></span></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Rubik küp üzerine literatüre kısa bir ân nazar etmeniz bile onun potansiyeline dâir açık bir fikir oluşturmaya yeter de artar. Üzerine binlerce makâle ve çok sayıda kitap çalışması bulunmakta. Piyasaya çıkar çıkmaz özellikle matematikçiler için çok etkili bir bulmacaya dönüşmüştür. Bazen bu alana “cubology” de deniliyor. Küpün özellikle simetrik yapısı ve permütasyon kabiliyetine odaklanmak, onun neden grup teorisinden kriptografiye kadar pek çok alanda bu denli ilgi çekmiş olmasını anlamayı mümkün kılacaktır. Bir rubik küpü döndürmeye başladığınızda, birkaç hamle sonra artık geri döndürülemez gibi gözükmeye başladığına dikkat çekmiştik. İlk kez bir küple karşılaşmışsanız bu durumda küpü el yordamı ile düzeltmeye çalışacak ve sürekli başarısız olacaksınız muhtemelen. Sadece 5-6 kez rastgele döndürülmüş bir küpün üzerindeki bulmacayı aynı yolla geri döndürecek şekilde tanımak çok güç. Ayrıca küpü çözmenin zorluğu biraz da altı yüzünün tamamını aynı anda görmenin mümkün olmayışından kaynaklanır, hangi perspektiften bakarsanız bakın yalnızca üç yüzünü görebilirsiniz, bu durum küpü okuma konusunda âşikâr bir zorluk doğurduğu gibi, kolaylıkla oryantasyonunuzu kaybetmenize de neden olur. Siz bir kısmını düzetmeye çabalarken, esrârengiz bir şekilde bozulmaya devam ettiğini fark edersiniz. Rubik küp sinsi bir objedir! Nitekim Internet’te rastladığım ilgili bir yazıya Hümeyra’nın meşhur şarkısını başlık olarak atmışlardı: “bir kördüğüm ki içim çözdükçe dolaşıyor”. Ona aynı zamanda “magic cube” adı verilmesi de isâbet olmuş. Türkçede geometriyle ilişkisi olmasa da bunun için daha iyi bir mecâzımız var aslında: “Sır küpü”. Zîrâ biliyoruz ki, bahsi geçen zorluklar ve 43 kentrilyonu aşan olağanüstü permütasyon yeteneği (permütasyon sayısı ilgili farklı hesaplamalara Wikipedia üzerinden erişebilirsiniz), olası en karmaşık konfigürasyonlarda bile en fazla yirmi hamle içinde çözülebilme imkânını hâiz. “God’s Number” diye isimlendirilmiş bu problem, 30 seneyi aşan girişimlerin sonunda 3x3 küp için Tom Rokicki ve grubu tarafından 2010 yılında Google’ın bilgisayar desteği ile hesaplanmış ve maksimum 20 hamlenin yeterli olduğu gösterilmiştir. Dolayısıyla küpü ne kadar karıştırırsanız karıştırın en çok 20 hamlede başlangıç durumuna geri dönebilirsiniz. En azından teoride bu böyle. Elbette insanların bu kadar karmaşık bir örüntüyü görmeleri çok zor, bizim çözmek için daha dolaylı bir yol izlememiz, küpün dilini anlamamız gerekiyor. Yine de kâğıt üzerinde gerçekleşen ve “fewes moves” denen bir yarışma kategorisi var. Katılımcıların bir saat içinde küp üzerindeki bir bulmacayı çözmek için gereken en az hamle sayısını tespit etmeye çalıştığı bu yarışma için World Cube Association’ın kabul ettiği resmî rekor 16 hamle ve 2022 yılına âit. Bilfiil küpü çözmeye gelince, bugünlerde speedcuber denilen hızlı çözücülerin elinde saniyeler içinde cereyan eden en fazla 50-60 kadar hamle yeterli olacaktır, bunun için çok sayıda gelişkin algoritma bilgisine ihtiyâç var elbette, fakat daha az algoritma kullanarak 150-200 hamle civarında da pekâlâ çözebilirsiniz. Bu konuyu kapatmadan evvel son bir ma’lûmât daha ekleyebilirim. 3x3 küpün maksimum kaç hamlede çözülebileceğini tespit edebildik belki, ama size tuhaf gelecek olsa da Markov zinciri ile ilişkili olan, minimum kaç rastlantısal hamlede düzgün bir biçimde karıştırılabileceği sorunu henüz çözülmemiş hâlde bekliyor. Bu problemin 2x2’lik küp üzerinde bir çözümü var ve biliyoruz ki, söz konusu küpün god’s number’ı olan 11’den daha büyük bir sayı, en az 19 hamle gerekiyor.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Algoritma konusuna da bir açıklık getirmeliyim. Küpün üzerindeki belli örüntülere karşılık gerçekleştirilen hamle dizileri diye açıklayabiliriz burada kastedileni. Elbette bunların temel işlevi küpün geri kalan kısımlarını bozmadan, minimum hasarla belirli bölümleri düzeltmeyi sağlıyor olmalarıdır. Bir rubik küpü amatör düzeyde çözmek için tekrarlı kullanılan 10 kadar algoritma bilmeniz yeterli. Hızlanmak istiyorsanız elbette çok daha fazlasını öğrenmelisiniz. Birkaç yüz algoritmaya kadar çıkabilir bu.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Tam bu noktada uyarımı da yapayım. Sanırım bugünlerde gökkuşağını hatırlatan renklerinden dolayı memleketimizde kamusal alanda küp çözmek tehlikeli olabilir. Özellikle belirli partilerin miting meydanlarından kaçınmalıyız (bir küpünüz olsun olmasın yanlış adres), elinizden küpünüzü alıp, size her yüzü siyah ve sakıncasız, dolayısıyla kevn ü fesâd -oluş ve bozuluş- âleminden uzak bir küp bahşedebilirler.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Yeri gelmişken, küp terminolojisinin en iyi bilinen terkîblerinden birine “sexy move” adı verildiğini söylemeliyim. Bir küpü çözerken sıklıkla başvurduğunuz basit bir algoritma aslında. Adını hak edip etmediğine herkes kendisi karar vermeli, nitekim envâî çeşit zevk var. Küp notasyonu ile söylersek: R U R’ U’. Bu arada Urban Dictionary’de “rubik’s cube sex” deyimine rastlamanız da mümkün, aşağı yukarı ne anlama geldiğini tahmin edebilirsiniz sanırım.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Küpe âşinâ değilseniz yukarıdaki notasyona dâir yabancılık çekmiş olabilirsiniz. Aslında temelde yönlere işâret eden ve bir matematikçi ve ilk kübologistlerden biri olan David Singmaster’ın geliştirdiği, adıyla anılan notasyonun bir örneği. Resmî olarak kullanılıyor. Bunun biraz değiştirilmiş bir versiyonunu başka bir matematikçi olan Bandelow’un çalışmasında görmüştüm. Kendisinden gayri kullanan muhtemelen yoktur, ama yaptığı ekleme ve çıkarmalarla çocukların kullandığı gibberish diline benzettiği bir notasyon öneriyor. Onun formülünü kullanırsak R U R’ U’ yerine RINIRENE diyebiliriz. Çok daha müzikal bir iş, örneğin şöyle formüller ortaya çıkıyor: REFISE-RIFESUM-FIRESI-FERISUM, BIREM-BUREM-BI. Bu notasyonu kullanarak rubik küpünüzle şiir bile yazabilirsiniz!
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Çözebilelim ya da çözemeyelim, çoğumuz bir noktada öyle ya da böyle rubik küple tanışmışızdır, fakat yakın zamanlara kadar onlarla ilgilenmemiş iseniz, bugünlerde küplerin yapısal olarak geldiği yere çok şaşıracağınıza eminim. Ernö Rubik’in kendi soyadını taşıyan marka ile yıllarca orijinal küpler üretildi. Bunlar genellikle çok şık gözüküyorlardı, elinize aldığınızda iyi hissediyordunuz. Renkler gömülü plastik kaplamalardı, basit etiketler değillerdi. Ayrıca gerçekten sağlam ürünlerdi, yapı-söküme ciddî şekilde dirençliydiler. Öte yandan bu orijinal küplerden birinin elinize geçtiğinden çok şüpheliyim. Bugün bile bizim buralarda bulmak kolay değil. Muhtemelen legal olmayan ve kötü üretilmiş küplerden biriyle tanışmışsınızdır ilk olarak. Bunlar genellikle her yanı ayrı homurdanan, gıcırtılı birer hantallık yığınıydı. Hâlâ kırtasiyelerde, oyuncakçılarda, pazar yerlerinde vs. benzerleri bulunabilir. Yeni nesil küplere gelince, bu noktada artık başka bir kategoriye geçiyoruz. Geçen on yıl içinde Rubik’s firmasının patent süresinin son ermesinin ardından birçok firma küp üretimine başladı ve pek çok şey aşamalı bir biçimde değişti. Önce ekseni tutan çekirdek kısmı yeniden kurgulandı, hafifletildi, ayarlanabilir tansiyonlar eklendi ve bu sâyede küpler çok hızlandılar, sonra bu kadar hızlı bir objenin daha tutarlı davranması için kenarlara mıknatıslar eklendi (küp için oldukça büyük bir adım, insanlık için de fenâ sayılmaz) ve bu minvalde çeşitli yenilikler devam ediyor. Dolayısıyla artık sıklıkla tamamen etiketsiz, magnetli, hem tansiyonları hem de mıknatıs güçleri çeşitli düzeylerde ayarlanabilir nesneler var elimizde. Çok daha dengeli, tutarlı ve akıcı hareket ediyorlar. Bunlara artık speedcube deniliyor, çünkü yarışmalarda sadece bunlar tercîh ediliyor. Örnek küpleri göstermek için çektiğim fotoğrafa bakarsanız, orijinal Rubik’s ürününü üzerindeki logodan hemen tanıyabilirsiniz. En soldaki mirror küp (metamorfoza uğrayan ilginç bir küp o, çok sevdiğim bir puzzle) hâriç, solunda kalan diğer puzzleların hepsi yeni nesil ürünler ve hepsi resmî yarışmalarda bir kategori olarak kullanılıyor. Görselden hiçbir şekilde anlaşılmıyor olsa da, onlarla kıyaslanınca orijinal Rubik’s markalı küp bile çok hantal ve gayr-i stabil duruyor, açıkça mukâyese bile edilmemeliler. Gerçi sonunda Rubik’s markasının da speedcube üretmeye başladığını söylemeliyim.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Bu teknolojik atılımın en çarpıcı parçası ise akıllı küpler oldu. Beni bu yazıyı kaleme almaya iten de onlardı aslında. Birkaç sene önce kickstarter üzerinden böyle bir proje başlamış ve umulanın çok üzerinde bir meblağ toplanarak nihâyet bulmuştu. Go Cube adıyla piyasa çıktı o proje ve en iyisi olmasa da hâlâ en farklı ve afili gözüken akıllı küp olmaya devam ediyor kanımca. O gün bugündür pek çok marka akıllı küpler ürettiler ve üretmeye devam ediyorlar. Buradaki smart ibâresi küpün merkezinde bir chipset ve sensör barındıran küçük bir sisteme işâret ediyor elbette. Böylece küp artık sadece mekanik (manyetizma ile desteklenmiş) bir yapı olmaktan çıkıyor. Bluetooth üzerinden eşlediğiniz bir uygulama vâsıtası ile küp üzerinde yaptığınız hamleleri kolaylıkla takip edilebiliyorsunuz. Temelde mevzû’ bu, gerisi uygulamanın imkânlarına bağlı. Alıştırmalardan, oyunlara ve ayrıntılı çözüm istatistiklerine kadar pek çok şey mümkün. Küp döndürerek müzik parçaları çalabilen bir uygulama var örneğin. Çoklu küp çözme, yarışmalar vs. de elbette işin kaçınılmaz bir parçası.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Bu aralar hem ödüllü bir belgesel yapım hem de Ernö Rubik’in küple ilgili serencâmını kaleme aldığı kitabı kendime vesîle kılarak, küp üretiminin zirvesini temsil eden GAN’ın (“bir küpüne mâlik olan Hüsrevânî küplerle altun bulmışa dönüp mâlik-i mâl-i Kârûn olur”) akıllı küplerinden birini satın almaya karar verdim. Küp edinmeye gelince şunu söylemeliyim, Türkiye’de iyi küp bulmak oldukça zor, bulduğunuzu da alırken çok düşünmelisiniz. Yurtdışından getirmeniz (kargo ve gümrük vergisi dâhil) cüzdanınızı daha az hafifletebilir. Ayrıca akıllı küpler genelde biraz pahalı olma eğilimindeler, fakat sonuçta şahsen verdiğim paraya değdiğini söyleyebilirim.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Yukarıda bahsi geçiyor, hızlı küp çözebilen kişilere speedcuber deniliyor. Gerçi neyin bir kişiyi speedcuber yaptığına dâir resmî bir tanım ya da bir icmâ bulunmuyor. Ne kadar hızlı olması gerekiyor bir speedcuber’ın belli değil ya da tek kriter bu mu olmalı? Özellikle bugünlerde düzenli olarak 20 saniyenin altında kalamayan birine şahsen bu sıfatı vermekten çekinirdim. Dolayısıyla kendime de bir speedcuber diyemem örneğin, yaşım da müsâit değil buna açıkçası! Bu meydanda haklı olarak çok daha genç arkadaşlarımız kılıç kuşanıp at oynatıyor. Yine de 30 saniye altına inebilen birisi olarak doğrusu pek uzağında değilim bu eşiğin, biraz daha gayret ve sebatla o noktaya fazla zaman geçirmeden ulaşmam pekâlâ mümkün, öte yandan ne yaparsam yapayım muhtemelen sıklıkla 10 saniyenin altına inecek bir performansa asla ulaşamam. Başka alanlarda olduğu gibi burada da öğrenme eğrisi hızla dikleşiyor ve bir noktada artık sâliselerle yarıştığınız için küçük bir pozlama ânı bile büyük bir kayba dönüşebiliyor. Hâl böyleyken yarışmalarda saniyede 10 civarında manevra yapan ve üstelik bunu mükemmel bir kesinlikle gerçekleştiren mafsalları açık bir hayret duygusuyla izliyorum ben de. Bu yazıyı yazdığım esnâda resmî olarak 5 saniye altında derece yapabilmiş sadece 67 kişi olduğunu düşünürseniz, artan zorluk daha iyi anlaşılacaktır. Zâten böyle bir beklentiniz varsa, henüz düşünmeye başlamadan küp döndürmeye başlamanızda fayda var! Şu ânda küplerin çoğunun single ve averaj rekorlarını elinde tutan otistik dostumuz Max Park’ın uyarısını dikkate almalısınız: “Don’t think, just solve.”
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Ne yazık ki, şahsen hiçbir koşulda efkârı terk edemiyor oluşum bu bağlamda büyük bir kusur. Algoritma hâfızam fenâ sayılmasa da daha iyisi için başta CFOP (hızlı çözümler için açıkça en meşhur metot, onu bir dil gibi de düşünebilirsiniz) olmak üzere gelişmiş algoritmalar eşliğinde sürekli pratik yapmak ve bunları akıcı bir biçimde kas hafızasına dönüştürmek gerekiyor. Sadece algoritma hâfızası da değil mesele, küpün üzerindeki örüntüleri hızlı tanıyabilme beceriniz ne kadar iyiyse o kadar iyisinizdir. Aslında küp çözmede gelişmenin sonu görünmüyor, sürekli öğreneceğiniz küçük formüller, numaralar vs. bulabilirsiniz. Her şey yolunda giderse, bugünlerde 3x3 için 15-20 saniye yarışmalara katılmanız adına anlamlı bir eşik süre olarak görülebilir pekâlâ. Türkiye için bu süre çok daha yüksek olacaktır elbette. Gördüğüm kadarıyla memleket dâhilinde averaj derecesi 15 saniye altında olan 100 kişi bile yok, 10 saniye altında ise yalnızca 13 kişi var. Ayrıca yarışmalarda zaman limiti çok daha yüksek tutuluyor, dolayısıyla çömez olarak bile gidip öyle ya da böyle bir derece olsun yapılabilir. Derece demişken, hâlihâzırda 3x3 resmî dünya rekoru 3.47 saniye ve pek de iyi tanınmayan bir küp çözücüye, Yusheng Du'ya âit. Averaj rekor (AO5, peş peşe beş çözümün ortalaması) Max Park tarafından daha birkaç hafta önce tekrarlandı: 4.86 sn. Bunlar önceki on yıla kıyasla akıl almaz süreler ve bir obje olarak küplerin kemâle erme sürecinin açık bir sonucu.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: times;">Peki 3x3 bir küp daha ne kadar hızlı çözülebilir? WCA’in resmî bir organizasyonunda kaydedilmemiş ve 3.47 saniyenin altına inebilen süreler olduğunu biliyoruz. Youtube’da kayıtlı olarak bulunabilirler. Benim bildiğim kadarıyla en iyisi 2.68 saniye. Küpün yapısal bütünlüğü korunarak ve insanın fiziksel yapısı ile 2 saniye altına inilebilir mi kestirmek çok zor. Bilmiyoruz, ama robot mafsalların bizden çok daha iyi bir iş çıkardığı açık. M.I.T’de geliştirilmiş bir robotun rekoru 0.38 saniye, özetle her şey bir ânda olup bitiyor. Belki de daha şaşırtıcı olan gözler kapalı hâldeyken (blindfold) yapılan çözümlerdir. İlk olarak Steven Pochmann’ın geliştirdiği bir metotla gerçekleştirilen bu çözümler, daha sonra daha hızlı algoritmalar kullanılarak da yapılmaya başlandı. Şu ânda resmî rekor 14.51 saniye. Bu sürenin içinde küpün üzerindeki bulmacanın ezberlenmesi de gerekiyor. Özellikle Graham Siggins’in aynı minvalde 60 adet küpü 59 dakika 46 saniye içinde çözdüğü rekorunu görmenizi isterim, olağanüstü bir iş.
</span></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify; white-space: pre-wrap;"></div></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Sözün özüne gelirsek, akıllı küp demiştim, bu yazı ondan aldığım hazzın bir sonucu olarak yazıldı. Zamandan keyif almayı neredeyse hepten terk ettiğim şu günlerde, söz konusu küpü ne zaman elime alsam fazlasıyla eğlendiğimi görüyorum. Dolayısıyla küpü çevirmenin büyüsüne geri dönüyorum tekrar ve tekrar. Ernö Rubik çok haklıydı, rubik küp aynı zamanda duygusal bir obje. Katmanlar üç eksende karmaşık bir dansa katılırken renkler bir örgü gibi efsûnunu dokuyorlar ellerime. Sanırım rubik küp, akıllı olsun olmasın, söz konusu zaman geçirmek olunca insandan çok daha başarılı bir ürün! Star Trek’in The Next Generation serisini izleyenler, ana düşmanlardan birinin “Borg” adı verilen sibernetik bir tür olduğunu hatırlıyordur. Küp şeklinde ve galaksiye dehşet saçan bir uzay gemisi ile dolaşıp diğer canlıları asimile etmekle meşgul bir kolektiften bahsediyoruz (aramızda haklı olmalarından kuşkulananlar vardır). Onlarla karşılaştığımızda alın yazımız dile gelmiş gibi meşhur sloganlarını duyarız: “Resistance is futile”. Evet, rubik küp de biraz borg küpü gibi, kesinlikle karanlık bir obje değil, ama yine de sizi kolektifine dâhil ediveriyor. Elinizden bırakamıyorsunuz, direniş nâfile!</span></div></div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-69603912637827020452013-01-05T15:50:00.000+02:002013-01-05T16:09:59.747+02:00Bir bezm-i musîbet ü belâdur / Kim evveli gam sonı fenâdur<b><span style="color: #a64d79;">Riyâh-ı Leyâl</span></b> <br />
<br />
Ey gizli kebuterlerin âheste sürûdu<br />
Ey mirvaha-i lâne-i mürgân<br />
Ey bâd-ı hırâmân<br />
Âfâka inince gecenin sütre-i dûdu<br />
Başlarsın ufuktan seyelâna<br />
Bâlîn-i cihâna!<br />
Ol dem ki olur, ey tarab-âmûz-ı hayâlât,<br />
Bir nây-ı zümürrüd gibi nâlân<br />
Destinde nihâlân...<br />
Ol dem ki olur dest-i bilûrunda semâvât,<br />
Bir çeng-i dil-âvîz-i müzehheb<br />
Bir ûd-ı mükevkeb...<br />
Ol dem getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,<br />
Ondan bana sen gizlice bir ses,<br />
Ey bâd-ı peyem-res,<br />
Ol dem getir ondan bana sen gizlice bir ses;<br />
Ol dem götür ey bâd-ı şebângâh,<br />
Benden ona bir âh!...<br />
<br />
Bir ninni ile rûh-ı leyâli uyutursun;<br />
Ervâha eder da'vet o ninni<br />
Bir hâb-ı muganni!<br />
Bir hâb-ı muganni ile rûhu avutursun;<br />
Bir hâb-ı mugannide gönüller<br />
Rü'yâları dinler!<br />
Ey bâd-ı muganni ki hadâıkda verirsin<br />
Her nağmeye, her saza muâdil<br />
Yapraklara bir dil...<br />
Ey bâd-ı muattar ki semâdan getirirsin<br />
Her zühreye bir nâme-i hoş-bû,<br />
Bir bûse-i dil-cû...<br />
Bir ses getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,<br />
Bir şeb getir ey bâd-ı peyem-res,<br />
Ondan bana bir ses!...<br />
Ey bâd-ı peyem-res getir ondan bana bir ses,<br />
Yâhûd götür ey bâd-ı şebângâh<br />
Benden ona bir âh!...<br />
<br />
Ey dağların en sâf ü tabiî nakarâtı,<br />
Tekrîr-i sürûdunla ağaçlar<br />
Cûlar gibi çağlar!<br />
Dağlarda akan çeşmelerin hoş nagamâtı<br />
Eyler seni, ey bâd-ı tabîat,<br />
Dağdan dağa da'vet!<br />
Ey zemzeme-fermâ-yı ser-âheng-i sahârî<br />
Her sûdan edersin dil ü câne<br />
İsâl-i terâne!<br />
Senden alır elhânını ebhâr u mecârî;<br />
Her sahile bir neşe verirsin,<br />
Bir ses getirirsin...<br />
Bir ses getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,<br />
Bir şeb getir ey bâd-ı peyem-res,<br />
Ondan bana bir ses!...<br />
Ey bâd-ı peyem-res getir ondan bana bir ses;<br />
Yâhûd götür, ey bâd-ı şebângâh<br />
Benden ona bir âh!...<br />
<br />
Mizmâr-ı serâdan gelen âsûde nevâlar,<br />
Cûlardaki sâzende hayalât,<br />
Dağlardaki esvât,<br />
Ebhâr u sevâhildeki bîhûde sadâlar<br />
Vermez dil-i şeb-hîzime ârâm;<br />
Etmez beni hoşkâm!<br />
Ben neyleyim elhân-ı yek-âheng-i cihânı?<br />
Ey lâne-i seyyâl-i mezâhir,<br />
Ey bâd-ı meşâcir,<br />
Anlat bana bir dildeki âheng-i nihânı;<br />
Gönder bana bir zemzeme-i sâf,<br />
Bir nağme-i şeffâf...<br />
Bir ses getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,<br />
Bir şeb getir ey bâd-ı peyem-res,<br />
Ondan bana bir ses!...<br />
Ey bâd-ı peyem-res getir ondan bana bir ses,<br />
Yâhûd götür ey bâd-ı şebângâh,<br />
Benden ona bir âh!...<br />
<br />
<i><b><span style="color: #a64d79;">- Cenap Şahabettin -</span></b></i><br />
<br />
<span style="color: #a64d79;">*****</span><br />
<br />
<b><span style="color: #a64d79;">Ölmek</span></b> <br />
<br />
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek<br />
Oradan,<br />
Oradan düşmek ölmek istiyorum<br />
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...<br />
<br />
Titrek<br />
Parıltılarla yanan mesâ-yı mezbaha-renk<br />
Dağılırken suhûr-ı üryâna,<br />
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek<br />
Oradan,<br />
Oradan düşmek ölmek istiyorum<br />
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...<br />
<br />
Kanlı bir gömlek<br />
Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan<br />
Alıp sürükleyerek,<br />
O dem ki refref-i hestîye samt olur ka'im<br />
Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde<br />
Sürüklenir sular âfâka şu'le hâlinde<br />
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümide adem<br />
Bir derin sesle "haydi" der uçurum,<br />
O dem,<br />
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek<br />
Oradan,<br />
Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden<br />
Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.<br />
<br />
<i><b><span style="color: #a64d79;">- Ahmet Haşim -</span></b></i>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-11947022748761005592012-11-24T00:43:00.000+02:002012-11-24T15:53:39.529+02:00Bir garip şâir: Comte de Lautréamont<div align="right">
<i><span style="font-size: 90%;"><span style="color: #666666;">“Kitaplıkları dolduran kâğıt yığınlarının alınlıklarına iyilik yontusu dikmek yetmez. Ey insanoğlu! İşte sen, şimdi çift ağızlı elmas kılıcımın karşısında, bir solucan gibi çırılçıplaksın.”</span></span></i><br />
<i><span style="font-size: 90%;"><span style="color: #666666;"><br /></span><span style="color: #666666;">
</span></span></i><b><i><span style="font-size: 90%;"><span style="color: #666666;"> - Les Chants de Maldoror (Maldoror’un Şarkıları</span></span></i><i><span style="font-size: 90%;"><span style="color: #666666;">) -</span></span></i></b></div>
<br />
<div style="text-align: center;">
*****</div>
<br />
<div align="justify">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-wy9Mwx2Ys8U/UK_22OStdhI/AAAAAAAAAqQ/KEXZp58cqHA/s1600/lautreamont-1256938444.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.0em;"><img border="0" height="292" src="http://1.bp.blogspot.com/-wy9Mwx2Ys8U/UK_22OStdhI/AAAAAAAAAqQ/KEXZp58cqHA/s1600/lautreamont-1256938444.jpg" /></a></div>
Hâl-i hâzırda takvim 24 Kasım 2012’yi işâret ediyor. Bundan tam 142 sene evvel, <i>Isidore-Lucien Ducasse</i> adında biri, Paris’te bir otel odasında kendi canına kıymayı tercih etti. <br />
<br />
<i><b>"Yaşamı bir yara gibi karşıladım ve intiharın yarayı iyileştirmesini yasakladım. İsterim ki, sonsuzluğunun her ânında bu açık çatlağı görsün Yaratıcı. Ona verdiğim cezadır bu."</b></i> <br />
<br />
Böyle yazmıştı, <i>Comte de Lautréamont</i> adı altında, fakat vazgeçtiği gün, derman aradığı gün gelip çattığında daha 24 yaşındaydı ve o güne dek bir insan tarafından kaleme alınmaya cesâret edilmiş en karanlık ve kötücül metinlerden birinin de henüz adı sanı duyulmamış yazarıydı.<br />
<br />
Bu vesile ile, <b><i>Les Chants de Maldoror (Maldoror’un Şarkıları)</i></b> başlığı taşıyan ve ancak ölümünden sonra yayımlanabilen bu şâirâne ve eşsiz çalışmaya dâir <i>Jeffrey Burton Russell</i>’ın kısa bir değerlendirmesini ve bilâhere <i>Cahit Koytak</i>’ın bir şiirini kayda geçirmek isterim:<br />
<br />
<blockquote>
<i><span style="color: #666666;">Dekadan hareketin gerçek anlamda İblisçi diyebileceğimiz tek üyesi Lautréamont adıyla eser veren Isidore Ducasse’tı (1846-1870). Tüm bahanelerimizi bir yana bırakıp, en yoğun ve şaşırtıcı yönleri içinde kötülükle yüzleşmemiz gerektiğini savunuyordu. Sade’ın izinden yürüyen Lautréamont, yaratıcı acımasızlığın dehanın ve içtenliğin bir işareti olduğuna inanıyordu; Baudelaire’in ikiyüzlülüğe yönelik nefret dolu saldırısını kendi ruhunun en tiksinti verici köşelerini keşfetmek üzere bir araç olarak kullandı. </span><b><span style="color: #666666;">Les Chants de Maldoror [Maldoror’un Şarkısı]</span></b><span style="color: #666666;"> adlı bu karanlık başyapıtın anlatıcısı Maldoror, Sade, İblis ve bizzat Ducasse’ın bir birleşimidir; bitimsiz sapkın kıyımları zihninde kurgular ya da bunları işler.</span><span style="color: #666666;"><br />
</span><span style="color: #666666;"> </span></i><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<i><a href="http://1.bp.blogspot.com/-XnhG4BcKLA0/UK_2r9IauAI/AAAAAAAAAqI/t-fNB2ADZ5I/s1600/Maldoror%2527un+%25C5%259Eark%25C4%25B1lar%25C4%25B1.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 0.2em; margin-left: 0.5em; margin-top: 0.3em;"><img border="0" height="271" src="http://1.bp.blogspot.com/-XnhG4BcKLA0/UK_2r9IauAI/AAAAAAAAAqI/t-fNB2ADZ5I/s1600/Maldoror%2527un+%25C5%259Eark%25C4%25B1lar%25C4%25B1.jpg" /></a></i></div>
<div style="text-align: justify;">
<i><span style="color: #666666;">Lautréamont’un gerçekten bir çılgın olup olmadığı açık değildir; zihninde beliren her edimi uygulamadığı ya da ciddi olarak bunları uygulamayı savunmadığı kesin. Yine de kendini bir İblisçi gibi gösteren ve ruhunda yatan gizli günahlarıyla alay eden bu ironik dandy, kendi düşlemlerinden büyük bir heyecan duymakta ve ironik kötülükle gerçek kötülük arasındaki uzaklık azalmakta ve incelmektedir. Maldoror parkta bir bankın üzerinde oturan bir kız çocuğu görür ve o an, bir domuzun çocuğun cinsel organlarını kemirdiğini ve vücudunun içini oyduğunu hayal eder. Genç çocuklara işkence ettiğini ve onların kanını ve gözyaşlarını içtiğini düşler. Bir bebeği öperken yanaklarını bir usturayla doğradığını düşlemler. Vampirizm, nekrofili, kutsalı kirletmek, hayvancılık, ensest, sadomazoşizm, kulamparalık, sakatlama, cinayet ve yamyamlık saplantıları arasındadır.</span><span style="color: #666666;"><br />
</span><span style="color: #666666;"> </span><span style="color: #666666;"><br />
</span><span style="color: #666666;"> </span><b><span style="color: #666666;">Maldoror</span></b><span style="color: #666666;">’da ozan, insan ruhunun tüm ikiyüzlülüklerden özgür, gerçekçi bir portresini yapmayı amaçlamaktadır. "Maldoror kötü doğmuştu. Gerçeği kabul etti ve kendisinin bir kan dökücü olduğunu söyledi." Ancak insanın özünde iyi olduğunu savunan yumuşak başlı Aydınlanmacı-romantik görüşe tepki gösteren Lautréamont, savunulması olanaksız diğer uçta yer aldı. İnsanların iyi olduklarına duyulan inancın, kötülüğün nereden geldiği sorusunu ortaya çıkarmasına karşın, Lautréamont’un karanlık evreni de, iyiliğin varlığını açıklanamaz kılar. Öyle ki o, Maldoror’u kötü bir şaka, gerçeküstücülüğe ve dadaizme ulaşan yolu gösteren bir "poz" olarak tasarlamıştır. Maldoror’un aşırılıklarının dehşet verici olmalarının yanı sıra gülünç denecek ölçüde acayip oldukları da bir gerçektir; yine de yazar, bilinçli denetimin ötesindeki karanlık güçlere uzanan yolu kendisine açmış görünmektedir. Maldoror övünç içinde "dehasını kan dökücülüğün tadını betimlemek için kullandığını" söyleyerek başlar ve onu kurtarmak üzere gönderilen bir meleği öldürmekle kurtuluşu reddettiğini simgeleyerek bitirir. - </span></i><i><b>(Jeffrey Burton Russell - Mephistopheles, s. 314-316)</b></i></div>
</blockquote>
</div>
<br />
<div style="text-align: center;">
<b><span style="font-size: small;"><span style="color: #a64d79;">Isidore Lucien Ducasse</span></span></b></div>
<div style="text-align: center;">
(1846-1870)</div>
<div style="text-align: center;">
<br /></div>
<div style="text-align: center;">
<i>toplam yirmi dört yıl,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>yedi ay, yirmi gün,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>on bir saat yaşamış.</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>ve bir otel odasında</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>intihar etmiş.</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i><br />
</i> <i>bu ölme becerisi, muhtemelen,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>kalıtımsal bir özellikmiş.</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>çünkü zavallı annesi de,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>o daha yirmi iki aylıkken,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>başarıyla kıymış kendi canına.</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i><br />
</i> <i>öldüğü gün yalnızca iki görgü tanığı</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>çıkabilmiş koskoca Fransa’da,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>Isidore Lucien Ducasse</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>adını taşıyan birini</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>sağlığında gördüğünü söyleyen.</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i><br />
</i> <i>‘Maldoror’un Şarkıları’,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>yahut ‘Aurore du Mal’,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>yahut ‘Onaylanmış Bilginin</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>İntiharı’, diye anılmayı hak eden</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>şiirimsi metinler karalamış.</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i><br />
</i> <i>bu notlara bakılacak olursa,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>aklı bir süs köpeği gibi </i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>tasmasından tutup, bütün bir ömür,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>ruhun kenar mahallerinde</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>sokak sokak gezdirmiş.</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i><br />
</i> <i>sonra bir gün köpeğini kaybetmiş;</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>o gün akşama kadar aramadığı sokak,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>bakmadığı delik kalmamış,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>akşam yorgun argın otele döndüğünde,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>“bir de kafamın içine baksam, yahu!</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i><br />
</i> <i>bir de kafamın içine baksam,</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>bir de kafamın içine, yahu!” demiş</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>ve tutmuş şakağında</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>şiiri gibi akıl dışı, trajik</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i>bir delik açıvermiş.</i></div>
<div style="text-align: center;">
<i><br />
</i> <i><b><span style="color: #a64d79;">- Cahit Koytak -</span></b></i></div>
Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-83188222013402671492012-11-16T17:17:00.001+02:002020-12-13T00:16:26.056+03:00İbnu'l-Cevzî ve Eserlerine Dâir Üç-Beş Kelâm<div align="justify"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-1JX4tLnxJtE/UKZN1W81yYI/AAAAAAAAAp4/3m47WcORa7o/s1600/Zekiler+Kitab%C4%B1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,3em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="230" src="http://3.bp.blogspot.com/-1JX4tLnxJtE/UKZN1W81yYI/AAAAAAAAAp4/3m47WcORa7o/s1600/Zekiler+Kitab%C4%B1.jpg" /></a></div>Uzun süredir bloğa yazamamış olmanın mahcubiyeti ile bir kez daha karşınızdayım ey okur. Bu kez ilginç bir şahsı misafir edip, bazı metinleri üzerinden hakkında birkaç kelâm olsun dillendirmeye gayret edeceğiz. Bir süredir aheste de olsa, İbnu’l-Cevzî’nin metinleri ilgi alanıma girip çıkmaktalar. <i>Kitâbu'l-Ezkiyâ (Zekiler Kitabı)</i>, <i>Kitâbu’l Hamkâ vel-Mugaffelîn (Ahmaklar ve Dalgınlar Kitabı)</i>, <i>Ahbâru’z Zirrâf ve’l-Mutemâcinin (Latifeler Kitabı)</i> ve <i>Telbîsu İblîs (Şeytanın Ayartması)</i> gibi metinler bunlar. Fakat metinler üzerinden yürümeye başlamadan evvel, kimdir İbnu’l-Cevzî sorusuna kabaca olsa da bir yanıt vermekte fayda var. </div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Hicrî VI. asrın çalkantılı günlerinde Bağdat’ta doğmuş, din ve edep ilimlerinin pek çoğunda oldukça yetkin eserler bırakarak her fâni gibi göçüp gitmiş bir şahsiyet İbnu’l Cevzî. Künyesi Ebu’l-Ferec olan İbnu’l-Cevzî'nin şeceresi Hz. Ebu Bekir’e kadar uzanıyor. Onu yaşadığı döneminin koşullarından ayrı bir karakter olarak düşünmek elbette mümkün değil. Bu döneme hâkim olan resme nazar edildiğinde, kökleri IV/X. yüzyılda atılmış bir dağılış manzarası görülecektir. X. yüzyıldan itibaren doygunluk noktasına ulaşan sınırlarla birlikte, Bağdat’taki Abbâsî halifesinin otoritesi de çökmeye başlar. Öyle ki, Fâtimîlerle birlikte emîru-l-mu’minîn ifadesi âdeta önüne gelenin kullanmaktan çekinmediği bir ünvana dönüşmüş ve ciddi bir halife enflasyonu meydana gelmiştir. XII. yüzyılda Bağdat’ta hâlâ bir Abbâsî halifesi vardır elbette -İbnu’l-Cevzî'nin uzun ömründen altı Abbâsî halifesi geçip gitmiştir- fakat Selçuklu sultanlarının eline bakan, siyasal gücü çok kısıtlı bir halifedir söz konusu olan. Mevzû-i bahs siyasal çöküntünün ve bölünmüşlüğün, dinsel alana da kaçınılmaz olarak yansıdığı ve farklı ekollerin, özellikle de bâtınî te’villerin ve gulât-ı şîa fırkaların alıp yürüdüğü bir döneme de tekâbül eder bu târihsel çerçeve. Hâl böyleyken İbnu’l-Cevzî hem kişisel gayretleri üzerinden hem de resmî talepler düzeyinde bilfiil bu akımlarla mücadele içinde bir ömür geçirmiştir.</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Onun 200’den fazla metin kaleme aldığı rivâyet ediliyor ki, bugün elimizde bu yekûnun yarısından azı mevcut ve bu mevcudun da basılmış olanları küçük bir kısmından ibaret durumda. Yaşadığı dönemde İbnu’l-Cevzî diğer vasıflarından evvel çok popüler ve etkileyici bir vâiz olarak tanınmıştır. Öyle ki, vaazlarında 50.000 dinleyiciye kadar ulaşabildiğinden bahsediliyor(bu sayının kesretten kinâye olması muhtemel olmanın ötesinde). Fakat vâizlikteki ününün yanında, onu büyük bir muhaddis, müfessir, mütekellim, fakih, târihçi ve dilci olarak da selamlamak durumundayız. Nitekim beş ayrı medresede müderrislik yapabilecek düzeyde olduğunu görmekteyiz. Sadece 6o yaşında kendi inşa ettirdiği medresede 14 ayrı dalda ders verdiğini öğreniyoruz kaynaklardan. Dahası pek çok müspet ilim dalında da eserler kaleme almıştır.</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Yeri gelmişken eserleri arasında en meşhur olanlarına şöyle kısaca bir değinmiş olalım: <i>el-Mevzûat</i> adlı uydurma hadisleri topladığı çalışma, bu alanda yapılmış en erken örneklerden biridir. Yine <i>el-İlel</i> adlı bir diğer hadis çalışmasında da zayıf rivâyetleri bir araya getirdiğini görmekteyiz. Tefsir alanında <i>Zadu’l-Mesîr</i> adlı ünlü bir muhtasar tefsiri mevcut. Akâid alanında ise <i>Ahbâru's-Sıfat</i> ve <i>Def’u Şubehi't-Teşbih</i> adlı eserleri öne çıkmakta. Târihe gelince, <i>el-Muntazam fi’t-Târih</i> adlı çalışması yıllık-biyografi türünün elimize ulaşan ilk örneği kabul ediliyor. Döneminin Bağdat’ı için eşsiz bir kaynak olarak görülmekte. Yine bu son kitap klasik İslâmî ilimlerde “ahbâr” denilen kronolojik olmayan rivâyet merkezli târih çalışmalarının da yetkin bir örneğidir ki, yayımlanan metinlerinin epeyce bir kısmının az-çok bu nevîden metinlerden müteşekkil olduğu görülecektir. </div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Hülâsa İbnu’l-Cevzî’nin hâkim olduğu yelpazenin genişliğine bakıldığında, hem onun şahsî gayretine hem de klasik dönemdeki eğitim sisteminin başarısına hayran olmamak zordur. Öylesine yoğun bir yazım faaliyeti göstermiştir ki, vasiyetinde eserlerini yazarken kullandığı kalemlerin birikmiş talaşlarının yıkanacağı suyun ısıtılmasında kullanılmasını istediği ve neticede böyle yapıldığında geriye fazladan talaş kaldığı anlatılagelir.</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Benim burada vâkıf olduğum metinler içinde odaklanacağım esas kitap <i>Telbîsu İblîs</i> olacak, ama en başta ismini andığım diğer metinlerin ahbâr türünün artık klasik hâline gelmiş metinleri olduğuna da işaret etmeliyim. Yukarıda dikkat çekildiği üzere bunlar kronoloji takip etmeyen, birer rivâyet derlemesi olarak kaleme alınmış eserler. Metinlerin mâhiyetlerine tek tek girmiyorum, zîrâ isimlerinden ma’lûm olmalı. Eğer Câhız ve İbn Abdirabbih gibi isimleri okumuşsanız, bu metinlerin biçimine de oldukça âşinasız demektir. Elbette kitapların yapı ve üslûbuna İbnu’l-Cevzî’nin vâiz olmasından mütevellit özellikleri yansımış durumda, yani işbu metinler oldukça didaktik bir keyfiyet arz edebiliyorlar, fakat öte yandan her birinin İslâm kültür târihi hakkında benzersiz birer kaynak olduğunu da teslim etmemiz gerekiyor.</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-fAfiVzEWKjg/UKZNskremHI/AAAAAAAAApg/_idkG3wTnvU/s1600/%C5%9Eeytan%C4%B1n+Ayartmas%C4%B1.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 0,3em; margin-left: 0.5em; margin-right: 0.2em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="253" src="http://1.bp.blogspot.com/-fAfiVzEWKjg/UKZNskremHI/AAAAAAAAApg/_idkG3wTnvU/s1600/%C5%9Eeytan%C4%B1n+Ayartmas%C4%B1.jpg" /></a></div><i>Telbîsu İblîs</i>’e dönersek, bu metin ayrı ayrı yayınevleri tarafından Türkçe’ye benzer isimler altında birkaç defa çevrilmiş görünüyor. Eser temelde üç bölümden müteşekkil ve tanınmış bir takım şahısların veyahut çeşitli fırka ve mezheplerin i'tikadî ya da amelî düzeyde içine düştükleri hata ve yanlışlara dair rivâyetlerin derlendiği ve müellif tarafından ciddi şekilde tenkit edildiği bir muhtevaya sahip. Tabiî bu noktada İbnu’l-Cevzî’nin Hanbelî ekolüne mensubiyetini hatırlatmak elzem oluyor. Dolayısıyla o gelenekçi(selefî) gruba mensup bir kalemdir ve eleştirilerinin yönü ve sertliği de bu bağlam dikkate alınarak okunmak zorundadır. Fakat onun kendi sözlerine yansıyan Hanbeli mensubiyetinin, metinlerinin geneli açısından ciddi tenâkuzlar doğurduğunu da belirtmeliyiz. Bu manzaraya bakarak onun mutaassıp bir Hanbelî olmadığını söylemek elbette kolay, ama bu tespitin tek başına yeterli olmadığı da ortada. Çünkü o, özellikle akâid bağlamında gerektiğinde sık sık akla dolayısıyla te’vile başvuran orta yolcu bir Eş’ari gibi konumlanmış gözüküyor. Öte yandan her ne kadar akılcı bir eğilimi varsa da, aynı zamanda bir disiplin olarak kelâma ve kelâmcılara karşı oldukça menfi düşünceler beslediğini de görmekteyiz. Örneğin <i>Telbîsu İblîs</i>’de şuna benzer birçok rivâyet aktarmakta bize:</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><blockquote align="justify" class="tr_bq"><i style="mso-bidi-font-style: normal;">Ebu’l-Meali el-Cüveynî derdi ki: “Tüm İslâm âlemini ve uğraştıkları ilimleri dolaştım. Denizlerde de yolculuk yaptım. İslâm’ın nehyettiği şeylere daldım. Tüm bunları taklitten kaçınıp hakkı aramak için yaptım. Ama şimdi hepsinden döndüm ve hak kelimeye geldim. Şu ihtiyarların dinini izleyin. Eğer hak bana ulaşmaz da bu ihtiyarların yolu üzere ölmezsem ve bu dünyadan göçerken ihlas kelimesi ile ağzım kapanmazsa vay halime.” </i></blockquote><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Her ne kadar alıntıda yer verilen Cüveynî bir Eş’ari ise de, kelâma dönük tenkitlerdeki ana hedef genelde Mu’tezile olmaktadır. Fakat bu bağlamda metodolojik bir tutarsızlık göze çarpıyor, zîrâ bir yandan genelde mütekellimleri özelde Mu’tezile’yi Allah’ın varlığı ve sıfatları gibi meselelerde filozoflardan alınmış yöntemlerle akla ve te’vile başvurmaları dolayısıyla ağır bir biçimde suçlarken, diğer yandan yukarıda işaret ettiğimiz üzere kendisi de Müşebbihe ve Mücessime’ye karşı hiç çekinmeden te’vile gidebilmektedir. Dolayısıyla İbnu’l-Cevzî’nin nakil-akıl geriliminde konumu oldukça muğlak ve metinden metine çok değişebiliyor. Bu sorunu çözebilmek için bazıları, onun fıkıhta Hanbelî, itikatta Eş’ari olduğuna işaret etmekteler. Fakat böyle bir çözümün kendi içinde tutarlı olması ne derece mümkündür, bu en azından benim için pek açık değil.</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/-RL_0IGwdXo0/UKZNx5SdGHI/AAAAAAAAApo/sJdQ7944W74/s1600/Latifeler+Kitab%C4%B1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,3em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="230" src="http://4.bp.blogspot.com/-RL_0IGwdXo0/UKZNx5SdGHI/AAAAAAAAApo/sJdQ7944W74/s1600/Latifeler+Kitab%C4%B1.jpg" /></a></div>Behemehâl <i>Telbîsu İblîs</i>, İbnu’l-Cevzî’nin gelenekçi yönünün ağır bastığı bir metin. Her ne kadar yer yer mutekaddimûnu taklit etme konusunda menfî bir duruş sergiliyor ise de, eser sünnete ve cemaate bağlılığa övgüler düzerek açılan ve bid’atları ve bid’atçıları zemmederek yoluna devam eden bir metin mâhiyetindedir. Bu doğrultuda bakıldığında, <i>Telbîsu İblîs</i>’in eleştiri okları karşısında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın temel çekirdeği dışında hemen herkes hazır ve nâzırdır. Sözün burasında müellifin 73 fırka (Fırkayi Nâciye) ile ilgili meşhur hadise gelip demir atması okur için bir sürpriz olmayacaktır sanırım. Öyle ki, cehennemlik olan fırkalar bâbında Kaderiye, Cebriye, Mürcie, Rafiziye, Cehmiyye ve Haruriye isimlerini ve bunların her birinin 12 alt fırkasını tek tek sayar ve böylece bunları 72’ye tamamlayıp, sapıklar kervanına ekleyiverir. Bu tasnifin bugün için iler tutar bir yanı elbette yok, zîrâ esâsen İslâm târihine kaba bir bakış bile, 73 sayısının vak'a ile yakınlık düzeyinde bile bir ilişkisinin olmadığını, dahası süreç içinde ortaya çıkan fırka, ekol ve mezheplerin isimlerinden ansiklopedik bir çalışma bina edilebileceğini aşikâr kılmaya yetecektir.</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Tabiî yeri gelmişken İbnu’l-Cevzî’nin bahse konu gelenekçi pozisyonuyla,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>spesifik eleştirilerindeki isabet oranının zorunlu olarak bağlantılı olmadığının altını mutlaka çizmek gerekiyor. Doğrusu çoğu zaman oldukça haklı ve sağlam tenkitlerde bulunduğunu düşünmemek için hiçbir neden yok. <i>Telbîsu İblîs</i>’in yarısından fazlasının tasavvuftaki aşırılıklara ayrıldığını düşünürsek bu özellikle böyle. Fakat kitabın tenkitlerinin isabeti bir yana dursun, bu alanda bir araya getirdiği rivâyet zenginliği hesaba katıldığında, temel bir kaynak olma özelliğini haizdir. </div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Tenkit düzeyinde gördüğüm en temel sorun, müellifin hedef tahtasına koyduğu şahıs ya da grupların, düşünce ve eylemlerine delil olarak gösterdikleri rivâyetlerin problemlerine haklı olarak işaret ederken, kendisinin de zaman zaman en az onlar kadar sorunlu olan haberlerden karşı dayanaklar oluşturma yoluna gitmiş olmasıdır. Hâl böyleyken, İbnu’l-Cevzî ile ilgili başka bir tutarlılık sorununa daha gelip çatıyoruz. En başta eserlerinden bahsederken İbnu’l-Cevzî’nin mevzû ve zayıf hadisler konusunda müstakil metinler kaleme alacak düzeyde yetkin olduğuna işaret etmiştik. Onun şahsında, cesaretle metin tenkidi yapmış bir musannifle karşı karşıyayız. Öyle ki, eleştirilerinden dokunulmazlık zırhına bürünmüş hadis otoriteleri bile kayda değer biçimde nasiplenmiştir. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span><i>Kutubu’s Sitte</i>’deki pek çok hadis ve hattâ mensubiyetini deklare ettiği ve bu yönde sık sık atıf yaptığı Ahmed bin Hanbel’in <i>el-Musned</i>’indeki hadisler bile onun tenkit ağına yakalanmaktan kurtulamamışlardır. Biraz da bu metinlere dil uzatabildiği için, daha sonraları İbn Hacer, Suyûtî ve Zehebî gibi isimlerin çeşitli eleştirilerine de ma’ruz kalacaktır zaten.</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Yine bir noktada hadisle iştigal edenlerin öncelikle fıkıh bilmesini şart koştuğunu da görmekteyiz ki,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>fıkıh bilmeden hadis toplama işini hadis hamallığına benzetmektedir. Bu dikkat çekici biçimde Ehl-i Re’y’e de göz kırpan bir yorumdur. Yeri gelmişken, belki Taberî’nin Ahmed b. Hanbel’in bir fakih olmadığı, Hanbelîliğin de bir fıkıh ekolü olmadığı yolundaki eleştirilerini hatırlatmak ilginç olacaktır.</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Beri yandan, kendi dönemine kıyasla cesur bir muhaddis izlenimi veren İbnu’l-Cevzî, iş diğer metinlerine gelince farklı bir kişiliğe bürünüyor âdeta. Bu bağlamda, yukarıda bahsettiğim okumaları yaparken, hem <i>Telbîsu İblîs</i>’de hem de diğer ahbârî metinlerinde kullandığı birçok rivâyetin ciddi ölçüde problemli olduğu nokta-i nazarında sürekli bir rahatsızlık hissettiğimi söylemeliyim.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Zaman zaman öyle rivâyetler ya da kıssalara rastladım ki, apaçık uydurma olduğu belliyken, pervasızca kullanılmaktaydılar. Nitekim hakkında yapılmış dikkatli çalışmalar İbnu’l-Cevzî’deki bu garip soruna işaret etmekteler. Dahası öteden beri bu sorunun farkında olunduğunu da biliyoruz, örneğin İbn Teymiyye, ondan çok yararlanmasına rağmen, İbnu’l-Cevzî’nin uydurma rivâyetlere bolca başvurduğunu söylemekten çekinmemiştir. Neticede bu çelişkili durumu, unutkanlık gibi insanî ve kaçınılmaz zaafları bir yana bırakırsak, İbnu’l-Cevzî’nin yaşadığı dönemin siyasal ve dinsel kriz ortamının bir yansıması olarak okumak bir dereceye kadar mümkün olabilir. O, popüler bir vâiz olarak, herkesin ayrı telden çaldığı bir dönemde, bu neviden metinlerinde rivâyetlere karşı kritik bir yaklaşımdan ziyade, faydacı bir yaklaşım yolu izlemiş olabilir. Dolayısıyla rivâyetleri güvenilirliğine bakmaksızın işlevsel olarak konumlandırmış olması muhtemel. Böylece, özellikle Terğîb ve Terhîb mevzû-i bahs olduğunda hadis uydurmanın bile açık açık meşru kabul edilebildiği bir târihsel bağlam içinde İbnu’l-Cevzî’deki tenâkuz izah edilebilir bir zemine oturtulabilir diye düşünmekteyim.</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-XCA1uM32TCE/UKZNzl3a4MI/AAAAAAAAApw/uHp6Ut1uh1Q/s1600/Ahmak+ve+Dalg%C4%B1nlar+Kitab%C4%B1.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 0,3em; margin-left: 0.5em; margin-right: 0.2em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="253" src="http://3.bp.blogspot.com/-XCA1uM32TCE/UKZNzl3a4MI/AAAAAAAAApw/uHp6Ut1uh1Q/s1600/Ahmak+ve+Dalg%C4%B1nlar+Kitab%C4%B1.jpg" /></a></div><i>Telbîsu İblîs</i>’in tenkitlerinden en çok nasiplenenlerin mutasavvıflar olduğuna işaret etmiştik. Bu bağlamda İbnu’l-Cevzî’nin tasavvufu bütünüyle olumsuzlamadığının altını çizmeliyiz. Onun erken dönem zühd ehlinden, özel olarak Hasan-ı Basrî, Süfyan-ı Sevrî gibi isimlerin başını çektiği Basra ekolünden yana durduğunu söylemek mümkün. O, bu isimlerden örnek verirken, onların peygamberin ve sahabenin ahlâkının bir timsali olduklarını, müteahhirîn sûfîler gibi nazarî ve amelî konularda aşırılığa kaçmadıklarını ileri sürer. Geç dönem sûfîleri tenkit ederken onların şeriatın zâhirini görmezden geldiklerine, tahrif ettiklerine ya da külliyen önemsiz kıldıklarına işaret etmekte ve içine düştükleri onulmaz hataları, sosyal hayatın dinamiklerinden ve ilimden bütünüyle uzak kalışlarına yormaktadır. Şeytan kulaklarına fısıldadıkları ile onları yoldan çıkarmıştır yazarımıza göre. Yine müteahhirîn sûfîlerin iktidarla olan netameli ilişkilerine dikkat çekerek şöyle yazar: <i style="mso-bidi-font-style: normal;">”İlk sofiler, yöneticilerden nefret ederlerken sonrakiler onların ayrılmaz dostları oldular.”</i> </div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">İbnu’l-Cevzi’nin sûfîlerin aşırılıklarından dem vururkenki üslûbu ve aktardığı rivâyetlerin içeriği zaman zaman oldukça sertleşebiliyor. Şu örnek pasajda bu durum görülebilir:</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><blockquote align="justify" class="tr_bq"><i style="mso-bidi-font-style: normal;">Yunus b Abdula’la anlatıyor. Şafiî şöyle derdi: “Eğer bir adam günün ilk saatlerinde tasavvufa girerse öğlen olmadan ahmaklaşır.”</i></blockquote><blockquote align="justify" class="tr_bq"><i style="mso-bidi-font-style: normal;">Yine bir sözünde İmam Şafiî şöyle der: “Sofilerle kırk gün beraber olan kimsenin aklı bir daha ebedi olarak ona geri dönmez.”</i></blockquote><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Müellif, halkın bu şahıslarla ilgili kerâmet haberlerini nasıl yoktan var ettiğine dair şu kayda değer rivâyeti de aktarır bize: </div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><blockquote align="justify" class="tr_bq"><i style="mso-bidi-font-style: normal;">“Zülfa anlatıyor. Rabiatu’l-Adeviyye’ye: “Teyze neden insanların yanına girmelerine izin vermiyorsun?” dedim. Şöyle dedi:</i></blockquote><blockquote align="justify" class="tr_bq"><i style="mso-bidi-font-style: normal;">“Bana geldiklerinde insanlardan ne bekleyeyim ki, yanıma geldiklerinde yapmadığım şeyleri yaptı diye anlatacaklar. Hattâ benim hakkımda şöyle diyorlar; namazlığının altında dirhemler buluyor, ateşsiz kazanda yemekler pişiriyor, hâlbuki ben böyle şeyler görseydim korkardım.”</i></blockquote><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Birçok isim yapmış mutasavvıfı i'tikâdî ya da amelî düzeydeki hatalarından dolayı tenkit sırasına soktuğu eserinde, müellifin eleştirilerinden Huccetu’l-İslâm İmam Gazzâlî bile kurtulamıyor. Metinde, Gazzâlî’nin hataları ile ilgili hayretini de gizleyemediği birçok pasaj var. Dahası onun Gazzâlî’nin büyük eseri <i>İhyâu Ulûmi’d-Din</i>’in muhtevasındaki çok sayıda mevzû rivâyeti ayıkladığı <i>Minhacu’l-Kâsıdîn</i> adlı muhtasar bir çalışması olduğunu da biliyoruz (sonraki bazı araştırmacılar İbnu’l-Cevzî’ye hak vermenin de ötesine giderek İhyâ'nın %70-80 ölçüsünde problemli rivâyetlerden müteşekkil olduğuna işaret etmekteler).</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Velhâsıl-ı kelâm, <i>Telbîsu İblîs</i> muhtevasındaki rivâyetlerin taşıdığı târihsel değerin yanında, içerdiği tenkitlerin daha sonraki dönemlerde özellikle gelenekçi ulema arasında birer referans olarak kabul görmesi açısından önemli bir metin keyfiyetindedir. Daha genel pencereden bakıldığında ise, İbnu’l-Cezvî, hem kemiyet hem de keyfiyet açısından, yazdığı eserlerle ve bu eserler üzerinden yaşadığı döneme ve öncesine dair tuttuğu ışıkla, onun eserlerine başvurmadan bir İslâm târihi ve İslâmî ilimler târihi yazılmasını neredeyse imkânsız kılacak ölçüde kıymetli kayıtlar bırakmış, dolayısıyla davasına ve görüşlerine biçtiğimiz değerin ötesinde, sırf bu inanılması güç gayretkeşliği nedeniyle minnettar olmamız gereken bir hüviyet taşımaktadır. </div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Keyifli okumalar...<br />
<br />
</div><div style="text-align: justify;"></div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-40556098151348780662012-09-04T17:25:00.000+03:002012-09-04T17:37:21.805+03:00İkbâline yuf âlemin idbârına hem yuf<b><span style="color: #8e7cc3;">Rûhî-i Bağdâdî - Terkîb-i Bend</span></b>
<br />
<br />
<b><span style="color: #8e7cc3;">- On Birinci Bend - </span></b>
<br />
<br />
Yuf hârına dehrin gül-i gülzârına hem yuf<br />
Ağyârına yuf yâr-i cefâkârına hem yuf
<br />
<br />
Bir ayş ki mevkûf ola keyfiyyet-i hamre<br />
Ayyâşına yuf hamrine hammârına hem yuf
<br />
<br />
Zîkıymet olunca nidelim câh ü celâli<br />
Yuf anı satan dûna hirîdârına hem yuf
<br />
<br />
Çün ehl-i vücûdun yeri sahrâ-yi âdemdir<br />
Yuf kâfile vü kâfilesâlârına hem yuf
<br />
<br />
Âlemde ki bengîler ola vâkıf-i esrâr<br />
Seyrânına yuf anların esrârına hem yuf
<br />
<br />
Ârif ki ola müdbir ü nâdân ola mukbil<br />
İkbâline yuf âlemin idbârına hem yuf
<br />
<br />
Çerh-i feleğin sa'dine vü nashine lâ'net<br />
Kevkeblerinin sâbit ü seyyârına hem yuf
<br />
<br />
Çün oldu harâm ehl-i haka dünye vü ukbâ<br />
Cehdeyle ne ukbâ ola hâtırda ne dünyâ.<br />Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-63350213044121182792012-05-15T17:34:00.002+03:002020-12-13T00:19:27.674+03:00Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde<div align="justify">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-aFc2XuK_7uI/T7JlSnr3Z3I/AAAAAAAAAok/6yeih8okmBQ/s1600/gazal01.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0.5em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="320" src="http://3.bp.blogspot.com/-aFc2XuK_7uI/T7JlSnr3Z3I/AAAAAAAAAok/6yeih8okmBQ/s320/gazal01.jpg" width="218" /></a></div>
Rivâyet o ki, Halife Ali günlerden bir gün Dicle kıyısına iner, bir hokka ve divit ister yanındakilerden. Sonra bir kâğıda bir şeyler karalar ve nehre savurur yazdıklarını. "Bunlar," der, "mârifet ve hakîkate ait sözlerdir. Bir müddet sonra Şiraz'dan bir ârif gelecek ve bu sözler ondan zuhur edecektir." İşte o ârif ki, eskiler Hâfız-ı Şirazî'dir derler.<br />
<br />
Mevzubahis rivâyetin aktarıldığı kaynak, haberin bütünüyle uydurma olduğunu da peşi sıra ekliyor haklı olarak, ama gerçekten umurumuzda mı böyle bir bilgi?! Bazen gerçeğin çölüne mahkûm olmamayı da seçebiliriz elbette. Kaldı ki, mitle logos arasına kim kat'i bir sınır çizebilmiş ki bugüne kadar?<br />
<br />
Her neyse, böylece Hâfız, şarabın kızıllığını mürekkep kılmış kendisine. Belki o da bir bakıma Nietzsche gibi kanla yazmış yazacaklarını, çünkü kendi sözlerine bakılırsa, tanrı hamurunu halis şarapla yoğurmuş bu garip âdemin.<br />
<br />
<br />
Farsça şiirin zirvelerinden birini temsil eden Hâfız'ın şiirlerindeki rindlikle ilgisiz bilgeliği bir kenara koyarsak, bu şiirler esasen şaraba ve sevgiliye dair bir övgüdürler. Gerçi bazı şârihler ondaki şarabın aslen bir mecaz olduğunu düşünmemiş değillerdir. İbnü'l Fâriz'in o ünlü beytindeki gibi, daha üzüm yaratılmadan evvel, bezm-i elest anında sarhoş olanlardan dem vurmuşlar bu meyanda. Şüphesiz bu neviden yorumlar başka sûfî eğilimli şairler için anlamlı olabilir, ama Hâfız’ın tecrübeleri için de birebir geçerli olduğunu iddia etmek mümkün görünmüyor. Daha çok onu şeriatın gözünde temize çıkarmaya dönük bir apoloji olarak okunabilirler. Zîrâ, onun şarabı Hayyam'da olduğu gibi gerçek bir şarap ve sarhoşluğu da gerçek bir esriklik hâli olmalı. Böylece rindlik yolunda kelimenin literal anlamıyla mest-i harâb olmuştur Hâfız. Bu nedenle de kınanır elbette ve onun bu hâlini dilinden düşürmeyen zâhidler ve sofular, bir cevap uğruna bazen girip çıkarlar şiirlerine. Bu kınamadan tek çeken de o değildir hem, aksine kadim bir meseledir bu, bir başka büyük şairin sözlerinde yankılandığı gibi: <i>Fuzûlî rind ü şeydâdur, hemîşe halka rüsvâdur. </i><br />
<br />
Sözün özü, rindliğin yazgısıdır bu hâl ve aksini ummak da kolay iş değildir. Çünkü şu devran bir paralakstır ve zâhidin baktığı yerden bir şey, rindin baktığı yerden başka bir şey olarak gözükür.<br />
<br />
...<br />
<br />
Ve nihayet her fâni gibi Hâfız’ın da bezm içinde geçen günleri yitip gitmiş ve böylece Yahya Kemal’in şirindeki âsûde bahar ülkesine kavuşmuş. Kutbeddin Hayder hakkında bir dörtlük kaleme alınmış evvelce, Dîvân'ın önsözünde işbu bu dörtlüğün Hâfız’a da yakışabileceği hatırlatılmış okuyucuya. Değil mi ki Hâfız gerçek kalenderliğin, saçtan değil baştan geçmek olduğunu düşünmüştür, şöyledir:<br />
<br />
<i>Rindî dîdem nişeste ber huşk zemîn</i><br />
<i>Ni kufr u ne islâm u ne dunyâ vu ne dîn</i><br />
<i>Ni Hak ne hakîkat ne tarîkat ne yakîn</i><br />
<i>Ender du cihân kirâ buved zehre-i în.</i><i><br />
</i><br />
<i>...</i><br />
<br />
Not: İlgilenenler için Hâfız Dîvânı'nın Ayrıntı Yayınları'ndan ve Mehmet Kanar'ın elinden yeni bir çevirisi çıktığını hatırlatalım. Daha önce Gölpınarlı'nın bir çevirisi mevcuttu, fakat nesir olarak yapılmış bir çeviriydi. İşbu yeni çeviride, metin nazım olarak ve orijinal transkripsiyonu ile beraber sunuluyor.<i><br />
</i> </div>
Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-5348233760342186572012-02-17T01:50:00.000+02:002012-02-17T03:25:55.947+02:00Sîne-i pürdâğımızdır bâğımız gülzârımız<b><u><span style="color: #8e7cc3;">Hüzün Uyandı</span></u></b>
<br />
<br />
Hüzün uyandı Mélusine. Bunu anladığımda hiçbir şey duymadım. Çevremde olağandışı hiçbir kıpırtı görülmedi. İnsanların düzeninde hiçbir değişiklik olmadı. Ama hüzün uyandı. Bir ağaç kovuğundan olağanüstü güzellikte bir göz görüldü mor ve yeşil.Bir su-bulut geçti. Bir klavsen yağmuru çaldı.<br />
Kapılar kendilerine örtüldü. Hüzün uyandı.
<br />
<br />
<i><b><span style="color: #8e7cc3;">Lâle Müldür
</span></b></i><br />
<br />
<span style="color: #38761d;">***</span>
<br />
<br />
<span style="color: #a64d79;"><b><u>
</u></b></span><b><u><span style="color: #8e7cc3;">Ateşte Unutulmuş Ferman</span></u></b>
<br />
<br />
herkes kendi ateşini başkasının cehenneminde sınar
<br />
kendi külünde söner bütün rüzgârlarına yazıldığın akşam
<br />
<br />
ateş tadında kum tadında kalarak <br />
derinleştirir bazı ayrılıkları zaman
<br />
<br />
al ağrını git burdan <br />
en uzun eylülü ömrümüzün
<br />
<br />
uyutmuyor seni ne kömürleşmiş bu gurur <br />
ne göğsündeki kaplan <br />
<br />
seçilmiş taş milyonlarca taş arasından <br />
başını vurduğun <br />
çok gençti genç olmak için bile <br />
kendi zamanına muhtaç <br />
kendiyle dargın <br />
<br />
daha yolun başında görülüyordu <br />
menzilindeki noksan <br />
<br />
ömrünce sızlayacak <br />
kayıplar sarayında ateşte unuttuğun ferman.
<br />
<br />
<i><b><span style="color: #8e7cc3;">Murathan Mungan</span></b></i><i><b><span style="color: #a64d79;"> </span></b></i><br />
<br />
<span style="color: #38761d;">***</span>
<br />
<br />
<span style="color: #a64d79;"><b><u>
</u></b></span><b><u><span style="color: #8e7cc3;">Hey</span></u></b>
<br />
<br />
Neyi seyrediyorsun yalnız?
<br />
Yukarıda bir ışık gününün çiçeği
<br />
Aşağıda, karanlığı rüzgârın
<br />
Bakma boşuna, daldan dökülmeyecek gece,<br />
Ve aydınlık değil Tanrı'nın kapısı.
<br />
Gökyüzü yaprağından uçacak şebnemi yıldızların
<br />
Sen kalacaksın, ve büyük bir korku. Bakış sütunu ve gam sarmaşığı.
<br />
<br />
Bakma boşuna
<br />
Kalk, bir çiçek endişesi geceye çevirdi yeryüzünü<br />
Çık yola, ayın dönüşü bir üzüntü tarhı açtı ardında
<br />
Dinle ağustos böceğini: Ne gam verici bir dünya, ve bir Tanrı yok.
<br />
Ve var bir Tanrı, ve bir Tanrı...
<br />
<br />
Zaman geç oldu; kokla ve git ve güzel bir yüz ara
<br />
Bir başka düşte.
<br />
<br />
<i><b><span style="color: #8e7cc3;">Sohrâb-i Sipihrî</span></b></i>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-77128845602222699162012-01-26T05:14:00.001+02:002012-01-30T01:36:09.725+02:00Bir Şairin Ardından...<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-EdLxbDAc46g/TyC9ND4mc6I/AAAAAAAAAoA/x7Jzb1mD_w8/s1600/theo-angelopoulos-th1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="392" src="http://1.bp.blogspot.com/-EdLxbDAc46g/TyC9ND4mc6I/AAAAAAAAAoA/x7Jzb1mD_w8/s400/theo-angelopoulos-th1.jpg" width="400" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<i>"Ama biliyor musunuz, ruhumuz bir kuş gibidir," </i>diyordu.<i> "Bu kuşun bir bacağı havadadır; uçmak mı, uçmamak mı sorusunu taşıyarak..." </i></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Evet, yaşamla ölüm arasındaki sınırda, bir ayağı havada duran bir kuştu Angelopoulos ve soğuk bir kış günü aştı o sınırı. Sınırların en sonuncusundan uçup gitti.</div>
<div align="justify">
<br />
Bazı insanlar vardır, özel ve doğrudan hiçbir hukukunuz olmadığı halde, dolaylı yollardan kurduğunuz ilişki üzerinden hep aşina olduğunuz biri gibi hisseder ve sonunda göçüp gidişlerine sanki bir yakınınızı yitirmiş gibi kederlenirsiniz. Angelopoulos benim için öyle biriydi.<br />
<br />
Onun isminin yankısı sinema kelimesinin yankısı ile karışmıştır zihnimde. Doğrusu şuracıkta üç-beş kelime marifetiyle filmlerinin üzerimde bıraktığı hissiyatın hakkını teslim etmem mümkün değil asla, hele de kısa olması arzulanan böyle bir yazıda. Fakat onun, güneşin sıcak ve şefkatli yüzünü ancak istisna kabilinden görebildiğimiz meta-realist dünyalarında, arzu ile gerçek arasında bir yerlerde kaybolmuş, arayış halinde gezinen, sınırlar aşan ama hâlâ ve hep "burada" olan, evlerini bulamamış yersiz-yurtsuz karakterleri ile bir duygudaşlığı, bir hüznü, bir gerçeklik algısını paylaştığımı söyleyebilirim. Ve diyebilirim ki, Angelopoulos kelimenin literal anlamıyla "film"ler yapmamıştır, resimlerin hareketinden epik ve melankolik şiirler yazmıştır beyaz bir perde üzerine (Pasolini buna <i>cinema di poesia</i> diyebilirdi) ve bu nedenle onun ölümü de bir şairin, sinemanın yaşayan en kıymetli şairinin ölümü demektir benim için. <br />
<br />
Onun, hayatını bir film çekiminin ortasında kaybetmesine ne demeli insan? Bu garip yazgı, daha önce hakkında okuduğum bir parçayı hatırlattı bana ister istemez.<i> "Her film çekişimde,"</i> demişti o metinde, <i>"bunun son filmim olabileceğini düşünürüm ama sonra... tıpkı bir kahvede oturan iki yaşlı adam gibi. Mevsim bahardır. İhtiyarlar önlerindeki dünyanın -özellikle güzel kadınların- geçişini seyrediyorlardır. Bir kadının uzakta kaybolmasını izlerler. Biri diğerine 'Böyle daha ne kadar devam edeceğiz?' diye sorar. Yanındaki ona, 'Sonuna kadar,' der. İşte, sinema da benim açımdan böyledir."</i><br />
<br />
Ve şimdi artık biliyoruz ki, o "son"dayız; <a href="http://www.imdb.com/name/nm0000766/" target="_blank">Theodoros Angelopoulos</a>'u bir kameranın ardında göremeyeceğiz bundan böyle ve bizim için, dostları için <i>zamanın uçuşunu yumuşatamayacak</i> bir kez daha...<br />
<i><br /></i></div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-6402307711021603062012-01-17T21:00:00.000+02:002012-01-27T13:04:32.582+02:00Fantasy: The 100 Best Books<div align="justify">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-5N9kqVtCq48/TxWmjXRuukI/AAAAAAAAAkY/JkzTdxMcdrI/s1600/Fantasy%2B100%2BBest%2BBooks.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,3em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="310" src="http://3.bp.blogspot.com/-5N9kqVtCq48/TxWmjXRuukI/AAAAAAAAAkY/JkzTdxMcdrI/s400/Fantasy%2B100%2BBest%2BBooks.jpg" width="195" /></a></div>
Şu günlerde farklı alanlardan birçok metinle haşir-neşir durumundayım. Şiir eleştirisine dair bir çalışma, Kitab-ı Mukaddes tarihi üzerine bir başka çalışma ve ilkçağ felsefesi üzerine bir metin elimde dönüp duruyor. Lâkin <i>firavunların tarihini okumaktan ve haçlara çarpa çarpa yürümekten yorulduğum</i> şu anda, blogun seyrine evlâ olan ve daha “eğlenceli” şeylerden dem vuran bir kitaba değinmek isterim. Bir süredir aklımda olan fakat bahsetmeyi sürekli ertelediğim bir çalışma söz konusu olan.
<br />
<br />
<i>Michael Moorcock</i> ismine birçoğunuz <i>Elric Destanları</i>’ndan aşina olabilirsiniz. Moorcock, altmışların sonlarından itibaren editörlüğünü yaptığı <i>New Worlds</i> dergisi bağlamında Yeni Dalga bilim-kurgu akımının öncülüğünü üstelenmiş isimlerden biridir ve bu yönüyle pek çok kıymetli yazarın hikâyelerinin yayımlanmasında pay sahibi olmuştur.
<br />
<br />
İşte bu amcamız, temelde bir çizer olan <i>James Cawthorn</i>’le birlikte 1980’lerin sonunda o güne kadar kaleme alınmış en iyi yüz fantastik kitabı imleyen bir seçki oluşturmaya karar veriyor ve 1988 yılında <i><b>Fantasy: The 100 Best Books</b></i> adlı bir kitap yayımlayarak murâdlarına eriyorlar. Şimdiye kadar fantastik edebiyata dair birçok “en iyiler” listesine şâhit olduk, fakat doğrusu bunların çoğu son dönemlerdeki popüler metinlere odaklanmış görünüyorlardı. Moorcock ve Cawthorn ise meseleyi daha geniş bir perspektiften görmeyi başarmışlar. Hazırladıkları listeye baktığımızda içindeki ilk metin 1726 yılına ait. Son metnin tarihi ise 1987’ye tekabül ediyor. Dolayısıyla metinleri seçerken 250 yıldan uzun bir zaman dilimini hakkını vererek hesaba katmış görünüyorlar.<br />
<br />
Bu tür seçkiler ister istemez epey sübjektif bir keyfiyet arz ederler. Bu gerçeği kitabın girizgâhında yazarlar da yadsımıyor ve sahte bir objektiflik havası takınmadan, yapılan seçimlerin kişisel beğenilerini yansıttığını açık açık ifade ediyorlar. Dolayısıyla okur da sonucu yargılarken bu durumu dikkate almalıdır. Yine de kendi adıma birkaç elzem eleştiride bulunabilirim. Öncelikle seçilen metinlerin neredeyse tamamının İngilizce yazılmış olduğunu görüyoruz. Aslında bunun tek bir istisnası var, o da <i>Franz Kafka</i>’nın <i>Dava</i> ve <i>Şato</i> romanlarından ibaret, öyle ki onların da neredeyse yanlışlıkla listeye alındığını düşünmek mümkün. İngilizce edebiyat dairesi içine kapanmış böylesi bir okuma elbette sorunlu gözüküyor, çünkü bu listeye girebilecek başka dillerde yazılmış kitaplar olduğunu iddia etmek pekâlâ mümkündür.
<br />
<br />
İkinci bir problem, listedeki kitapların hangi janra ait oldukları ile ilgili olabilir. Bu tabiî daha netameli bir meseleye dokunmak demek, zîrâ fantastik edebiyatın efrâdını câmi, ağyârını mâni bir tanımını yapmak oldukça güçtür(bu sorunla ilgili bkz. <a href="http://birgaripvampir.blogspot.com/2006/08/fantastik-edebiyata-dair-ksack-bir-yaz.html">Fantastik Edebiyata Dair</a>). Her halükârda listedeki bazı metinler epeyce gri alanlarda duruyor ve haklarında çeşitli kuşkular oluşması mümkün. Örneğin <i>Mary Shelley</i>’nin <i>Frankenstein</i>’ı bir fantezi midir, yoksa bir bilim-kurgu olarak mı değerlendirilmeliydi (şahsen BK’dan yana tercihimi kullanırdım, bkz. <a href="http://birgaripvampir.blogspot.com/2008/08/hayalle-hakikatin-kesiimi-ya-da-bilim.html">Hayalle hakikatin dansı ya da Bilim-Kurgu</a>)? Ya da <i>Moby Dick</i> ne ölçüde bir fantastik edebiyat örneğidir acaba? Örnekleri çoğaltmak mümkün...
<br />
<br />
Ayrıca hazırlanış tarihi itibariyle, son yirmi beş yılda yazılmış herhangi bir metnin bu seçkide doğal olarak yer bulamadığına da dikkat çekmeliyiz. Bu günden bakıldığında, bu durum böyle bir seçki için ciddi bir eksik olarak düşünülebilir elbette. Özellikle de son otuz yılın fantastik kurgunun bir nevi altın çağı olduğunu düşünürsek. Fakat bu, başka bir açıdan sanıldığı kadar önemli bir mesele olmayabilir. Kanımca bu seçkinin asıl meziyeti, Moorcock ve Cawthorn’un 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında yazılmış daha az bilinen, daha egzotik metinlere yoğun bir şekilde dikkat çekmiş olmalarından kaynaklanıyor. Bu haliyle yaptıkları seçki okur için güncel benzerlerinin çoğundan daha ehven bir rehber de olabilir pekâlâ.<br />
<br />
Son olarak kitabın biçimsel yapısı hakkında birkaç kelâm edelim. Elimdeki metin <i>Carroll & Graf</i> yayınlarından çıkmış 1991 yılına ait bir baskı(sanıyorum daha yeni bir baskısı da yok). Kitap bir antolojiden beklenenden fazla bir şey sunmuyor. Her bir kitap için eserin mahiyeti ve yazarların serüveni ile ilgili yaklaşık iki şer sayfalık bir bilgi aktarılmış. Bunun hâricinde bir içerik de mevcut değil. <br />
<br />
Aşağıda yazarların seçtiği kitapların kronolojik bir listesini bulacaksınız. Keyifli okumalar...<br />
<div align="center">
<br />
***<br />
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<i><a href="http://2.bp.blogspot.com/-kfCheg_pIjY/TxWt2BVytpI/AAAAAAAAAk8/pAz0jT-Ch_E/s1600/Gullivers%2Btravels.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0.0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="159" src="http://2.bp.blogspot.com/-kfCheg_pIjY/TxWt2BVytpI/AAAAAAAAAk8/pAz0jT-Ch_E/s400/Gullivers%2Btravels.jpg" width="100" /></a></i></div>
<i>Jonathan Swift - <b>Gulliver's Travel </b>(1726)<br />
Horace Walpole - <b>The Castle of Otranto</b> (1765)<br />
William Beckford - <b>Vathek</b> (1786)<br />
Matthew Gregory Lewis - <b>The Monk</b> (1796)<br />
Mary Shelley - <b>Frankenstein</b> (1818)<br />
Charles Robert Maturin - <b>Melmoth the Wanderer</b> (1820)<br />
Edgar Allan Poe - <b>The Narrative of Arthur Gordon Pym</b> (1838)<br />
Charles Dickens - <b>A Christmas Carol</b> (1843)<br />
Emily Bronte - <b>Wuthering Heights</b> (1847)
</i><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<i><a href="http://2.bp.blogspot.com/-4dU_u_mt0Sk/TxWz1TKVMnI/AAAAAAAAAmQ/qI6qlntUAvw/s1600/moby-dick.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0.0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="159" src="http://2.bp.blogspot.com/-4dU_u_mt0Sk/TxWz1TKVMnI/AAAAAAAAAmQ/qI6qlntUAvw/s400/moby-dick.jpg" width="100" /></a></i></div>
<i>Herman Melville - <b>Moby Dick</b> (1851)<br />
J. Sheridan LeFanu - <b>Uncle Silas: A Tale of Bartram Haugh</b> (1864)<br />
Lewis Carroll - </i><span style="font-size: x-small;"><i><b>Alice’s Adventure in Wonderland (1865)</b> ve <b>Through the Looking-Glass</b></i><i> (1871)</i></span><i><br />
Edwin Abbott Abbott - <b>Flatland</b> (1884)
<br />
Henry Rider Haggard - <b>She</b> (1886)
<br />
Robert Louis Stevenson - <b>Doctor Jekyll and Mr. Hyde</b> (1886)
<br />
Richard Garnett - <b>The Twilight of the Gods</b> (1888)
<br />
William Morris - <b>The Story of the Glittering Plain</b> (1891)
<br />
Oscar Wilde - <b>The Picture of Dorian Gray</b> (1891)
<br />
</i>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<i><a href="http://1.bp.blogspot.com/-TdWbiqdV0fc/TxW1UjYnHOI/AAAAAAAAAmc/MTgXi86JG1I/s1600/mzl.hptnqrdn.480x480-75.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0.0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="159" src="http://1.bp.blogspot.com/-TdWbiqdV0fc/TxW1UjYnHOI/AAAAAAAAAmc/MTgXi86JG1I/s400/mzl.hptnqrdn.480x480-75.jpg" width="100" /></a></i></div>
<i>
Bram Stoker – <b>Dracula</b> (1897)
<br />
Henry James - <b>The Turn of the Screw</b> (1898)
<br />
Gilbert Keith Chesterton - <b>The Man Who Was Thursday</b> (1908)
<br />
William Hope Hodgson - <b>The House on the Borderland</b> (1908)
<br />
Marjorie Bowen - <b>Black Magic</b> (1909)
<br />
Max Beerbohm - <b>Zuleika Dobson</b> (1911)<br />
Edgar Rice Burroughs - <b>A Princess of Mars </b>(1911)
<br />
Edgar Rice Burroughs - <b>Tarzan of the Apes</b> (1912)
<br />
Arthur Conan Doyle - <b>The Lost World</b> (1912)
<br />
</i>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<i><a href="http://3.bp.blogspot.com/-L6Tpfktn09k/TxWvg1UcPsI/AAAAAAAAAlU/Kf0aKsb-9-Y/s1600/nightland746.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="159" src="http://3.bp.blogspot.com/-L6Tpfktn09k/TxWvg1UcPsI/AAAAAAAAAlU/Kf0aKsb-9-Y/s400/nightland746.jpg" width="100" /></a></i></div>
<i>
William Hope Hodgson - <b>The Night Land</b> (1912)
<br />
Charlotte Perkins Gilman - <b>Herland</b> (1915)
<br />
Francis Stevens - <b>The Citadel of Fear</b> (1918)
<br />
David Lindsay - <b>A Voyage to Arcturus</b> (1920)
<br />
E.R. Eddison - <b>The Worm Ouroboros</b> (1922)
<br />
David Lindsay - <b>The Haunted Woman</b> (1922)
<br />
David Garnett - <b>Lady into Fox</b> (1922) ve <b>A Man in the Zoo</b> (1924)
<br />
Lord Dunsany - <b>The King of Elfland’s Daughter</b> (1924)
<br />
Abraham Merritt – <b>The Ship of Ishtar</b> (1926)
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-QxRhmnmKpVY/TxW2K5HqQZI/AAAAAAAAAmo/gSVaCrMiDm0/s1600/images.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="159" src="http://1.bp.blogspot.com/-QxRhmnmKpVY/TxW2K5HqQZI/AAAAAAAAAmo/gSVaCrMiDm0/s400/images.jpg" width="100" /></a></div>
Franz Kafka - <b>Der Prozeß</b> (1925) ve <b>Das Schloß</b> (1926)
<br />
John Buchan - <b>Witch Wood</b> (1927)
<br />
Charles Williams - <b>War in Heaven</b> (1930)<br />
Thorne Smith - <b>Turnabout</b> (1931)
<br />
Thorne Smith - <b>The Night Life of the Gods</b> (1931)
<br />
Abraham Merritt - <b>Dwellers in the Mirage</b> (1932)
<br />
Clark Ashton Smith - <b>Zothique</b> (1932-51)
<br />
Guy Endore - <b>The Werewolf of Paris</b> (1933)
<br />
James Hilton - <b>Lost Horizon</b> (1933)
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-B4lSxIE8uRM/TxW3Wml3RiI/AAAAAAAAAm0/firXEtN97eQ/s1600/nort.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="159" src="http://1.bp.blogspot.com/-B4lSxIE8uRM/TxW3Wml3RiI/AAAAAAAAAm0/firXEtN97eQ/s400/nort.jpg" width="100" /></a></div>
Catherine L. Moore - <b>Northwest Smith </b>(1933-40)
<br />
Catherine L. Moore - <b>Jirel of Joiry</b> (1934-39)
<br />
Charles G. Finney - <b>The Circus of Dr. Lao</b> (1935)<br />
Joseph O'Neill - <b>Land Under England</b> (1935)<br />
Robert E. Howard - <b>Conan the Conqueror</b> (1935-36)
<br />
H.P. Lovecraft - <b>At the Mountain of Madness</b> (1936)
<br />
William Sloane - <b>To Walk the Night</b> (1937)
<br />
Seabury Quinn – <b>Roads</b> (1938)
<br />
T.H. White - <b>The Once and the Future King</b> (1939-77)
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-8VLf609NDig/TxW317LHcZI/AAAAAAAAAnA/Tm0XYRYMZGs/s1600/1978270-L.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="159" src="http://2.bp.blogspot.com/-8VLf609NDig/TxW317LHcZI/AAAAAAAAAnA/Tm0XYRYMZGs/s400/1978270-L.jpg" width="100" /></a></div>
L. Ron Hubbard - <b>Slaves of Sleep</b> (1939)
<br />
Frank R. Stuart - <b>Caravan for China</b> (1939)
<br />
L. Ron Hubbard - <b>Fear</b> (1940)
<br />
Jack Williamson - <b>Darker Thank You Think</b> (1940)
<br />
H.P. Lovecraft - <b>The Case of Charles Dexter Ward</b> (1941)
<br />
Fletcher Pratt ve L. Spraque de Camp - <b>Land of Unreason</b> (1941)
<br />
Fritz Leiber - <b>Conjure Wife</b> (1943)
<br />
A. E. Van Vogt - <b>The Book of Ptath</b> (1943)<br />
Henry Kuttner - <b>The Dark World</b> ve <b>The Valley of the Flame</b> (1946)
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-7rtsiwGh3xY/TxW4tfyEcrI/AAAAAAAAAnM/p_h_am2fZgQ/s1600/71906-L.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="159" src="http://1.bp.blogspot.com/-7rtsiwGh3xY/TxW4tfyEcrI/AAAAAAAAAnM/p_h_am2fZgQ/s400/71906-L.jpg" width="100" /></a></div>
Mervyn Peake - <b>Titus Groan </b>(1946), <b>Gormenghast</b> (1950) ve <b>Titus Alone</b> (1959)
<br />
Maurice Richardson - <b>The Exploits of Engelbrecht</b> (1946)<br />
T.H. White - <b>Mistress Masham's Repose</b> (1946)
<br />
Fritz Leiber - <b>Adept's Gambit </b>(1947)
<br />
Fletcher Pratt - <b>The Well of the Unicorn</b> (1948)<br />
Fritz Leiber - <b>You're All Alone</b> (1950)
<br />
Jack Vance - <b>The Dying Earth</b> (1950)
<br />
John Dickson Carr - <b>The Devil in Velvet</b> (1951)
<br />
L. Spraque de Camp - <b>The Tritonian Ring</b> (1951)<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-tTmIDUKC-GE/TxW5MMiA6yI/AAAAAAAAAnY/MwmI2E0Nj4A/s1600/three-hearts-and-three-lions-8241_f.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="159" src="http://4.bp.blogspot.com/-tTmIDUKC-GE/TxW5MMiA6yI/AAAAAAAAAnY/MwmI2E0Nj4A/s400/three-hearts-and-three-lions-8241_f.jpg" width="100" /></a></div>
Poul Anderson - <b>Three Hearts and Three Lions</b> (1953)<br />
Leigh Brackett - <b>The Sword of Rhiannon</b> (1953)
<br />
Poul Anderson - <b>The Broken Sword</b> (1954)
<br />
J. R. R. Tolkien - <b>The Lord of the Rings</b> (1954-55)<br />
Henry Treece - <b>The Golden Strangers</b> (1956)
<br />
Henry Treece - <b>The Great Captains</b> (1956)
<br />
Shirley Jackson - <b>The Haunting of Hill House</b> (1959)
<br />
Micheal Moorcock – <b>Stormbringer </b>(1963)
<br />
Jane Gaskell - </i><span style="font-size: x-small;"><i><b>The Serpent</b> (1963) ve <b>Atlan</b> (1965)ve <b>The City</b> (1966) ve <b>Some Summer</b> (1977)
</i></span><i><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-sLoyh6npfkE/TxW5uPG5SOI/AAAAAAAAAnk/rKpdZGmEkOE/s1600/img106.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="159" src="http://1.bp.blogspot.com/-sLoyh6npfkE/TxW5uPG5SOI/AAAAAAAAAnk/rKpdZGmEkOE/s400/img106.jpg" width="100" /></a></div>
J. G. Ballard - <b>The Crystal World</b> (1964)
<br />
James Blish - <b>Black Easter</b> (1967) ve <b>The Day After Judgement </b>(1968)
<br />
Ira Levin - <b>Rosemary's Baby</b> (1967)
<br />
Ursula K. Le Guin - <b>A Wizard of Earthsea</b> (1968)
<br />
Kingsley Amis - <b>The Green Man</b> (1969)
<br />
Gordon Honeycombe - <b>Neither the Sea nor the Sand</b> (1969)
<br />
Colin Wilson - <b>The Philosopher's Stone</b> (1969)
<br />
M. John Harrison - <b>The Pastel City</b> (1971)
<br />
Angela Carter - <b>The Infernal Desire Machines of Dr Hoffman</b> (1972)
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-qgJ5S593TCo/TxW6gzsep8I/AAAAAAAAAnw/uHNS0mBuH-M/s1600/AlanGarnerRedShift.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 0,0em; margin-right: 0.5em; margin-top: 0.4em;"><img border="0" height="175" src="http://1.bp.blogspot.com/-qgJ5S593TCo/TxW6gzsep8I/AAAAAAAAAnw/uHNS0mBuH-M/s400/AlanGarnerRedShift.jpg" width="100" /></a></div>
Alan Garner - <b>Red Shift</b> (1973)
<br />
L. Spraque de Camp ve Fletcher Pratt - <b>The Compleat Enchanter</b> (1975)
<br />
Kingsley Amis - <b>The Alteration </b>(1976)
<br />
Fritz Leiber - <b>Our Lady of Darkness</b> (1976)
<br />
Tim Powers - <b>The Drawing of the Dark</b> (1979)
<br />
Geoffrey Household - <b>The Sending</b> (1980)
<br />
Terry Pratchett - <b>The Colour of Magic ve The Light Fantastic </b>(1983)
<br />
Thomas M. Disch - <b>A Businessman: A Tale of Terror</b> (1984)
<br />
Peter Ackroyd – <b>Hawksmoor</b> (1985)
<br />
Tom Holt - <b>Expecting Someone Taller</b> (1987)</i></div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-14742750375692278092011-09-20T00:40:00.034+03:002011-09-20T18:37:54.395+03:00Bir Hardware Lezzeti ya da Fırında Bellek Kızartma...<div align="justify">Ev diye bildiğim şu garip hanede, hâlihazırda ikisi masaüstü, biri dizüstü olmak üzere üç bilgisayar mevcut. Yalnız, bunların biri fi tarihinden kalma bir kasa içinde çoğu ikinci el parçalardan müteşekkil emektar bir sistemdir. Daha çok dışarıdan gelen gidenin kullanımı için kurulu tutuyorum onu. Düşünürseniz, bir çeşit kamu hizmeti yapıyor esasında ve bu görevini şimdiye dek çok da sorun çıkarmadan yerine getirdiğini söyleyebilirim.<br />
<br />
Birkaç hafta önce, işbu bilgisayara, hem o güne kadar gösterdiği gayreti ödüllendirmek, hem de üzerindeki yükü biraz daha hafifletmek amacıyla, bir bellek güncellemesi yapayım istedim ve gittim malum bir siteden ikincil el 1 GB bellek aldım. Belleği aldım almasına amma, gelin görün ki çalışmaya hiç niyeti yoktu. Bunca yıllık tecrübemi şöyle bir serimleyip, aklıma gelen olası bütün seçenekleri değerlendirdiğim hâlde bana mısın bile demedi meret. Bu durumda iki tür mütalaa söz konusu olabilirdi: ya bozuk ya da anakartla uyumsuz olduğunu düşünmeliydim, ama ikinci seçeneğe pek ihtimal vermedim doğrusu. Çünkü hem aynı markadan bir ram gayet güzel çalışır durumdaydı, hem de kullandığım anakart Asus’un evvel zaman içinde fena durmayan bir modeliydi. Dolayısıyla karar hükmünü belleğin bozuk olduğu yönünde verdim, fakat bu duruma çok dertlenmediğim için tutup geri gönderme zahmetine de katlanmadım. Bunun yerine, keyfe keder müşteri kisvesine iyice bürünüp, kullanım dışı bilgisayar parçalarından oluşan çekmecelerden birinde zât-ı şahanelerine güzide bir yer ayarlamakla yetindim. Orada kendisinden çok daha eski bellekler de vardı, yalnızlık çekmeyeceği kesindi yani.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://haste.4saken.org/pics/baked8800gtx/8800baked.jpg" imageanchor="1" style="clear:left; float:left;margin-top:0.5em;margin-right:0.5em; margin-bottom:0,1em"><img border="0" height="158" width="230" src="http://2.bp.blogspot.com/-L5bMSRAwsFA/TnewwgNigBI/AAAAAAAAAjY/vfKp0LEJDzM/s400/8800bakedth.jpg" /></a></div>Bu anlattığım olayın cereyan edişinden bir süre evvel -belki gözünüze çarpmıştır- teknoloji sitelerinde arızalı grafik kartlarının fırında ısıtılarak çalışır hâle getirilebildiğine dair haberler yapılmıştı. Bahsedilen şey kabaca 200 derece civarına dek ısıtılmış bir fırında grafik kartını 8-10 dakika kadar bekletmekten ibaretti. Çalışırsa amenna! Yandaki resimde mevzu bahis işlemi kaynağından alınmış biçimde görebilirsiniz. İlk bakışta şehir efsanesi kıvamında, oldukça eksantrik bir haber gibi gözüküyor belki, fakat bir mantığı olduğunu da teslim etmeliyiz. Temas noktalarında sorun olan devre elemanları bir ihtimal bu şekilde tamir edilebilir.<br />
<br />
Neyse, o sıralar haberi ilginç bulmuşsam da, çok üzerinde durulacak bir şey gibi gözükmemişti bana. Fakat bir süre sonra, mevzu bahis eski sisteme tekrar bir işim düşünce ve o vesileyle bellek sıkıntısını yeniden tecrübe edince, aklımda o bozuk belleği böyle bir deneye tâbi tutmak fikri uyandı birden. Kimse bu işlemin belleklerde de işe yarayacağını söylememişti, ama mantıken bunun yapılmasında hiçbir beis göremedim. Hoş yaparsam işe yarayacağına dair kayda değer bir beklentim olduğundan değil, ama denemenin de bir zararı olmayacaktı. Sözün özü, zerre miskali bir umut bile hiç olmamasından yeğdir diyerek, benim belleği kaptığım gibi, alüminyum folyoya sarıp özenle fırına yerleştirdim. 200 derecede 10 dakika kadar pişti mübarek. Sonra hep yapılageldiği üzere çıkarıp soğumaya bıraktım elbette.<br />
<br />
Böyle bir zahmete katlandıktan sonra belleği hemen takıp deneyeceğimi düşünebilirsiniz, fakat süreç öyle gelişmedi ne yazık ki! Bellek soğurken benim de konuya olan ilgim soğudu sanırım. Zaten pek bir umudum yoktu, araya başka mevzular da girince belleği bir köşeye kaldırıp diğer uğraşlara döndüm ve ancak bir on gün kadar sonra tekrar hatırladım onu. O gün hiç şüphesiz daha iyi bir günümde olmalıymışım ki, açması bile ciddi bir çile olan o eski kasayı açıp belleği denemeye karar verebilmişim. Tabiî sonuçta çalıştığını görmek gerçekten şaşırtıcı oldu. Hattâ önce bir yanlışlık var bu işte diye düşünerek, çıkarıp tekrar taktım, ama inatla çalışmaya devam etti. Sonra yuvasını değiştirdim, fakat orada da hiç yabancılık çekmediğini gördüm. Bununla da yetinmedim testten geçirdim, tık demedi kerata. Velhasıl çalışıyordu işte! Bir haftadır ara ara sürekli kontrol ediyorum, en ufak bir problem gözükmüyor. Bu arada sistem de bayağı rahatlamış oldu. En azından yokuş çıkarken nefessiz kalmıyor eskiden olduğu gibi. Şahsen bu tecrübeden sonra olası ihtiyaç durumlarında ucuzundan arızalı bellek almayı düşünmeye başladım bile. Denemeye değer! Kaldı ki, talih üst üste iki kere bana uğrarsa, onun için de azımsanmayacak bir gelişme olur bu!<br />
<br />
İşin nüktesi bir yana, biraz tuhaf bir fenomen bu ve bende işe yaradı diye kimseye bir çırpıda önerebileceğim bir yöntem de değil. Garantisi bitmiş ve gözden çıkarmaya niyetli olduğunuz elektronik parçalarda deneyebilirsiniz belki. Yalnız, böyle bir deliliğe kalkışacaksanız devre kartının üzerinde ısıya dayanıksız eleman olmamasına dikkat edin. Ekran kartlarında deneyecek olanların buna özellikle dikkat etmesi gerekiyor. Unutmadan, mikro dalga fırınlardan da uzak durun lütfen.<br />
</div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-89826169206368009282011-04-06T20:00:00.031+03:002011-10-08T01:52:52.576+03:00Serimde derd-i dünyadan kalanlar...<div align="justify">Evet, yeniden buradayız, ey meçhul okur. Bir önceki yazı, bir önceki yıla ait, dolayısıyla epey bir zaman geçti üzerinden. Kış geride kaldı artık, <i>"bahar mevsimidir,"</i> demiş şair, <i>"hemdem-i sabâ olalım"</i>. Keşke onun kadar neşeli olsam, "<i>gül ile dost kohusuyle âşina olsam,</i> diyeceğim, fakat ne yazık ki, lâle devrinde değiliz.<br />
<br />
Her neyse, devran dönüyor ve dönerken de pek çok önemli havadis taşıyor heybesinde. Hiç şüphe yok ki, bu arada olup bitenler içinde en çok dikkat cezbedeni Arap toplumlarının başlarındaki utanmaz-arlanmaz belâları defetmeye dönük, hem beklenmedik hem de oldukça bulaşıcı bir enfeksiyon keyfiyeti gösteren çabaları olmalı. Doğrusu başlangıçta gördüklerimiz oldukça heyecan vericiydi, ama sonra "özgür dünyanın" uçaklarını Libya semalarında görmek heyecanımı kursağıma tıkma noktasına kadar getirdi. Umarım Kaddafi’siz olduğu kadar, diğer bilumum küresel çıkar gruplarının da açık oyun alanı olmayacak bir Libya görebiliriz bütün bu hengamenin sonunda. Her durumda, bu toplumsal hareketlerden beylik sonuçlar çıkarmak için erken bir zamandayız. Ayrıca bu bağlamda, yeni iletişim ve medya yapıları adına da söylenecek çok şey olacaktır.<br />
<br />
Ve tabiî son bir ay içinde dünyanın ölçülebilmiş büyüklük skalasında kendine yükseklerden havadar ve manzaralı bir yer kapmış olan bir depreme de şahit oldu yeryüzü. Japonlar yerkürenin tektonik gazabına karşı koymakta başarılı olsalar bile bu gürültü patırtı ile uyanan okyanus tanrıları karşısında aynı başarıyı göstermekten ziyadesiyle uzak gözüktüler. Pasifik ufukları "ışıl ışıl" oldu bu sâyede; betalar ve gamalar, ama ne gam, vakti zamanında bir büyüğümüzün dediği gibi(belki de dememiştir, fakat tespit üzerine gayet güzel oturduğu için demiş kabul etmekte bir sakınca olmaz) <i>"radyasyon kemiklere iyi gelir"</i>. Yeri gelmişken güzel memleketimin başbakanın bu konudaki yaklaşımına hayran olduğumu da ayrıca belirtmeliyim. Mevzu bahis karşılaştırmalı örnekler silsilesini dizerken espri yaptığına dair hiçbir belirti göstermiyordu ki, kanımca bu gerçek bir başarı örneğidir. Doğrusu ille de nükleer enerji olmasın diye kat'i bir düşüncem yok, ama bu işe hevesle kalkışacak olanların da yürüttükleri risk analizleri bu seviyede olmasın lütfen.<br />
<br />
Dünyada bunlar ve takibe takat yetmeyecek daha pek çok şey gerçekleşti ve gerçekleşiyor elbette. Devindikçe deviniyor tüm yaşamlar; zîrâ devinmek direnmektir, diyordu biri, geçip gitmemek için devinir ve direniriz sürekli. Dahası yeniler eskilerden daha fazla devinmek zorundadır. Eşyayı hızlandırmanın gâyesi, üzerinde yaşayacak daha fazla artık zaman üretmekti güya, ama görülen o ki, planlar tutmadı ve yaşamak için eşyanın temposuna ayak uydurmak zorunda kaldık. Şimdi geride kalmamak, yitip gitmemek için biteviye koşturuyoruz. Lâkin anlam hareketin kayıp parçasına dönüşüyor ve kaçınılmaz olarak geçip gidiyoruz işte. Toz toza, kül küle dönüyor nihâyet. Yaşamın iktidarından tattığımız hayli kısa, hayli yanıltıcı bir ândan başka nedir ki?<br />
<br />
<i>Ölüm büyüktür<br />
Ve biz onunuz<br />
Gülümsemelerle dudaklarımızda<br />
Yaşamın tam ortasında<br />
Sanırken kendimizi<br />
Ölüm hıçkırır birden içimizde<br />
Ta içimizde</i><br />
<br />
Böyle özetliyor Rainer Maria Rilke hâlimizi. Ölüm o kadar mutlak bir şekilde durur ki önümüzde, sadece ölüm için yaşıyoruz gibi gözükür bazen. Bütün bu serencam onun içindir. Dahası sonlara bakmak, yaşam denilen o sürece bakmak kadar, hattâ belki daha da ilginç ve anlamlı olabilir bizim için. En azından benim için bu biraz böyle olmalı. Adına ölüm kazınmış kitaplar toplamaya devam etmemin bir anlamı olmalı yani.<br />
<br />
<hr noshade="noshade" size="1" /><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-dtiWlUkWePA/TZyIcmlMLAI/AAAAAAAAAgE/zJdoIJnkN_k/s1600/The%2BGreat%2BTree%2Bat%2BCaras%2BGaladhon.jpg" imageanchor="1" style="clear:left; float:left;margin-top:0.5em;margin-right:0.5em; margin-bottom:0.1em"><img border="0" height="347" width="300" src="http://1.bp.blogspot.com/-dtiWlUkWePA/TZyIcmlMLAI/AAAAAAAAAgE/zJdoIJnkN_k/s400/The%2BGreat%2BTree%2Bat%2BCaras%2BGaladhon.jpg" /></a></div>Bu arada <i>Yüzüklerin Efendisi</i>’ni de bir kez daha okudum. En son bütünlüklü okumamın üzerinden 5-6 yıl kadar geçmiş olmalı. Fi tarihindeki ilk okumam açık bir şoktu benim için ve dahası edebiyatla olan ilişkimi de ivmelendiren bir deneyime dönüşmüştü. Bugün geçen yılların biriktirdiği bilgi ve tecrübe eşliğinde hâlâ aynı edebî kıymeti biçer miyim diye merak ederek bir kez daha ağır ağır okudum ve daha da yoğunlaşan duyguların ötesinde geriye giden pek bir şey bulamadım bu anlamda. Kaldı ki, bin küsur sayfayı okuduktan sonra, baştan başlamamak için kendimi güç bela dizginlemek zorunda kalmam da cabası oldu.<br />
<br />
Şurası açık; yeryüzünde beni daha fazla heyecanlandıran başka bir fantastik metin bulabilmiş değilim henüz. Bir öykünün içinde olma isteğini bu denli yoğun hissettiğim hiçbir ikincil gerçeklik yok. İlk okuduğum günden beri, kalbimin bir yanı hep Arda’ya emanet gibi, orada yürür gibiyim sık sık, o denli sahici bir yer benim için. Bu yüzden Fangorn Beleriand’ın sular altında yitip gitmiş o kadim ormanlarına ağıt yakarken ne hissettiğimi şuracıkta üç-beş kelime ile ifade etmem mümkün değil. Yahut Galadriel Eldamar’a dair şarkısını söylerken solup giden Lorien benim için bir kitabın sayfasındaki güzel ve hayalî bir yer olmanın çok ötesinde bir gerçeklik ifade ediyor.<br />
<br />
Düşsel mekânlar ve zamanlarla ilgili epeyce kitap karıştırdım sanırım bugüne kadar(yıllarımı yediler açıkçası) ve Tolkien’in haleflerinden farklı bir edebî düzeyde, farklı bir motivasyon ve ilham eşliğinde yazmış olduğu apaçık görünüyor bana. Bir daha kolay kolay tekrarlanamayacak bir derinlik ve yoğunluk var metinde. Elbette çok sevdiğim ve toz kondurmayacağım başka metinler de var bu bağlamda. Bunlardan belki en başat olanı <i>Mervyn Peake</i>’in <i>Gormenghast</i>’ıdır, ki nev’i şahsına münhasır bir metin, pek çok anlamda hayran olunası bir yazın örneğidir. Fakat yine de Tolkien’in mürekkebi gönlümde hiçbirinin gidemediği derinlere sızmayı başarıyor. Tolkien dünya hâllerinin ötesinde bir öykü kaleme almış. İki ayrı dünyada iki ayrı hayat yaşamış biri gibi...<br />
<br />
<hr noshade="noshade" size="1" /><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-_Nc8vMw3AII/TZyH_XqrnhI/AAAAAAAAAf0/6rk0FDG6dzc/s1600/Ge%25C3%25A7mi%25C5%259Fe%2BBak%25C4%25B1%25C5%259F.jpg" imageanchor="1" style="clear:right; float:right; margin-top:0.3em; margin-left:0.5em; margin-bottom:0.2em"><img border="0" height="310" width="200" src="http://3.bp.blogspot.com/-_Nc8vMw3AII/TZyH_XqrnhI/AAAAAAAAAf0/6rk0FDG6dzc/s400/Ge%25C3%25A7mi%25C5%259Fe%2BBak%25C4%25B1%25C5%259F.jpg" /></a></div>Son zamanlarda yayımlanmış birkaç kitaba da kısaca dikkat çekmek istiyorum. İlki <i>Edward Bellamy</i>’nin <i>Looking Backward, 2000-1887</i> başlıklı ütopyası olacak. Roman Say Yayınları aracılığı ile <i>Geçmişe Bakış</i> adı altında ilk kez Türkiye’de basılıyor olsa da ütopya ile ilgilenenlerin âşina olduğu metinlerden biridir. İlk olarak 1888’de ABD’de arzı-endam eden kitap, 1887 yılında tuhaf bir hipnoz yöntemiyle uyutulan ve talihin cilvesine bakın ki, 113 yıl mışıl mışıl uyuduktan sonra, 2000 yılında sağ salim uyanan Boston’lu bir burjuvanın maceralarını anlatıyor.<br />
<br />
Geçmişe Bakış’ın döneminin en çok satan ve ses getiren kitaplarından biri olduğunu biliyoruz. Hattâ aralarında <i>John Dewey</i>’in de bulunduğu üç ayrı entelektüel 1935’de son elli yılın en etkili kitaplarının bir listesini çıkartmış ve üçü de Bellamy’nin kitabını ikinci sıraya koymuşlar. Üstelik ilk sırada üçünde de <i>Das Kapital</i> varmış. <br />
<br />
Peki, nedir Geçmişe Bakış’ı bu kadar önemli kılan? <i>Thomas More</i>’dan bu yana kaleme alınan bütün kayda değer ütopyaların sosyalist olduğu iddia edilmiştir. Bu gevşek önerme aradaki önemli nüansları yeterince gözetmiyor olabilir, ama Bellamy’nin Geçmişe Bakış’da yapmaya çalıştığı şey -kendisi buna sosyalist demeyi göze almasa da- en azından budur; modern bir sosyalist ütopya tasarlamak. Yazarımız bu bağlamda kitaba epey etkili bir giriş yapıyor ve bu girizgâhta 19. yüzyılın kapitalist manzarası çarpıcı bir şekilde şöyle betimleniyor:<br />
<br />
<blockquote>Okurlara bir fikir vermenin en iyi yolu, o günkü toplumu, önüne atlar yerine büyük insan kitlelerinin koşulu olduğu, inişli çıkışlı kumluk bir arazide ilerlemeye çalışan büyük bir arabaya benzetmek olabilir. Bu arabanın sürücüsü açlıktı. Araba kaçınılmaz olarak çok yavaş ilerliyordu, yine de açlık bir anlık gevşemeye bile izin vermiyordu. Arabayı böylesine kötü bir yolda çekmenin zorlukları bir yana, üstü de yolcularla doluydu. Üstelik bu yolcular, yolun en sarp yokuşlarında bile arabadan inmezlerdi. Arabanın içindeki oturma yerleri çok havadar ve rahattı. Burada oturanlar, yolun tozundan ırak, manzaraya bakıp eğlenebilirler ya da arabayı çekmeye çalışan takımın erdemlerini eleştirip tartışırlardı. Herkesin yaşamdaki ilk amacı, bu oturma yerlerinden birini ele geçirmek ve kendinden sonra da çocuğuna bırakmak olduğundan, doğal olarak bu yerler için büyük bir talep ve yarış vardı.</blockquote><br />
Yaşadığı yüzyıla böylesi ince bir eleştirel bakış atan Bellamy’nin alt-üst olmuş gerçekliğinin 2000 yılında sosyalizme dair parametreler bilindik: Serbest piyasa ekonomisi yok, güçlü bir bürokratik devlet aygıtı(bir anlamda meritokrasi) ve merkezî bir iktisadî sistem var ve doğal olarak üretim üzerindeki mülkiyet düzeni kırılmış durumda, artık para yerine kredi kullanıyor ve bunun miktarı da herkes için eşit düzenlenmiş vs. Fakat öte yandan Bellamy bu manzarayı militer ve ulusalcı bir dil üzerinden resmediyor bize. Onun sosyalizminin işlevsel modeli ordu. Özellikle bu tercih, kitabı 20. yüzyılın Nasyonal Sosyalizm ve Sovyetler tecrübesinden sonra daha da ilginç ve tartışmalı bir bağlama yerleştirmiştir. Nitekim bugün bu tarihin ışığında Geçmişe Bakış’ı okuyan biri, onu bir ütopya gibi değil de bir distopya gibi kavrayabilir rahatlıkla.<br />
<br />
Bugün ütopyadan distopyaya uzanan bu tür olumsuz okumalar Bellamy’nin bazı çağdaşları tarafından da öncelenmiştir. Örneğin Britanyalı sosyalist/anarşist düşünür ve sanatçı <i>William Morris</i>, kitabın yayımlandığı dönemde metni ciddi şekilde eleştirenlerin başında gelir. Haklı olarak, her ne kadar adına resmen sosyalizm denmiyor olsa da, hemen herkesin bir sosyalizm örneği olarak okuduğu bu kitabı aşırı mekanik ve ruhsuz bir dünyanın resmini çizmekle itham eder. Bellamy’nin dünyasında devlet işveren vatandaşlar da işçi haline gelmişlerdir. Yazarın tanımlamasıyla, <i>"sanayi ordusu"</i>nun bir dişlisine dönüşmüşlerdir âdeta. Öte yandan ne işin vasfında ne de buna yönelik protestan motivasyonda kayda değer bir gelişme vardır. Bu yeni dünyada da iş zordur, ona ister istemez katlanırsınız ve belli bir sürenin sonunda da Morris’in ifadesiyle <i>"terhis edilirsiniz."</i> Üstelik insanların işleri dışındaki hayatları da monoton bir döngü izlenimi uyandırır okurda.<br />
<br />
Bu ve benzeri sorunlara rağmen kitabın çok rağbet görmesi Morris’i açıkça rahatsız etmiş ve sonuçta onu alternatif bir sosyalizm örneği olan <i>News From Nowhere</i>’i(<i>Hiçbir Yerden Haberler</i>) yazmaya kadar götürmüştür. Northrop Frye’ın dikkat çektiği gibi, bu bağlamda Morris’in temel meselesi <i>"işçi nedir?"</i> sorusu değil, <i>"iş nedir?"</i> sorusu olmuştur. Morris, Bellamy’iyi ve onun gibi düşünenleri kolaycılıkla itham ediyordu ve <i>"bireylerin hayat işini devlet denilen soyut bir kavramın omuzlarına atamayacakları, birbiriyle bilinçli bir birlik halinde bununla ilgilenmeleri gerektiğini,"</i> düşünüyordu. Her neyse, Morris başka bir yazının konusu olabilir ancak.<br />
<br />
Ütopyalar ne yazık ki genelde iyi edebiyat örnekleri sayılmazlar. Yaygın olarak bu tür metinler monoton ve didaktik anlatılardır. Esasen çoğu zaman karşı-ütopyalar edebî açıdan çok daha yeğlenir örnekler olmuştur. Bellamy’nin metni de -her ne kadar etkileyici bir edebî girizgâh yapıyor olsa da- aslında soğuk bir metin. Fakat ütopyaların edebî kriterleri aşan bir bağlamı olduğunu da kayda geçirmemiz lâzım. Geçmişe Bakış ütopik tasarılar ve ütopya tarihi için kritik bir konumda duruyor ve hem ütopya hem de sosyalizm üzerine düşünenler için önemli bir metin olma keyfiyetini hâlâ sürdürüyor.<br />
<br />
<hr noshade="noshade" size="1" /><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-xHlVquz-nFc/TZyIR3qNOSI/AAAAAAAAAf8/qcNjHUKDSAY/s1600/Sava%25C5%259F%2BOyunlar%25C4%25B1.jpg" imageanchor="1" style="clear:left; float:left;margin-top:0.3em;margin-right:0.5em; margin-bottom:0.1em"><img border="0" height="292" width="200" src="http://3.bp.blogspot.com/-xHlVquz-nFc/TZyIR3qNOSI/AAAAAAAAAf8/qcNjHUKDSAY/s400/Sava%25C5%259F%2BOyunlar%25C4%25B1.jpg" /></a></div>Diğer bir metnimiz de Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan <i>Savaş Oyunları A.Ş</i>. <i>Roger Stahl</i> ait bu çalışmada ABD savaş endüstrisinin kollarının nerelere ve nasıl uzandığı incelenmiş. Televizyondan sinemaya, konvansiyonel oyuncaklardan ve eğlence sektöründen video oyunlarına kadar pek çok alanda epeyce ilginç bilgi ve tespit barındırıyor metin. Yazar bütün bu girift ilişkileri kitabın orijinal başlığı olarak seçtiği melez bir sözcükle ifade ediyor: <i>Militainment</i> <br />
<br />
Özellikle video oyunları konusunda dikkat çektiği meseleler bu bloğun okurları için çok kayda değer olacaktır. Daha önce bu sayfalarda <i>Ed Halter</i>’ın <i>From Sun Tzu to Xbox: War and Video Games</i> adlı kitabına dikkat çekmiştim. Bu kitapla o kitap tamamlayıcı metinler olarak görülebilir ve video oyunları ile ilgilenen kitlenin muhakkak bunları okuması gerektiğini düşünüyorum. Bugünlerde piyasaya sürülen Medal of Honor, Call of Duty gibi çok rağbet görev savaş oyunları ve genel olarak da oyunlardaki militer bağlamlara dair haklı olarak düşünmemizi sağlayacaklardır. Kitaptan, video oyunları sektörüne ve tüketicilerine dönük kritik olduğunu düşündüğüm şu satırları aktararak bitirmeliyim:<br />
<br />
<blockquote>Video oyunlarının "nasıl" öldürüleceğini gösterirken, "niçin" öldürüldüğü konusunda aktardıkları bir şey var mıdır? Savaş oyunlarının realiti TV tarzı savaş haberleriyle giderek benzeşmesi dikkate alındığında, bu, özellikle yanıtlanması gereken bir sorudur.</blockquote><br />
<hr noshade="noshade" size="1" /><br />
Aslında bahsetmem gereken pek çok kitap vardı. Özellikle <i>Helmutt Ritter</i>'in Türkiye'de verdiği edebiyat tarihi ders notlarının derlenmiş hâli olan <i>"Doğu Mitolojisinin Edebiyata Etkisi"</i> adlı metin ve sicim kuramı üzerine çalışan <i>Brian Greene</i>'in <i>"The Fabric of the Cosmos"</i> adlı kitabı hakkında da birkaç kelâm etmek niyetindeydim, ama bu yazı düşündüğümden de uzun oldu şimdiden. Belki başka bir yazıya artık. <br />
<br />
Son olarak bu sene önceki yılın sinema filmleri ile ilgili genel bir değerlendirme metni yazmakta geciktiğim için, burada sadece 2010’un en iyileri olduğunu düşündüğüm filmlerin bir listesinin kaydını düşmekle yetineceğim. Sıralama rastgele yapılmıştır.<br />
<br />
1- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1247696/">Püha Tõnu kiusamine - Veiko Õunpuu</a><br />
2- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1135952/">White Material - Claire Denis</a><br />
3- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1399683/">Winter’s Bone - Debra Granik</a><br />
4- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1588895/">Loong Boonmee raleuk chat - Apichatpong Weerasethakul</a><br />
5- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1431181/">Another Year - Mike Leigh</a><br />
6- <a href="http://www.imdb.com/title/tt0947798/">Black Swan – Darren Aranofsky</a><br />
7- Red Riding Trilogy (<a href="http://www.imdb.com/title/tt1259574/">1974</a>, <a href="http://www.imdb.com/title/tt1260581/">1980</a>, <a href="http://www.imdb.com/title/tt1259573/">1983</a>) - <a href="http://www.imdb.com/title/tt1259574/">Julian Jarrold</a> / <a href="http://www.imdb.com/title/tt1260581/">James Marsh</a> / <a href="http://www.imdb.com/title/tt1259573/">Anand Tucker</a><br />
8- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1379182/">Kynodontos - Giorgos Lanthimos</a><br />
9- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1645089/">Inside Job - Charles Ferguson</a><br />
10- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1587707/">Exit Through the Gift Shop - Banksy</a><br />
<br />
Türkiye kökenli olan filmler:<br />
<br />
1- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1571724/">Bal - Semih Kaplanoğlu</a><br />
2- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1371574/">Kosmos - Reha Erdem</a><br />
3- <a href="http://www.imdb.com/title/tt1714014/">Çoğunluk - Seren Yüce</a><br />
<br />
Namárië...<br />
</div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-14301929702135753972010-12-03T04:00:00.033+02:002012-05-16T13:28:27.004+03:00Hayali Yerler Sözlüğü ve Minyatürlerle Osmanlı-İslâm Mitologyası<div align="justify"><img border="0" src="http://lh6.ggpht.com/_A6tcR1IrRbc/TPhQ1C_tDrI/AAAAAAAAAfY/rtj3wgEnw6k/hayali.jpg" style="float: left; margin: 4px 5px 2px 2px;" />Acaba <i>Aburcubur Bölgesi</i> adında bir yer duymuş olabilir misiniz? Hayır, bir esinlenme hâricinde mutfağınızın güzide bir köşesinden bahsetmiyoruz burada ve eğer <i>Charles Kingsley</i>’in sadık bir okuru değilseniz ya da <i>The Dictionary of Imaginary Places(Hayali Yerler Sözlüğü)</i> adlı çalışmayı okumadıysanız, cevabınız muhtemelen olumsuz olacaktır. Merak edenler için söyleyeyim, bahsi geçen yer, <i>Bulaşık Suyu Denizi</i>’ni çevreleyen üç alandan biridir ve doğrusu, <i>Hiçbir-Yerin-Öbür-Ucu</i>’ndan daha tuhaf bir yer de değildir.<br />
<br />
Bakın mesele şu: <i>Alberto Manguel</i> ve <i>Gianni Guadalupi</i> adlarını taşıyan iki fâni, bir gün oturmuş ve bir sözlük yazmaya karar vermişler, lâkin iş bu sözlük gerçek şeyler hakkında olmasın arzu etmişler; zîrâ herkesin bildiği üzre onlardan çok varmış etrafta. Böylece rûyalar ülkesinde az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmişler ve ortaya, yazılı tarihimiz boyunca zihnimizin şu sıkıcı devrânla yetinmeyi pervasızca reddettiği anlara dâir ansiklopedik bir çalışma olan <i>Hayali Yerler Sözlüğü</i> çıkmış.<br />
<br />
Kitabı hazırlayan iki isimden <i>Alberto Manguel</i> daha önceden takip ettiğim bir yazar. Oldukça büyük bir kişisel kütüphanesi vardır(kıskanırım seni ben) ve kitaplar, yazarlar ve okur olma hâlleri üzerine keyifle okunan çok sayıda metin kaleme almıştır şimdiye kadar. Dolayısıyla onun bu çalışmanın yazarlarından biri olduğunu gördüğümde ayrıca memnun olmuştum.<br />
<br />
900 küsür sayfalık ve iki ciltlik bu ağır çalışmanın satırları arasında <i>Aburcubur Bölgesi</i> gibi pek çok egsantrik diyar mevcut elbette. Kayda değer hemen her fantastik ülke ve mekân hakkında ciddi bir muhteva bulabilirsiniz kitapta. 1200’den fazla başlık olduğu söyleniyor kapakta. Bu sayının içinde cennet ve cehenneme dair ve bilim-kurgusal anlatılara ait gelecekte geçen yerlerin olmadığını düşünürseniz, bu çok ciddi bir rakama tekabül ediyor demektir. Doğrusu bunların hepsini orijinal kaynaklarından bulup okumaya çalışmak ömürden ömür çalmaya yeterdi. Ayrıca başlıkların beraberinde çok sayıda harita ve resme de yer verildiğini eklemeliyim.<br />
<br />
Peki, kitabın hiç mi eksiği yok? Düşsel anlatıların genişliği düşünüldüğünde olmaması pek mümkün değil. Örneğin <i>Tolkien</i> ve <i>Le Guin</i>’inki gibi kalburüstü örnekler dışında popüler fantastik dünyalara pek az yer verildiğini görüyoruz. Genellikle türün klasiklerine odaklanılmış ve bu arada daha tecimsel olanlar elenmiş. Doğrusu aksi halde ucu bucağı olmazdı bu işin ve özgünlük bağlamında birbirinden pek de farklı olmayan sayısız başlık açmak gerekirdi. Dolayısıyla bu tür bir elemeyi hiç yadırgamadım. Yine de klasiklerde bile birkaç elzem eksiği bulunabilir, fakat hâlihazırda zaten çok geniş bir dağarcık sunuyor okuruna.<br />
<br />
2005 yılında özenli bir baskıyla Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlanan kitabın Türkçe çevirisini <i>Sevin Okyay</i> ve <i>Kutlukhan Kutlu</i> birlikte yapmışlar. Özellikle düşsel öykülerle ilgilenenler için eşi bulunmaz bir kaynak metin olduğunu söyleyebilirim gönül rahatlığı içinde.<br />
<br />
<hr noshade="noshade" size="1" /><br />
<div align="right"><span style="color: #6aa84f; font-family: "Georgia", "Times New Roman", serif;"><i>Dedi Yûsuf o demde yâ Settar<br />
Beni setr eyle görmesin ağyâr<br />
Dahi pâyâne ermeden bu du'â<br />
Oldu peydâ sudan bir ejderhâ</i></span><br />
<span style="color: #6aa84f; font-family: "Georgia", "Times New Roman", serif;"><br />
- <i>Yûsuf u Züleyhâ</i> -</span></div><br />
<img border="0" src="http://lh6.ggpht.com/_A6tcR1IrRbc/TPhMiXbM-tI/AAAAAAAAAfI/dnpwV6xtq8o/Minyat%C3%BCrlerle%20Osmanl%C4%B1.jpg" style="float: left; margin: 4px 5px 2px 2px;" />Geçenlerde minyatürlerle ilgili bir çalışma ararken, karşıma daha önce neden fark etmediğime çok şaşırdığım bir kitap çıktı. <i>Metin And</i>'ın <i>Minyatürlerle Osmanlı-İslâm Mitologyası</i> adlı metninden söz ediyorum. Doğrusu olağanüstü bir metin ve aldığım yerde karıştırırken önceki bilgisizliğimden gerçekten utandığımı itiraf etmeliyim.<br />
<br />
Sanıyorum kitaba uygun görülen başlığı bazılarımız biraz garipseyebilir. Ne demek "İslâm Mitologyası?" İslâm ve mitoloji nasıl yan yana gelebilir? Doğrusunu söylemek gerekirse, kolaylıkla! <i>Metin And</i> bu meseleye kitabın giriş bölümünde yeterli bir cevap veriyor. Kısaca söylersek, İslâm tarihi boyunca birikmiş inançlar ve metinler çeşitliliği bize mitoloji terimini kullanmamız için epeyce geniş bir imkân sağlıyor. Öyle ki, din ve mitoloji arasında bir sınır belirlemek ne derece mümkündür o bile belli değil. Kaldı ki, eğer olur da kitabı okursanız, göreceksiniz ki, <i>Târih-i Taberî</i> gibi, <i>Zübdetü't Tevârih</i> gibi, <i>Acaibü'l Mahlûkat ve Garâibü'l Mevcûdât</i> gibi, <i>Şehnâme, Fâlnâme, İskendernâme, Battalnâme, Sûrnâme</i> gibi çeşitli metinler yanında, geleneksel tefsir ve hadis kaynakları bu söylencelerle dolup taşıyor. Aslında biraz bu konulara merakınız varsa bu anlatıların pek çoğunu okumuş ya da duymuşsunuzdur mutlaka. Kitabın yaptığı şey, bunların mitolojik özellikleri ağır basan örneklerini bir araya toplamış olması. Böylece bölük pörçük bilinen bu söylencelerin ne kadar büyük bir yekûn tuttuğunu ve ayrıntılar açısından ne denli çeşitli ve zengin olduğunu görmek çok daha mümkün hâle gelmiş.<br />
<br />
<div style="float: right; margin: 1px 0px 0px 5px; text-align: center; width: 210px;"><img border="0" src="http://lh5.ggpht.com/_A6tcR1IrRbc/TPhNaHV8juI/AAAAAAAAAfQ/HiGqN1Bszc0/minyatur2.jpg" style="float: right; margin: 4px 5px 2px 2px;" /><span style="font-size: x-small;"><span style="color: #e69138;">Simurg'un Zâl'i babası Sam'a getirmesi, (Şehnâme)</span></span></div>Bizde genellikle Şark klasikleri okunmaz. Mitoloji okuyanların okuduğu da genellikle Batı mitolojisidir. Bu konuda ciddi bir ilgi asimetrisinden mustaribiz ne yazık ki! İdeolojik olarak pompalanmış bir garabetin tarihsel neticesidir bu. <i>Homeros</i>'u bilmeyen yoktur haklı olarak. İskandinav mitlerinin bir dolu ayrıntısına hâkim pek çok kişi bulabiliriz şuracıkta ya da <i>Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri</i> bir çoğumuzun sınıf arkadaşı gibidir. Ejderha denilince aklımıza <i>Sigurd </i>ya da <i>Sigfried</i>'in gelmesi çok muhtemeldir, ama <i>Zâl oğlu Rüstem</i> gelmez bir türlü. Ya da sözgelimi, ilköğretim çağındaki herkes <i>La Fontaine </i>fabllarını ezbere bilir, ama üniversite bitirmiş olanlarımız <i>Kelîle ve Dimne</i>'den haberdarsa kendimizi şanslı sayarız. Bir kaynak sıkıntısı da var elbette. Ana kaynakların bir çoğuna sadece Osmanlıca olarak ve elbette nadiren erişmek mümkün. Bu metin gibi karma çalışmalar da pek yok ne yazık ki! Yeri gelmişken <i>Mehmet Kösemen</i>'in <i>Türk-İslâm Tarihinde Hayali Varlıklar</i> adlı çalışmasını da hatırlatabilirim burada.<br />
<br />
Minyatürlerden bahsetmedik, halbuki kitap bütünüyle minyatürlerden müteşekkil. Minyatürün diğer resimleme yöntemlerinden ayrı bir dünyası var. Minyatür ikonografisi teknik ayrıntılar açısından tutumlu olabilir, ama başka bir bağlamda da denildiği gibi, <i>"less is more!"</i> Onların iki boyutlu, ışık ve gölge barındırmayan kompozisyonlarına vakıf olmaya çalışırken, renkler cümbüşünden dipsiz bir kuyuya düşmek, orada dalgın hayallere kapılmak gâyet mümkündür. Aslında kitabın içeriğine olan aşinalığım minyatürler konusunda da geçerliydi. Kendimi bildim bileli minyatürler ilgimi çekmiştir ve çocukken Kültür Bakanlığı'nın yayınlandığı oldukça iyi hazırlanmış <i>Sanat</i> dergilerini karıştırmayı da çok severdim bu yüzden. Dolayısıyla kitaptaki minyatürlerin bazılarını daha o zamanlardan biliyorum. Sonraları da başka vesilelerle pek çoğunu gördüm elbette. Fakat benim kişisel tecrübemi koyalım bir yana, kitabın asıl özelliği yazılı bilginin minyatürlerle desteklenmiş olmasıdır. Anlatılan öyküleri bir de minyatürlerin gözünden okuyorsunuz böylece. Her açıdan çok zevkli bir çalışma olmuş. Daha önce görmediğim minyatürler dışında, bildiğimi sandığım hikâyelerin hiç bilmediğim ayrıntılarını ya da tamamen farklı versiyonlarını okuma imkânı buldum bu sâyede.<br />
<br />
Kitap <i>Hayali Yerler Sözlüğü</i> gibi, Yapı Kredi Yayınları'ndan geliyor. Kuşe kağıda basılmış, ama keşke karton kapak değil de ciltli bir baskısı yapılmış olsaydı. Kalıbına çok daha fazla yakışırdı bu. İçeriğe tek itirazım kaynak vermekte cimri davranmış olmasıdır. Kullanılan kaynakların hepsi sondaki kaynakçada verilmiş, ama sayfa aralarında spesifik olarak verilen bir bilginin bu kaynakların hangisinden alındığını sık sık merak etmedim değil. Ayrıca cepte oluşturduğu delik de epeyce büyük sayılır, ki bu da eksik bir nokta olarak işaretlenebilir. Öte yandan paranızı harcayınız birçok lüzumsuz kitapla kıyaslanmayacak kadar dolu bir metin bu. Sizi tuhaf olaylar ve garip yaratıklardan mürekkep şarkî rüyalarla süslenmiş renkli bir yolculuğa çıkartacaktır en azından.<br />
<br />
<hr noshade="noshade" size="1" /><br />
Sona gelmişken uzun zamandır yapmadığımız bir şeyi yapalım ve sayfa altı videolarımıza başvuralım yine. Dört parça seçtim bu kez. İlki bir asırdan fazla zamandır dinlenen ritmik ve neşeli bir Country şarkısının Youtube'da bulduğum oldukça hüzünlü, farklı bir yorumu: <a href="http://www.youtube.com/watch?v=15vz0B4F9oQ">Mariah McManus - Oh Susannah.</a> İkincisi de yine Country müzik tarzında. <i>Iris DeMent</i> söylüyor, <i>Emmylou Harris</i> de eşlik ediyor. Güzel insanlar ve en sevdiğim şarkılardan biri: <a href="http://www.youtube.com/watch?v=ghVAH_WX-9I">Our Town.</a> Bu parçaya bakarken <i>Iris DeMent</i>'in <a href="http://www.youtube.com/watch?v=hhgb9hYjX3g">Wasteland Of The Free</a> adlı doğrudan sert politik mesajlarla kurulmuş diğer bir şarkısının kaydını da gördüm ve onu da eklemek istedim. Sonuncu parça ise Fransa merkezli yeni bir gruptan, ki çok hoş ve ilginç bir tarzları var: <a href="http://www.youtube.com/watch?v=SvNkh9vJGSk&">Zaz - Les passants.</a><br />
<br />
</div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-90356643556177817982010-10-14T20:00:00.005+03:002010-10-14T21:11:51.004+03:00Serşâr-ı gamım fikr-i meâl eylediğimden...<span style="color: #a64d79;"><b><u>Gökkuşağından Darağacı</u></b></span><br />
<br />
Şimdi'nin bedeni yok,<br />
Yontuyor geçmiş bilgisiyle<br />
gelecek belki olur diye taşı,<br />
taşını kokluyor<br />
yontu dağılıyor...<br />
<br />
Şimdi'si yitik<br />
bundan boyuyor<br />
boyuyor evine aldığı<br />
ağacın üzerine tüneyip<br />
duvarını, tavanını, geçmişi<br />
ve geleceği ve her yanını;<br />
dal kırılıyor...<br />
<br />
Şimdi'si yitik<br />
diziyor diziyor notalarını,<br />
göğe ışık üzerine boncuklarını,<br />
ucuza getiriyor varlığını<br />
sonsuzun sessizliğiyle<br />
sonlunun gürültüsü arasında,<br />
O bitirince kıyısında gezindiği<br />
yol çöküyor...<br />
<br />
Şimdi'si yitik<br />
bundan yazıyor<br />
yazıyor enine boyuna<br />
içini ve dışını ve yeri<br />
ve göğü ve suyu,<br />
bindiği kadırga<br />
o inince batıyor<br />
<br />
<i><b><span style="color: #a64d79;">- Nilgün Marmara -</span></b></i><br />
<br />
<b><span style="color: #b45f06;">***</span></b><br />
<br />
<span style="color: #a64d79;"><u><b>694. 2</b></u></span><br />
<br />
Sık sık inançsız olduğuma hükmediyorum,<br />
en az Russell kadar inançsız...<br />
ama yine de benimki onunki gibi yavan<br />
ve aptalca değil.<br />
<br />
Çünkü ben bunun için, sanırım, Eyyüb'e imanının<br />
verdiği keder kadar ağır, karmaşık<br />
ve bazen düşlerimde bana yüzümü, ellerimi<br />
kurtlanmış yaralar içinde gösteren,<br />
bazen de Cambridge'deki felsefe derslerimde beni,<br />
bir filozoftan çok,<br />
bir peygamber gibi konuşmaya zorlayan<br />
sorular taşıdım her zaman yüreğimde.<br />
<br />
Bu soruların yolu, döne dolaşa, her zaman<br />
gelip şu seraba dayanıyordu:<br />
Bir gün bu acılı inançsızlığın çölünden<br />
bir tanrı filizlenip de çıkar mı?<br />
bir tanrı, bütün dilleri konuşabilen,<br />
bir tanrı, hiçbir sorunun cevabını<br />
akıldan esirgemeyen.<br />
<br />
<b><i><span style="color: #a64d79;">- Cahit Koytak -</span></i></b><br />
<br />
<span style="color: #b45f06;"><b>***</b></span><br />
<br />
<span style="color: #a64d79;"><u><b>Harranlı Müneccim</b></u></span><br />
<br />
sonunda yağmur yağacak,<br />
hem öyle bir yağmur ki<br />
yapılmayan işlerin,<br />
ödenmeyen borçların,<br />
tutulmayan sözlerin<br />
mazereti olacak.<br />
ve kefareti, uğruna bir tazenin<br />
kalkıp yollara düşmeyi<br />
ve kaderle güreşmeyi bu yaşta<br />
göze alamamanın...<br />
<br />
öyle bir yağmur ki, aylarca<br />
belki yıllarca yağacak;<br />
senatoyu su basacak,<br />
sarayı, kiliseyi...<br />
ve patriğin külahını<br />
snodun çamurlu tortuları üstünde<br />
yüzdürecek kadar<br />
yükselecek sular;<br />
yağlı takkelerini yüzdürecek kadar<br />
çerçöple birlikte,<br />
kavgayı kızıştıran ruhanilerin;<br />
ve takma başı üstündeki<br />
takma perçemini<br />
biçare imparatorun.<br />
<br />
elmas sertliğinde yağacak,<br />
sabır inceliğinde...<br />
ve yasaları eritecek yağmur,<br />
töreleri - o yıkılmaz sanılan<br />
kaleleri, kurumları falan...<br />
yer gibi sağlam, gök gibi her yerde<br />
diyerek şanını yücelttikleri<br />
ama kanını emdikleri,<br />
kökünü kemirdikleri<br />
köhne devleti...<br />
<br />
öyle bir yağmur ki...<br />
allakbullak edecek piyasaları,<br />
dinleri, sanatları, ülküleri;<br />
maskaraların suratlarına sürdükleri<br />
boyalı pudra gibi eritip akıtacak,<br />
pudra şekeri gibi...<br />
dilleri, üslupları, retorikleri.<br />
<br />
ve siz ey, süslü seremonilerin,<br />
sadakat gösterilerinin,<br />
ödüllerin, nişanların altında<br />
yamalı ciğerlerini,<br />
tahta cambaz bacaklarını<br />
gizlemeye çalışan<br />
yeteneksiz saray şairleri!<br />
<br />
o yağmur yağınca,<br />
o büyük yağmur,<br />
teranelerinize can katmak için<br />
cıvıltılarına kulak kabarttığımız,<br />
tahsisat-ı mestureden ödenekli<br />
ilham perileriniz,<br />
ilham fareleriniz<br />
yuvalarından dışarı vuracak,<br />
halkın yatağının, yastığının altından,<br />
gardıroplarından fahişelerin,<br />
akla gelen her kuburdan,<br />
hatta ayak yollarından muhaliflerin;<br />
hem de leşlerinin kuyrukları<br />
sizin burunlarınıza<br />
dolanmış olarak!<br />
<br />
o yağmur yağınca,<br />
o büyük yağmur,<br />
kemerli, revaklı hayalhanelerinde<br />
arp çalan, neşide söyleyen,<br />
iskambil falı açan<br />
ve tatlı ürpermeleri içinde<br />
ölümlü ihsasların<br />
aşk oyunlarıyla oyalanan<br />
zarif ruhlarını çürütecek rutubet<br />
ve rakik vicdanlarını<br />
suskun entellektüellerin<br />
<br />
ve yıkayacak o büyük yağmur,<br />
silip temizleyecek<br />
noktasına, virgülüne kadar,<br />
halkın belleğine balçıkla sıvadıkları<br />
bulanık satırlarını,<br />
görece lekelerini şöhretimin;<br />
o göçebe serazen güzeliyle yaşanan<br />
küçük, masum macerayla ilgili... <br />
<br />
bunları ben söylüyorum;<br />
en uzak yıldızlara,<br />
ziclere, atlaslara bakarak...<br />
ben, El Harizmi'nin gözde tilmizi,<br />
-öyle olduğu için de<br />
Bağdat'a tutunamayan,<br />
Roma'da anlaşılmayan,<br />
ve Bizans'ta, elli yaşında<br />
tam yıldızı parlayacakken<br />
adı ikon kırıcıya<br />
ve kart hovardaya çıkartılan-<br />
ben, yıldızbilimci, şair<br />
Harranlı Leon: <br />
<br />
ben, matematikçi, mimar, ressam;<br />
rum ateşinin mucidi;<br />
hendesede hace-i hacegân;<br />
yedi dilde konuşan,<br />
üçünde yazan-bozan;<br />
gizli ilimlerde,<br />
bahusuz maraz-ı kalpte<br />
ve inkisar-ı aşk ve muhabette uzman;<br />
diline hâzik hekim,<br />
eline mahir cerrah;<br />
tarid-i cin ve sihir,<br />
ilahiri ilahiri ilahir...<br />
<br />
<i><b><span style="color: #a64d79;">- Cahit Koytak -</span></b></i><br />
<b><u><span style="color: #a64d79;"><br />
</span></u></b>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-83841354287854123882010-10-05T02:57:00.016+03:002010-10-05T03:10:54.545+03:00Dor Faidwen...<div align="justify">Uzun bir süredir öksüz çocuk muamelesi gören Dor Faidwen için nihayet yeni bir yazı yazabildim. Söz konusu metin, J.R.R.Tolkien'in uzun yazınsal macerasının oğlu Christopher Tolkien'in emeğiyle su yüzüne çıkan en son parçası <i>The Legend of Sigurd & Gudrún</i> adlı kitap hakkında biraz olsun malumat vermeyi amaçlıyor. </div><div align="center"><a href="http://dor-faidwen.blogspot.com/">Kayıp adaya giden yol buradan geçer...</a></div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-6323429276166262182010-09-14T20:00:00.022+03:002010-09-15T15:00:48.652+03:00Alphonso Lingis ve Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı...<div align="justify">Alphonso Lingis'ten kaçınızın haberdar olduğunu bilmem mümkün değil, ama sanıyorum fazla değildir, zîrâ ismi kulağıma çok, ama çok az çalınıyor bu diyarlarda. Halbuki Lingis "öteki"nin izinde gezgin bir feylesof ve şu garip devranda bizimle hiçbir bağı yokmuş gibi görünen insanlara dair işitmeye/okumaya gereksinim duyduğumuz kelimeleri var, ki o kelimelerde düşüncemize ve yaşamımıza katabileceğimiz bir incelik payı bulabiliriz en azından.<br />
<br />
Bugün sıkıntılı bir ruh hâli üzere('let it be' mi?) kitap raflarını yoklarken yine, ufacık boyutuyla sözünü ettiği insanlar gibi neredeyse görünmez olmasına rağmen, parmaklarım garip bir şekilde Lingis'in <i>"Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı"</i> adlı kitabına doğru çekiliverdi ve güç belâ çekip çıkardılar onu sıkıştığı cendereden. Böylece yeniden ve yeni bir gözle okumaya başladım kitabı, ki ilk okuyuşumun üzerinden kayda değer bir zaman da geçmişti. Sonra neden metinden ufak bir kesit olsun, başkalarıyla da paylaşmıyorum diye düşündüm, düşünmekle de kalmak istemedim ve işte netice:<br />
<br />
<blockquote align="justify"><br />
I. Öteki Cemaat<br />
<br />
(...)<br />
<br />
Rasyonel söylem ve pratik, doğayı bir cemaat eseri, kendi doğamızı da kendi eserimiz kılar. Biz, kendi çevremizi üretmiş olan insanlar ondaki her şeyde, rasyonel söylem pratiği tarafından üretilen kolektif insani niyet ve çabaların doğanın sunduğu hammaddeye verdikleri biçimi ve sureti görürüz. Kendi ürettiği bir ortam içinde kendi doğasını üreten, insan-yapımı bir tür olan türümüz kendi içinde kendisine yabancı, kendi kavrayış gücünün ötesinde hiçbir şey bulmaz. Kendini devredilemeyen haklarıyla onaylayan ve kendisini kendi yasalarının koyucusu olarak kuran modern kültürün bireyi, kendi bireyliğini kendi üstüne kapanmış bir doğanın bireyliği olarak üretmeye koyulur. İnsan cemaatinde kendi içinde kapanmış ve bireyin kendi düşüncesini temsil eden bir eser bulur. Birey kendi düşüncesinin bütün rasyonel düşünce sisteminin temsilcisi olduğunu keşfettikçe, cemaatindeki diğer insanlarda sadece kendi rasyonel doğasının yansımasını görecektir.<br />
<br />
Rasyonel cemaatten önce, ötekiyle, davetsiz misafirle [intruder] karşılaşma vardı. Bu karşılaşma biri kendini ötekinin talep ve itirazlarına açtığında başlar. Rasyonel cemaatin, bu cemaatin her aklı başında kafanın birer temsilcisi olduğu ortak söyleminin ve herkesin çaba ve ihtiraslarını massedip gayrişahsileştiren girişimlerinin altında bir başka cemaat vardır; kendine ait bir cemaat kimliği olan, kendi doğasını kendisi üreten kişiden kendisini, onunla ortak hiçbir şeyi olmayan kişiye, yabancıya açmasını talep eden cemaattir bu.<br />
<br />
Bu öteki cemaat rasyonel cemaat içinde massedilmiş değildir; tekrar tekrar ortaya çıkar, ikizi ya da gölgesi gibi taciz eder rasyonel cemaati.<br />
<br />
Bu öteki cemaat işte değil, işe ve çalışmaya ara verildiğinde oluşur. Ortak bir şeye sahip olunduğunda ya da ortak bir şey üretildiğinde değil, kişi kendini onunla ortak hiçbir şeyi olmayan kişiye -Azteğe, göçebeye, gerillaya, düşmana- açtığında gerçekleşir. Öteki cemaat, kişi ötekinin yüzündeki buyruğu fark ettiğinde oluşur. Sadece ötekinin dışlandığı ortak söyleme ve cemaate değil, kişide ötekiyle ortak olan ya da ortak olmasını sağlamaya çalıştığı her şeye de kafa tutan bir buyruktur bu. Kişi kendini bir buyruğa salt rasyonel zekâsıyla açmaz. Rasyonel zekâmızın ortaya çıkabilmesi için çevreden anlaşılabilir ve düzenli bir biçimde veri toplaması gereken duyarlılığımıza hükmetmesi, pratik faaliyet alanındaki güçleri, engelleri ve nedensellikleri anlaşılabilir ve düzenli bir biçimde ölçecek motor güçlerimize hükmetmesi ve toplumsal alandaki komuta ve itaat ilişkilerini anlaşılabilir ve düzenli bir biçimde kaydedecek (ötekine yönelik) duyarlılığımıza hükmetmesi gerekir. Gözlerinin çıplaklığıyla, eşyayı sıkı sıkıya kavramış ellerini ötekine doğru dönüp açarak, öbürünün sesiyle tedirginleşmiş sesinin zırhlarından soyunmuş zayıflığıyla açar kişi kendini ötekine.<br />
<br />
Kişi ötekine -yabancıya, muhtaç olana, yargıca- salt görüşleri ve fikirleri sınansın diye, onlarla açılmaz; kişi gözlerinin çıplaklığıyla, sesi ve sessizlikleriyle, boş elleriyle de açılır. Çünkü öteki, yani yabancı, kişiye yalnızca inançları ve yargılarıyla değil, zayıflığı, yaralanabilirliği ve ölümlülüğü ile de döner. Kişiye yüzünü, putunu ve fetişini döner. Karbon bileşenlerinden, yine toza dönecek tozdan yapılmış yüzünü, topraktan ve havadan, kandan, ışıktan ve gölgeden yapılmış yüzünü döner. Yaralı, acıdan ve ölümlülükten kırışmış tenini döner. Cemaat, kişi kendini çıplak olana, muhtaç olana, toplumdan atılmış olana, ölmekte olana açtığında oluşur. Kişi cemaate kendini ve sahip olduğu güçleri onaylayarak değil, kendini harcanmışlığa, kurban edilmişliğe açtığı zaman girer. Cemaat, kişinin kendini ötekine, kendi dışındaki güçlere, ölüme ve ölenlere açtığı hareketle oluşur.<br />
<br />
Enformasyon mübadelesiyle oluşan rasyonel cemaat, soyut birimleri, idealize edilmiş göndergelerin idealize edilmiş göstergelerini mübadele eder. İletişim, mesajın bağıntısız ve karışıklık yaratan sinyallerden, yani gürültüden çekilip çıkarılmasıdır. Muhataplar gürültüye karşı ittifak halinde mücadele ederler; ideal iletişim şehri gürültüden azami oranda arındırılmış olacaktır. Ama mesaja içsel olan bir gürültü vardır: Onu ileten sesin donukluğu. Ayrıca artyörede, kendi seslerimizi de susturmadan susturulması imkânsız olan dünyanın gürültüsü vardır. İnsan sesini evrim biyolojisinin perspektifi içinde tahayyül ederek dünyanın mırıltısını duymayı öğreniriz; insan sesleri bu mırıltıyı sürdürüp birbirleri için yankılarlar.<br />
<br />
Dünyanın gümbürtüsüne karşı müttefik olmuş cemaatte birbirimizle sinyaller, soyut birimler aracılığıyla kurduğumuz iletişimin ötesinde, insan dışındaki şeylerle de formlarını ve maddelerini kucaklayarak temas kurarız. Ayrıca birbirimizin formunu daraltıp, kendi maddi varlığımızı dönüştürerek de birbirimizle temas kurarız.<br />
<br />
Ortak bir şey üreten, hakikati tesis eden ve şimdi de teknolojik bir simulakr (benzeti) evreni kuran cemaat, vahşileri, mistikleri, psikotikleri dışlar; onların sözlerini ve bedenlerini dışlar. Onları kendi mekânında dışlar: İşkence eder.<br />
<br />
Rasyonel cemaatin yaptığı işlerin orta yerinde, hiçlik, ölüm ve kendi ölümlülükleri dışında ortak hiçbir şeyleri olmayanların cemaati oluşur. Ama her birini tecrit eden ölüm ortak bir ölüm müdür? Ve ona hiçlik denebilir mi?</blockquote><br />
</div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-52604697637231295682010-08-28T22:45:00.005+03:002010-08-28T22:49:02.507+03:00Müptelâyı gama sor kim geceler kaç saat<span style="color: #674ea7;"><u><b>Oda</b></u></span><br />
<br />
I<br />
Ben o doğum sancılarıyla kıvranan odamda<br />
Bir süredir hiç kımıldamıyorum<br />
Hiç kımıldamıyorum, dersem, ölümün eskizlerini çiziyorum eskisi gibi<br />
Yüzümün rüzgârıyla oynuyorum arada<br />
Yüzümün rüzgârıyla... bu ufak yolculuk değiştiriyor beni<br />
Bir koltuktan başka bir koltuğa geçiyorum meselâ. Kendimi<br />
Yerlerde sürerekten. Yerler ki taş gibi soğuk<br />
Soğuk bir taş kabartmasına benzetiyor gövdemi<br />
Ne zaman - Ben bunu hiç bilmiyorum<br />
O zaman - O zaman mı, bilmiyorum<br />
Eski bir uygarlık kalıntısı gibi<br />
Bir başıma duyuyorum artık yalnızlığımı<br />
Bir başıma duyuyorum artık yalnızlığımı. Ve beni<br />
Bu çağ üstü duyarlık azıcık yatıştırıyor<br />
Ayağa kalkıyorum birden, boşluğa uzatıyorum ellerimi<br />
Mırıldanıyorum sanki ara vermeden<br />
Sesi yitmiş bir tanrının bana diyeceklerini.<br />
<br />
<i><span style="color: #674ea7;"><b>- Edip Cansever -</b></span></i><br />
<br />
***<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;"><u><b>Tevekkül</b></u></span><br />
<br />
kendi aynasında gezinen, ırmak ve kül<br />
gibiyim bu kentte, rûhum su sızdırmaz<br />
artık, bedenim kandil.-<br />
<br />
yalnızlıklar da vardı, kimi "nitrik<br />
asit terlerken mendil mendil" kaptan'ın<br />
düşlerinde -arada ışık sandığımız yaz,<br />
o kumarbâz ve kehribar tesbih, o gül-<br />
ıssız gemilere binip giderdi kimileri<br />
insan diye/bildiğim sâhipsiz adalardı.-<br />
<br />
işte ancak o kadardı şarabın ve şark'ın<br />
tanrısı, tuhaf bir gülüş edindiğim akşam<br />
larda meneviş bir hüzün kadardı, utanmasam<br />
aynasında gezinen ırmaklara bakıp<br />
ağlardı diyeceğim, utanmasam kirpiğimde<br />
açan kar karanfilleri kadardı,<br />
yorgun ve mütevekkil.-<br />
<br />
yüreğini aynasına asmış bir derviş<br />
gibi miyim? dağlara gebe olduğum zaman<br />
sıradağlardı topuğumda gezinen cinnet,<br />
-uçar giderdim ardından koyu tenhâ<br />
kısrakların- dağlardan gebe kaldığımda<br />
bu müntehir cemiyet, cennetini saçlarımda<br />
arardı.-<br />
<br />
âh,<br />
insan diye/bildiğim sâhipsiz adalardı.-<br />
<br />
<i><span style="color: #674ea7;"><b>- Sefa Kaplan -</b></span></i>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-43030828447823726232010-05-19T10:00:00.116+03:002011-05-06T17:23:42.538+03:00Feyerabend ve Anarşizm Üzerine...<div align="justify"><img border="0" height="180px" src="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S_OQCGn4TKI/AAAAAAAAAdk/qTCR_i5iz7E/s320/feyerabend.jpg" style="float: left; margin-bottom: 2px; margin-left: 2px; margin-right: 5px; margin-top: 4px;" />Bir dönem bilim felsefesi ile ilgilenirken yolum kaçınılmaz olarak <i>Paul Feyerabend</i>’e çıkmış ve o süreç içinde <i>Against Method(Yönteme Karşı)</i>, <i>Science in a Free Society(Özgür Bir Toplumda Bilim)</i> gibi merkezî çalışmalarına vakıf olma bahtiyarlığına erişmiştim. <i>Steven Soderbergh</i>’in <i>Sex, Lies and Videotape</i> adlı filminden ilham almış gibi görünen şu tuhaf günlerde ise, daha evvel okuma fırsatım olmayan bir kitabına göz atma imkânı buldum. Kitap anarşizm üzerine önemli bir dizi olarak kabul edilen <i>Unter dem Pflaster liegt der Strand(Kaldırımın Altında Kum Vardır)</i> bünyesinde <i>Thesen Zum Anarchismus(Anarşizm Üzerine Tezler)</i> başlığıyla yayımlanmış bir derleme ve Feyerabend’in diğer metinlerinde detaylı olarak gördüğümüz düşüncelerinin bir özeti olma meziyetine sahip. Mevzu bahis bu kitap vesilesiyle Feyerabend hakkında birkaç kelâm ederek kendimi oyalamak ve bloga karşı sorumluluğumu yerine getirmek niyetindeyim, bu esnada birilerinin merakını cezbedecek bir şeyler yazabilirsem de ne hoş! <br />
<br />
Yaşamının ana hatlarına dair kısa bir özet vererek başlayalım o hâlde. <i>"Her çeşit çatlak kafalı kült Viyana'dan çıkar"</i>, demiş bir İngiliz romancı ve sonra bunun kentin havasından kaynaklandığını iddia etmiş. 1924 yılında güneş sistemindeki macerasına başlayan Paul Feyerabend de bir Viyanalı ve bu vasfıyla nüktedan romancımızın yüzünü kara çıkarmadığını söylemek pekâlâ mümkün. Soyadının aslı <i>paydos vakti</i> anlamına gelen <i>Feierabend</i> imiş ve çocukken kendisine büyüyünce ne olmak istediğini soranlara <i>"emekli olmak"</i> cevabını veriyormuş. Gençliğinde İkinci Dünya Savaşı’nın muğlak bir parçası olmak zorunda kalan düşünür, bunun neticesinde sakat bir bacakla ödüllendirilmiştir. Aslında şarkıcı olmak istediğini, klasik müzik konusunda yetenekli olduğunu ve dersler aldığını öğreniyoruz otobiyografisinden. Fakat ne yazık ki, önce araya dünya savaşının girmesi, sonra da bazı kritik tercihleri sonucu bu hayali gerçekleşmeyince, diğer bir ilgi alanı olan pozitif bilimler konusunda ilerliyor ve kariyerini başta İngiltere ve ABD olmak üzere dünyanın pek çok yerinde dersler vereceği bir bilim felsefecisi olarak tamamlıyor.<br />
<br />
Feyerabend kesinlikle sıradan bir bilim felsefecisi değil. Bütüne bakıldığında türünün ilk örneği olarak görülebilir, zîrâ <i>“anything goes!”</i> ifadesiyle özetlenen anarşik bir epistemolojiden(bilgi kuramı) yana yıkıcı bir tavır takınmıştır. Bu ifadeyle tam olarak ne kastedildiğini biraz açmamız gerekecek elbette. <br />
<br />
Yetmişlerin ortalarında <i>Imre Lakatos</i>’un zorlamasıyla <i>Yönteme Karşı</i> adlı çalışmasını yayımlar Feyerabend ve böylece tezlerini dar bir akademik camianın dışında geniş kitlelere duyurma imkânı bulur. Bu metinde, <i>Wittgenstein</i>’a atıfla dil oyunlarına benzettiği metodoloji tartışmalarının, bilimlerin tarihsel pratiğiyle pek de uyumlu olmadığını öne sürecektir, çünkü <i>“bilimleri oluşturan olayların, usullerin ve sonuçların hiçbir ortak yapısı olmadığı”</i> kanısındadır. Dolayısıyla kesin metodolojik kurallar dayatmanın beyhûde ve zararlı bir girişim olduğunu, koşullara göre normlarımızı belirlememiz ve her koşulda savunulabilecek bir kurallar bütünü olduğu fikrini bir kenara bırakmamız gerektiğini savlar. Bu meyanda özellikle Kopernik Devrimi üzerine okumaları çok çarpıcıdır.<br />
<br />
Elbette plüralist perspektifini geliştirdiği süreç içinde yolunun üzerine aşması gereken önemli isimler çıkmış ve bunları (<i>Derrida</i>’dan değil, <i>Nestroy</i>’dan öğrendiği) bir yapı-söküme uğratarak kritik etmiştir. Bol bol nükteli ve iğneleyici bir nitelik arzeden yazılarında bir dönem derslerine katıldığı <i>Karl Popper</i>’ın eleştirel akılcılığını sık sık hedef tahtasına koyduğunu görüyoruz. Aslında ilk anda Popper’ın cazibesine kapılmamış değildir(Popper’ın ilgili dersi şöyle başlarmış: <i>“Ben bir Bilimsel Yöntem Profesörüyüm; ama benim bir sorunum var: Bilimsel yöntem diye bir şey yok.”</i>), lâkin sonraları katı bir şekilde uygulanacak <i>yanlışlanabilirlik(falsification)</i> doktrininin bilim denilen şeyi silip süpüreceği kanısına varır.<br />
<br />
Bilimin epistemolojik düzlemde değil, sosyo-tarihsel düzlemde ele alınması önerisinde ve karşılaştırılamazlık konusunda <i>Thomas Kuhn</i>’la belirgin bir ortak bir paydası var, fakat siyasal bağlam konusunda ayrışıyorlar. Feyerabend bilimin siyasal özerkliği meselesinden şüphelidir. Eleştirilerinden nasibini alan bir diğer önemli isim de, en yakın dostlarından biri olan Imre Lakatos ve onun Popper’ın savını pratikle daha uyumlu kılmaya dönük yeni yaklaşımıdır(ki bu Feyerabend’e -ve başkalarına- göre o güne kadar ki, en gelişmiş ve sofistike kuramsal yaklaşım olma keyfiyetindeydi.)<br />
<br />
Zaman içinde Feyerabend’in tezi çok ses getirmiş ve çeşitli tepkiler almıştır, özellikle biyoloji alanında çalışan bilim insanları tarafından daha fazla önemsendiğine dair bir gözlemim mevcut. Yakın dönemli bir örnek verecek olursak; şüphesiz en saygıdeğer evrim biyologlardan biri olan <i>Ernst Mayr</i>, bir çalışmasında bilim felsefecilerinin önerilerinin hiçbirinin bir evrimsel biyoloji kuramı oluşturmaya yeterli olmadığını öne sürer. Yüzyılın ortalarında tanıdığı bütün biyologların ısrarla Poppercı olduklarını iddia ettiklerini, ama sonuçta ne yapmak istiyorlarsa onu yapmaktan hiç vazgeçmediklerini anlatır. Dolayısıyla pratiğin içinde metodoloji tartışmalarından çıkan etiketlerin genellikle fazla bir anlam ifade etmediğini öne sürer ve bu arada da “ne olsa uyar” diyen Feyerabend’e sempatisini açık etmekten geri durmaz.<br />
<br />
Öte yandan Paul Feyerabend yaklaşımını yöntem bilime dair entelektüel bir tartışma içine sıkıştırmaktan yana değildir. Eleştirilerini daha geniş bir perspektiften rasyonalizme yöneltir ve ısrarla bilimin toplumsal konumunu problematize eder. Bu konuma geleneksel olarak atfedilen yüksek statünün gerekliliğini sorgulayacaktır. Şöyle diyor:<br />
<br />
<blockquote>Bilim bir kolajdır, sistem değil. Dahası, hem tarihsel deneyim hem de demokratik ilkeler bilimin halk denetiminde tutulmasını öneriyor. Bilimsel kurumlar “objektif” değiller; kendileri de ürünleri de bir kaya ya da yıldız gibi insanların karşısına çıkamazlar. Çoğunlukla başka geleneklerle kaynaşır, onlardan etkilenir, sonra da onları etkilerler...</blockquote><br />
O, pek çok meslektaşının aksine, bilimin doğasında özel bir şeyler bulunduğu varsayımını reddeder ve bilimin birçok bilme hâlinde sadece biri olduğunu ve böyle kıymetlendirilmesi gerektiğini düşünür. <br />
<br />
<blockquote>Bilim, insanların çevreleriyle başa çıkmak için icat ettikleri birçok araçtan sadece biridir. Yegâne değildir, yanılmaz da değildir ve kendi başına bırakılamayacak kadar güçlü, dayatmacı ve tehlikeli hâle gelmiş durumdadır.</blockquote><br />
Anlaşılacağı üzere Feyerabend uzman olmayan geniş kitlelerin kendilerini doğrudan ilgilendiren kararlarda pay sahibi olması gerektiğini, önemli kararların salt uzman kişilere bırakılmayacağı kanısındadır. Fakat bunları söylerken her durumda halka müracaat eden bir popülist olmadığının da altını çizme ihtiyacı hisseder.<br />
<br />
<div style="float: right; margin-bottom: 0px; margin-left: 5px; margin-right: 0px; margin-top: 1px; text-align: center; width: 170px;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S_SPrXGrjUI/AAAAAAAAAds/KQ7fNN_LoK8/s320/p_k_feyerabend.jpg" style="float: right; margin-bottom: 2px; margin-left: 5px; margin-right: 0px; margin-top: 4px;" /><span style="font-size: x-small;"><span style="color: #e69138;">(Filozof iş başında!)</span></span></div>Belki bu noktadan ilerleyip, şu soruya bir cevap arayabiliriz artık: <i>“Bilim esasen anarşist bir teşebbüstür,”</i> diyen Feyerabend’in acaba kelimenin siyasal anlamıyla bir anarşist olduğu söylenebilir mi? Bu suale özellikle klasik anarşizm açısından bir cevap vermek kolay olmasa gerek. Başka bir zorluk da Feyerabend’in kendi duruşunu bilinçli olarak bulandırıyor olmasıdır. <i>“Ben ne bir anarşist ne de bir dadaistim,”</i> derken, bu rolleri bir stratejinin parçası olarak üstlendiğini imâ eder görünüyor. Salt kuramsal yaklaşımına odaklanacak olursak hem anarşizme hem de dadaizme başvurduğu açık hâle gelecektir. Dadaizm bağlamında <i>Hans Richter</i>’in ünlü tespitiyle, <i>“hiçbir programı olmadığı gibi bütün programlara da karşı”</i> olduğunu ifade ediyor. Bunu söylerken gerçek bir dadaistin aynı zamanda bir <i>anti-dadaist</i> olması gerektiğini de hatırlatıyor okuruna. Feyerabend muhtemelen ideal bir toplum tasarımı anlamında klasik bir anarşist ütopyadan(seküler cennet) ziyade <i>Foucault</i>’cu bir <i>heterotopya</i>yı tercih ederdi. Bu konuda çok iddia değilim, ama zaman zaman bende bıraktığı izlenim bu yöndedir. Oradan ilham almış olsa bile, klasik anarşist teoriye karşı sözünü sakınmaz, özellikle de <i>Kropotkin</i>’e karşı. Kropotkin’in mevcut kurumları ortadan kaldırmak isterken, bilimin konumuna dokunmayı düşünmediğine dikkat çeker. <i>Yönteme Karşı</i>’nın giriş bölümünden bu mevzudaki yakınmalarını aktarmak yerinde olacak:<br />
<br />
<blockquote>“Aklın Yasaları”nın veya bilimsel pratiğin yasalarının aptallaştırıcı etkilerinin profesyonel anarşistlerce bu kadar nadir incelenmiş olması şaşırtıcı bir şeydir. Profesyonel anarşistler her tür kısıtlamaya karşı koyarlar ve bireyin yasalar, ödevler, yükümlülüklerce engellenmeden özgürce gelişmesine izin verilmesini isterler. Buna rağmen bilim adamlarının ve mantıkçıların araştırmaya ve bilgi üreten, değiştiren her tür etkinliğe dayattıkları katı kuralları itirazsız kabul ederler. Hatta bazen bilimsel yöntemin yasaları ya da belli bir yazarın bilimsel yöntemin yasaları olduğunu düşündüğü şeyler anarşizmin bünyesine dahil edilir. <i>“Anarşizm tüm fenomenlerin mekanik açıklaması üzerine kurulu bir dünya görüşüdür”</i> diye yazıyor Kropotkin.</blockquote><br />
Bu alıntıda işaret edilen yönde, Kropotkin’in anarşist teorisyenler arasında seçtiği yöntem açısından farklı bir pozisyonu olduğunu teslim etmeliyiz(yakın dostu <i>Elisée Reclus</i>’u da dâhil edebiliriz buna). Onun ana çabasının kendi ifadeleriyle <i>“anarşizmi bilimsel bir temele oturtmak ve anarşist etiğin temellerini atmak”</i> olduğunu hatırlayalım. Feyerabend’in yukarıda alıntıladığı bölümün devamında Kropotkin, anarşizmin amacını, <i>“doğayı ve aynı zamanda toplumların hayatını tek bir genelleme içinde kapsayan sentetik bir felsefe inşa etmektir,”</i> biçiminde tanımlıyordu. Bu minval üzere de, <i>Sosyal Darwinizm</i>’in güçlü rekabet argümanının karşısına yine evrim teorisinden devşirdiği <i>karşılıklı yardımlaşma</i> eğilimini koyarak anarşizmi temellendirmeye çalışıyordu. <br />
<br />
Elbette anarşizm açıkça etik bir harekettir ve klasik teorisyenler, <i>Godwin</i>’den başlayarak, yukarıdan aşağıya yayıldığını varsaydıkları erke karşı, bir direniş merkezi olarak genel olarak iyi huylu ve uyumlu bir insan doğası nosyonuna sadece bilimsel değil, ahlâkî bir yönelimle de meyil vermiş gibi gözükmektedirler. Anarşist bir proje için öncelikle <i>Leviathan</i> denilen canavarı zorunlu kılan ve <i>Hobbes</i>'un düşündüğü gibi bencil ve rekabetçi olan bir insan özü (<i>homo hominis lupus</i>) mevcut olmamalıydı. Bu açık reddiye ile birlikte karşımıza sık sık olumsuz bir insan doğası nosyonunun yerine, örtük olsa da başka bir iyimser insan doğası nosyonu çıkar. Fakat neticede bu düşünürlerin azılı düşman ilân ettikleri iktidar mefhumu ortadan kalkıyor mu? Kesinlikle hayır! Esâsen iktidarın yeri değişiyor sadece: devlet yerine doğanın iktidarı! Peki, doğa hakkında bilgimiz nereden geliyor? Elbette bilimden; yani bilimsel bilginin iktidarı da diyebiliriz buna. Öyleyse haydi rasyonel ve pozitif buyrukların kuyruğuna!<br />
<br />
Tabiî eskilerden herkes bu yönde düşünüyordu demek mümkün değil. Örneğin böyle bir insan doğası tasavvuru <i>Stirner</i>’ın açıkça hoşuna gitmezdi. Yine <i>Malatesta</i> anarşizmin bilimsel bir kılığa büründürülmesinden rahatsızlığını dillendirenlerden biridir.<br />
<br />
Özellikle<i> Bakunin</i>’in yazılarında Feyerabend’le kesişen bazı önemli vurgular var. Sözgelimi, <i>Tanrı ve Devlet</i>’in bir kesitinde bilim uzmanlarından müteşekkil bir akademinin olası iktidarından bahis açar(<i>Comte</i>’cu bir tasavvur) ve böyle ayrıcalıklı bir yönetimi canavarlık olarak niteler. Yine <i>Devlet ve Anarşi</i>’de pozitivistleri Yunan kahramanı <i>Procrustes</i>’e benzettiği bölüme bakılabilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: Bakunin bilimsel bilginin önemini göz ardı ediyor değildir. Aksine bilimin söz sahibi olması gereken bir "otoritesi" olduğunun farkındadır, ama bu durumu bir nalbandın ya da bir kunduracının otoritesini gördüğünden farklı bir gözle görme eğiliminde değildir ve bu otoritenin gönüllülük esasına dayanması ve kişilere dayatılmasına rıza gösterilmemesi gerektiğini öne sürer:<br />
<br />
<blockquote>Benim bu durumda telkin ettiğim şey, belli bir dereceye kadar, yaşamın bilime, daha doğrusu bilimin yönetimine baş kaldırmasıdır, bilimi yıkmak değil –bu insanlığa büyük bir ihanet olurdu- bir daha asla yerini terk etmemesi için ona yerini hatırlatmak...</blockquote><br />
Her hâlükârda, klasik anarşizmin aydınlanmanın hümanist ve rasyonalist mirasından kaynaklanan pek çok sorunu var ve bunlar özellikle son çeyrek yüzyıldır anarşist literatürde epeyce kritik edildiler. Bu tartışmalara girecek değilim, zaten küçük bir özet vermek bile bu yazının bağlamını çok aşar. Sözün özü Feyerabend anarşi meydânında belli ki epeyce kendine özgü ve muğlak bir konum işgal ediyor. Yine de, onu <i>Yönteme Karşı</i>’yı yazmaya iten nedenlerden birinin <i>“insanların görüşünü ve dünyadaki varlık biçimlerini daraltan “hakikat”, “gerçeklik” ya da “nesnellik” gibi soyut kavramlardan insanları kurtarmak”</i> olarak tarif eden Feyerabend’i –kendisi bundan memnun olmayacak olsa da- <i>post-anarşik</i> bir bağlamda düşünmeyi sevdiğimi söyleyebilirim.<br />
<br />
<div align="center">***</div><br />
Paul Feyerabend 11 Şubat 1994 tarihinde beyin tümörü nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Bu esnada yanında büyük bir hayranlık ve sevgi duyduğu eşi <i>Grazia</i> bulunuyordu. <i>"Olmasını istediğim şey bu,"</i> demişti, son satırlarını yazarken, <i>"entelektüel ölümsüzlük değil, sevginin ölümsüzlüğü."</i><br />
<br />
<i>Anarşizm Üzerine Tezler</i>, <i>Ernst Kantorowicz</i>’in <i>II. Richard</i> üzerine hazırladığı <i>The King’s Two Bodies</i> oyunundan alınmış ve izlediği dönem Feyerabend’i oldukça etkileyen şu dizelerle başlıyordu; bu yazı da onlarla nihâyete ersin isterim:<br />
<br />
<i>Görün şimdi nasıl mahvediyorum kendimi:<br />
Bu ağır yükü atıyorum kafamdan,<br />
Ve şu hantal asayı elimden,<br />
Krallık hükmünün gururunu yüreğimden;<br />
Kendi gözyaşlarımla temizliyorum merhemimi,<br />
Kendi ellerimle veriyorum tacımı<br />
Kendi dilimle vazgeçiyorum kutsal devletimden,<br />
Kendi nefesimle bırakıyorum bütün yeminleri:<br />
Bütün ihtişam ve görkemden feragat ediyorum.<br />
</i></div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-56410773084646483062010-04-30T06:00:00.005+03:002010-04-30T06:22:55.662+03:00Ey gam, yine meydân-ı muhabbet sana kaldı<span style="color: #674ea7;"><u><b>Yaralı Olduğunu Sanan Birisinin Hüznüne Gazel</b></u></span><br />
<br />
Şehir birden başladı, sol tarafta hendekler<br />
işportacılar, dükkâncılar ve akşamüstüne gidip gelenler<br />
ve onun hüznü vardı<br />
<br />
Şehirler olsun varsındı ve manavlar kapansındı.<br />
evler ince bir buğuya, bir cinselliğe kapansındı<br />
<br />
ve onun hüznü vardı<br />
<br />
Aksaçlı ortodokslarla dövüşken çocuklar.<br />
aşk romanları ve trafolar ve "Sen ne güzelsin"ler<br />
kendilerini bitmez sansındı<br />
<br />
Nalbantlar ressamlarla ve bütün tarlalar çarşıda.<br />
hele yılgınlar bir sabah temizliğinde<br />
ve coşkudan artan sarı bir şeyler vardı<br />
<br />
Bir yitik gibi yüceden, bir anı gibi sancıdan<br />
ve onun hüznü vardı<br />
<br />
"Her şey atılıyordu. Bitmiş sigaralar. otobüs biletleri. kullanılmış pamuklar muayyen zamanlarda. tarifeler. yaz gümrükleri. gazocağı iğneleri. kötü çıkmış resimler. bir yatma. bir evin oniki yıllık badanası. bir tarih kitabı. kazanılmış bir savaş ve sonucu. bir anlamsızlık. ölü bir çocuk ve pabucu. gülücükler. kibritler. sinemalar. Ve."<br />
<br />
onun hüznü vardı<br />
<br />
Ah ellerim, ah beni hatırlayan herkes<br />
Bir kötü romanda beşinci kişi gibiyim filân<br />
ve beni tanımayan herkes<br />
<br />
Ben aranan bir şeyim bir parça analjezik.<br />
sesim dükkânsızlığın sesidir bir parça aralık<br />
tahta kepenkli tahta kepenksiz bir parça aralık<br />
Sokaklarda.<br />
Havralarda.<br />
Yataklarda.<br />
Dünyada.<br />
<br />
ve onun hüznü bir haydudun hüznüdür<br />
biraz da kendinin yaptığı<br />
<br />
<i><span style="color: #674ea7;"><b>- Turgut Uyar -</b></span></i><br />
<br />
***<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;"><u><b>Sanal Rüya</b></u></span><br />
<br />
seccadeler deviniyor tavanda duraksız<br />
bir vcd balkıyor hayalimde<br />
ingrid bergman şaşırıyor olanlara<br />
afrikalı çocuk ağlarken hıçkırarak<br />
bir pentium üç olduğumu düşlüyorum<br />
pencereleri demir parmaklıkla kaplanmış,<br />
kıvamını bekleyen çay gibi<br />
demlenirken hakikat.<br />
<br />
kehribar tespih ceviz sandıkta küfleniyor<br />
nöbetçi baloncular kapanıyor birer birer parklarda<br />
uçları eprimiş zamansızlıkta tığ oyası örtülü<br />
transistörlü bir radyo hissediyorum<br />
kendimi unutmuşçasına,<br />
güneş kavururken arizonayı<br />
gökyüzünü arıyorum çamurlu kaldırımlarda<br />
küt saçlı bir umut olamayacağını bile bile.<br />
<br />
sen benim yıldızımsın<br />
diğerlerinden sönük,<br />
hep aynı yerde durarak anladım<br />
ne sonsuz olduğunu evrenin<br />
ve ıslanmış bir bankın hüznünü.<br />
<br />
ben bir insanım<br />
ölecek.<br />
<br />
<i><span style="color: #674ea7;"><b>- Polat Onat -</b></span></i>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-2992630818915596512010-04-02T18:00:00.070+03:002010-04-06T13:22:14.119+03:00sinecine<div align="justify"><img border="0" height="227px" src="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S7YFzfrIy3I/AAAAAAAAAdc/oRxMG61XPqY/s320/Sine+Cine+1.jpg" style="float: left; margin-bottom: 2px; margin-left: 0px; margin-right: 5px; margin-top: 5px;"/>Geçen ay içinde Dipnot Yayıncılık bünyesinden ve <i>Nilgün Abisel</i>'in editörlüğüyle yayımlanan <span style="color: #e69138;"><b>sinecine</b></span>, adından da anlaşılabileceği üzere bir sinema dergisi. Elbette memleket sathında hâlihazırda iyisiyle kötüsüyle birlikte birçok sinema dergisi yayımlanıyor, lâkin Sinema Araştırmaları Dergisi alt-başlığı ile altı ayda bir kez hazırlanması düşünülen bu derginin diğer popüler yayınlardan temel bir farklılığı var, ki o da her şeyden evvel hakemli bir dergi olduğu gerçeğidir. Künyesine nazar edildiğinde hem Türkiye'deki üniversitelerden hem de uluslararası alandan olmak üzere pek çok akademisyenden müteşekkil geniş bir yayın ve danışma kurulu olduğu görülüyor. Dolayısıyla klasik popüler film eleştirisine değil, daha teknik ve kuramsal çalışmalara odaklanan, bu alandaki boşluğu doldurmaya niyetlenmiş akademik nitelikli bir yayın olduğunu belirtmeliyiz. Gâye-i mevcûdiyyeti özlüce şöyle ifade edilmiş:<br />
<br />
<blockquote><b>sinecine</b>, değişik disiplinleri sinema ortak paydasında buluşturmayı, sosyal bilimler, sanat ve insan bilimleri içerisinde bir araştırma, tartışma, eleştirme, soru sorma alanı yaratmayı amaçlar. Bu çerçevede, yerli sinemadan Hollywood'a, sanat sinemasından popüler sinemaya, klasik sinemadan çağdaş sinemaya, sinemanın ekonomi politiğinden tarihine, psikanalizden feminizme, kuramsal yaklaşımlardan alımlama araştırmalarına, türlerden yönetmenlere dek uzanan çeşitli konularda üretilen yazılara yer verilecektir.</blockquote><br />
Derginin ilk sayısında ikisi çeviri olmak üzere altı makale mevcut. Makalelerden ikisi <i>Abbas Kiarostami</i> üzerine hazırlanmış. Bunlardan ilki <i>Serpil Kırel</i>'in yönetmenin <a href="http://www.imdb.com/title/tt1284587/">Şîrin</a> adlı son filmi üzerinden sinema dili ve seyirci üzerine bir analiziyken, diğeri <i>Khatereh Sheibani</i>'nin Modern Fars Şiiri ile -özellikle <i>Furuğ Ferruhzâd</i> ve <i>Sohrap Sepehri</i>'nin şiiri ile- <i>Kiarostami</i> sinemasının ilişkisi üzerine bir çalışma, ki dikkatimi en çok cezbeden de bu iki çalışma oldu. Başka ilginç bir metin de <i>Dilek İmançer</i>'in İslamcı filmlerde kadın temsillerini ele aldığı eleştirel makalesi. Yine 1950'lerde <i>Şakir Sırmalı</i>'nın söylemi üzerine bir makale, Filmde ve Medyada Feminizm adlı bir çeviri ve <i>Ahmet Gürata</i>'nın 2000'lı yıllarda sinema filmlerinin niceliksel vaziyeti ile ilgili bir incelemesi okurun ilgisine sunulmuş. Bütüne bakıldığında içeriği genel olarak tatmin edici bulduğumu söyleyebilirim.<br />
<br />
Velhâsıl sinemanın asla sadece "sinema" olmadığı, görsel bir eğlence olmanın ötesinde ciddi bir felsefî, politik, ekonomik ve sosyo-kültürel göstergeler alanı olduğu ve kuramsal çalışmaların beslenebileceği geniş bir havuz oluşturduğu dikkate alındığında sinema yayıncılığı konusunda bağımsız ve akademik nitelikte bir kaynağın hazırlanıyor olması önemli bir gelişme. Umuyorum gelişerek devam edecek imkânları bulabilir.<br />
<br />
</div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-41557425475053342652010-03-21T11:00:00.006+02:002010-04-06T13:22:34.348+03:00Yeni Tasarım ve Eski Nazım...<div align="justify">Blogger'la mesâim dört yılı bulmak üzere ey okur. Kendisiyle ilk karşılaşmamız 2006 yılının nevbaharında gerçekleşmiş ve o vakit bu vakittir keyfe keder arzularla hem-dem olmaktayız. Üstelik meçhul bir süre daha bu maceramız sürecekmiş gibi görünüyor. Sadede gelirsek, farkında olacağınız üzere tasarımda bir değişiklik mevcut, zîrâ blogun şekl ü şemâili benimle birlikte yaşlandı ve hâl böyle olunca da bir değişiklik ihtiyacı elzem gözüktü gözüme. Ortalıkta görsel bakımdan fiyakalı epeyce 'template' bulunabiliyor, ama ben genel olarak eski yapıya benzer bir tasarım oluşturabileceğim esnek bir altyapı arıyordum ve son tahlilde en uygun olanın bu olduğuna kanaat getirdim. Tabiî iş bir şablon seçmekle bitmiyor; sonrasında grafik ve özellikle kod düzeyinde çok sayıda yorucu düzenleme yapmak gerekti ve nihâyet ortaya çıkan görüntü bu oldu. Tasarım son hâliyle Opera(daha iyisi yok), Firefox, Chrome, IE7 ve IE8 üzerinde tecrübe edildi. Bu tarayıcılardan sadece belâlı IE8'de bir takım kayda değer bozulmalar vardıysa da, bunlar uyumluluk ayarları ile oynanarak giderilebilir türdendi. Yani demem o ki, kullandığınız tarayıcıda bir problem varsa ya da gözümden kaçan başka sorunlar gözlemliyorsanız eğer, haberdâr ederseniz bakılır bir hâl çâresine.<br />
<br />
<hr noshade="noshade" size="1" /><br />
<img border="0" height="238px" src="http://4.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S6VAwTE_n-I/AAAAAAAAAcU/rA-EvRixhfw/s320/Eski+Uygarl%C4%B1klar%C4%B1n+%C5%9Eiirleri.jpg" style="float: left; margin-bottom: 2px; margin-left: 0px; margin-right: 5px; margin-top: 5px;" />Bu aralar kitaplar arasında kaybolmuş sayılırım ve bu hâl üzere pek çok kitapla birlikte, Talât Sait Halman'ın hazırladığı <i><span style="color: #e69138;"><b>Eski Uygarlıkların Şiirleri</b></span></i> adlı antolojiyi de karıştırıyorum fırsat buldukça. Künyeden anlaşıldığı kadarıyla Halman'ın bu derlemesi ilk kez 1974 yılında yayımlanmış ve geniş içeriğiyle Mezopotamya'dan Güney Amerika halklarına varana dek pek çok kültürden, yazarı bilinen ya da bilinmeyen şiir örnekleri barındırmakta. Gılgamış Destanı'ndan, Eddalar'dan, Aeneis'ten parçalar seçilmiş; yine Eski Çin ve Japon kültürlerinden, Hint, Arap ve Fars edebiyâtından, Afrika şiirinden vs. çok sayıda örnek mevcut. Öyle ki, insanlığın yaklaşık 4500 yıllık tarihi boyunca, şiirler eşliğinde bir yolculuk yapma imkânı sağlıyor okurlarına. Bu denli farklı tarih-kültürlerden manzûme örneklerini iki kapak -ki epey mesafe barındıran iki kapak- arasında toplu bir şekilde sunabilmek azımsanacak bir mesele değil ve şüphesiz derlenmesinden çevirisine varana dek takdire şâyân bir emek barındırıyor. Sözün özü önemli ve çok da keyifli bir antoloji bu. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan yeniden basıldığını da unutmamış olalım.<br />
<br />
Kitaptan birkaç kısa şiir de sunabiliriz elbette:<br />
<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;"><b>GILGAMIŞ DESTANI'NDAN</b></span><br />
<br />
Bora Tanrısının getirdiği yaman fırtına<br />
Yerden tâ göklere kadar fışkırıyordu, <br />
Aydınlığı her yerde ezmişti karanlık.<br />
Toprak baştan başa sular altında kaldı.<br />
Bütün bir gün azgın esti bora,<br />
Yükseldi, yükseldi de dağları aştı.<br />
Kardeş, düşünmez oldu kardeşi.<br />
Gök merhametini esirgedi insanlardan.<br />
Tanrılar bile korkmuştu boradan selden, <br />
Kaçışıp Cennetin en yüksek katına sığındılar.<br />
Köpekler gibi sindiler Cennet duvarının dibine.<br />
Sevgi Tanrıçası İştar, doğum sancısı<br />
Çekiyormuş gibi kıvrandı.<br />
Tanrıların eşleri ağlayıp inlediler:<br />
"Eski dünya, balçık oldu. Ne yazık!<br />
Tanrılar Meclisinde nasıl da onayladık<br />
Kendi insanlarımızın yok edilmesini?<br />
Yarattıklarım nerede şimdi?<br />
Balık sürüleri gibi, denizi doldurmuşlar."<br />
<br />
Daha aşağılardaki tanrılar da başlarını<br />
Önlerine eğip ağladılar hüngür hüngür.<br />
Dudaklarını ısırdılar korkudan ve yastan.<br />
<br />
***<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;"><b>DOĞMUŞSUN BİR KERE</b></span><br />
<br />
En iyisi, hiç doğmamak,<br />
Hiç görmemek güneşin<br />
Keskin ışıklarını.<br />
Ama, doğmuşsa insan<br />
Çabucak geçmeli<br />
Cehennem kapısından,<br />
Yatmalı toprağın<br />
Koca kalkanı altında.<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;">-Theognis-</span><br />
<br />
***<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;"><b>TATLI UMUT</b></span><br />
<br />
Ne mi yapacağım? Alıp başımı<br />
Gideceğim şu uzak tepenin ötesine,<br />
Kıyıya inip kumsalda oturacağım.<br />
Duamı sunacağım Deniz Perisine<br />
Tek başıma sessiz sedasız.<br />
Deniz Perisi kulak asmayacak.<br />
Yine de, yaşlanıncaya kadar,<br />
Bitkin canım çıkıncaya kadar<br />
Tatlı umudumdan vazgeçmeyeceğim.<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;">-Bion-</span><br />
<br />
***<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;"><b>HEKİM</b></span><br />
<br />
Dün Hekim Markus<br />
Zeus'un heykeline bakmaya gitti.<br />
Zeus bu;<br />
Üstelik heykeli mermerden.<br />
Bugün heykeli gömüyoruz.<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;">-Nikarkos-</span><br />
<br />
***<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;"><b>YOKSULLUĞUN SIĞINAĞI</b></span><br />
<br />
Devletlim, buyurmuşsun, Yoksulluk kanun dışı<br />
Olmuş bizim ülkede, ama haberin olsun,<br />
Buyrukta kanun dışı ettiğin şu Yoksulluk<br />
Ortalıkta kalınca bizim eve sığındı.<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;">-Rajasekhara-</span><br />
<br />
</div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-12466694668842409982010-03-12T10:00:00.028+02:002010-04-06T13:23:04.321+03:00Sinemasal Değiniler: 2009<div align="right"><span style="color: #436b94; font-size: 90%;">Hollywood'un tüm içtenliğini alıp, bir meyve sineğinin göbeğine yerleştirirseniz, geriye hâlâ üç kimyon tohumuna ve bir prodüktör kalbine yetecek kadar yer kalır.<br />
- Fred Allen -</span><br />
<br />
</div><hr noshade="noshade" size="1" /><br />
<div align="justify">Nihâyet parlak Oscar heykelcikleri de sahiplerini buldular ve böylece bir sinema döneminin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Peki nasıl bir yıldı bu? Öncelikle Akademi Ödülleri için bir şeyler söylememiz gerekecek ve sanırım söylenebilecek en iyi şey de geride kalmış olmalarıdır. Louis Lumiére rivayet o ki, bir keresinde şöyle çıkışmış: <i>"Sinema mı? Artık gitmiyorum. Bu hâle geleceğini önceden kestirebilseydim, icâd etmezdim."</i> Bunları söylemezden evvel Oscarları izlemiş olmalı, diye düşünüyor insan! <br />
<br />
İşin nüktesi bir yana, neredeyse bir sene önce <a href="http://www.imdb.com/title/tt0887912/">The Hurt Locker</a>'ı izlediğimde çok da önemsememeye karar vermiştim. Zaten o zamanlar kimse bu filmin farkındaymış gibi değildi. Sonra nedense birden şanı alıp yürüdü ve Amerika'daki çeşitli organizasyonlar filme ödül verme sırasına girdiler birer birer. Hakkını teslim edelim, biçimsel olarak kayda değer bir iş çıkarılmış, ama öte yandan istenirse filmde rahatsız edici militarist emareler bulunabiliyor. Fakat hadi onları görmezden gelelim, yine de Irak'ın bütün bir hâli pür melâline bakınca, bir bomba imha timinin psikolojisinin estetize edilmesinin üzerimde bıraktığı etki şâyân-ı hayret bir keyfiyet arz etmiyor ne yazık ki! Bir kadın olarak takvimde lütfedip kadınlar için işaretlediğimiz günde Oscar alarak adını tarihe yazdıran <i>Kathryn Bigelow</i>'a gelince, o elbette iyi bir yönetmen. Filmografisinin büyük kısmına vâkıf olarak, özellikle <a href="http://www.imdb.com/title/tt0093605/">Near Dark</a> ve <a href="http://www.imdb.com/title/tt0114558/">Strange Days</a> ikilisini dikkate değer bulurum.<br />
<br />
<img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S5o_w-bXxZI/AAAAAAAAAak/BzAUdi6MsIU/s320/inglorious.jpg" style="float: left; margin: 6px 3px 0 3px;" />Diğer adayları da kısa kısa geçersek: <a href="http://www.imdb.com/title/tt0499549/">Avatar</a>'ın ekstra bir boyut dışında pek bir meziyeti bulunmuyor; filme dâir en akılda kalıcı izlenimim, renkli ve gürültülü bir aksiyon ve bol gişe hâsılatından ibaretti. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1049413/">Up</a> denilen animasyonun ilk yarıda performansı yüksek, ikinci yarıda düşüktü. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1193138/">Up in the Air</a> liberal bir Hollywood filmi, ama hâlâ bir Hollywood filmi(<i>George Clooney</i> ehveni şerdir). <a href="http://www.imdb.com/title/tt1174732/">An Education</a> sinematografi ve oyunculuklar açısından bir değer ifade ediyor şüphesiz, ama bütüne bakıldığında öyle özel bir film yok ortada. <a href="http://www.imdb.com/title/tt0878804/">The Blind Side</a>' ı izlemeye değer bile bulmuş değilim henüz. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1136608/">District 9</a> epey ilginç bir bilim-kurgu denemesi, lâkin o da <i>Avatar</i> ve <i>The Hurt Locker</i> gibi haddinden fazla abartılmaktan muzdarip. <a href="http://www.imdb.com/title/tt0929632/">Precious</a>'ın Amerikan bağımsız sinemasının son yıllarda Oscar adayı olan filmlerinden pek bir farkı yok. Fazla Hollywood kokuyor ve temelde bağımsız bir sinema filmi için hatırlanacak bir yapım olduğu söylenemez. <a href="http://www.imdb.com/title/tt0361748/">Inglourious Basterds</a>'a gelince, rahatsız edici klişeler ve post-modern ters-yüz edişler aynı senaryoda harmanlanmış ve ortaya tuhaf bir film çıkmış. Yönetmenin filmografisinin yetkin işlerine kıyasla çok iyi durmuyor, ama hâlâ bir <i>Tarantino</i> filmi. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1019452/">A Serious Man</a>'de <i>Coen</i> kardeşler renkli bir kara komedi kotarmaya çalışmışlar, zaman zaman başarılı da olmuşlar aslında, fakat filmin genelinde onlardan bekleneceği kadar iyi bir iş çıkarttıkları söylenemez. Yalnız tercih ettikleri sonu çok beğendim.<br />
<br />
Oscar adayları dışında kalan yapımlara gelince, <i>Werner Herzog</i>'un <a href="http://www.imdb.com/title/tt1095217/">The Bad Lieutenant</a>'ı görmeye değecek farklı, absürd bir polisiye. Tabiî söz konusu <i>Herzog</i> olunca çok daha fazlasını bekleyebilir insan. Fakat ne yazık ki, Almanya'da yaptığı eski filmleriyle ABD'de yaptığı yeni filmler aynı ayarda değiller. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1119646/">The Hangover</a>'ın epey eğlenceli olduğunu söyleyebilirim. Yıl içinde çok gürültü çıkaran <a href="http://www.imdb.com/title/tt1201167/">Funny People</a> ise sıradan bir komedi. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1135503/">Julie & Julia</a>, <i>Meryl Streep</i> ve <i>Amy Adams</i>'ın hatrına fena gözükmüyordu. <i>Woody Allen</i>'ın filmi <a href="http://www.imdb.com/title/tt1178663/">Whatever Works</a> sırf <i>Larry David</i> sâyesinde ete kemiğe bürünen tuhaf karakteri görmek için bile seyredilebilir. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1152836/">Public Enemies</a>, <a href="http://www.imdb.com/title/tt0988045/">Sherlock Holmes</a> ve <a href="http://www.imdb.com/title/tt1057500/">Invictus</a> izlenilmediği takdirde hiç bir şey kaybettirecek filmler değildi. <i>Ang Lee</i>'nin <a href="http://www.imdb.com/title/tt1127896/">Taking Woodstock</a>'u özellikle anlattığı olay nedeniyle ilgi çekiciydi. <a href="http://www.imdb.com/title/tt0978762/">Mary and Max</a> de farklı bir animasyon olarak kendini gösteriyordu.<br />
<br />
Fantastik ve bilim-kurgu sinemasından ABD bazında epey film seyrettim; şimdi tek tek saymak bile lüzumsuz olur. Bunlardan <a href="http://www.imdb.com/title/tt0796366/">Star Trek</a>'i ekranda bir kez daha görmekten memnun oldum. <a href="http://www.imdb.com/title/tt0409459/">Watchmen</a> de en azından <a href="http://www.imdb.com/title/tt0416449/">300</a> kepazeliğinden sonra Synder'dan beklediğimden daha iyi gözüküyordu. <a href="http://www.imdb.com/title/tt0986263/">Surrogates</a> üzerinde durmaya değer bir bilim-kurgu. Genele bakıldığında felâket filmlerinin revaçta olduğu apokaliptik bir seneyi geride bırakmışız gibi gözüküyor. Bu filmlerden <a href="http://www.imdb.com/title/tt0448011/">Knowing</a> ve <a href="http://www.imdb.com/title/tt0898367/">The Road</a> idare eder örnekler olsa da, <a href="http://www.imdb.com/title/tt1190080/">2012</a> tam bir musibetti(sinema için). Aslında suç filmde değil, <i>Roland Emmerich</i> denilen adamın eline kamera veren sistemde(!) Vampir filmlerinden <a href="http://www.imdb.com/title/tt0433362/">Daybreakers</a> çok kötü değildi en azından. <a href="http://www.imdb.com/title/tt0133093/">The Matrix</a>'i andırıyordu biraz; makineler yerine vampirler vardı. <br />
<br />
İzleme listemde <a href="http://www.imdb.com/title/tt1334537/">Humpday</a>, <a href="http://www.imdb.com/title/tt1185836/">Adam</a>, <a href="http://www.imdb.com/title/tt1127715/">Sin Nombre</a> gibi daha ufak tefek ve samimi gözüken yapımlar da vardı ve bunların hiçbiri tam olarak olmuş gibi gözükmüyordu. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1022603/">(500) Days of Summer</a> en azından biçimsel olarak becerikli bir film. Hakeza <i>Coppola</i>'nın <a href="http://www.imdb.com/title/tt0964185/">Tetro</a>'su son bölümde senaryosu bir klişeye demir atsa da sinematografik düzey olarak başarılıydı. Korku-gerilim ve parodi özellikleri taşıyan <a href="http://www.imdb.com/title/tt0896534/">Deadgirl</a> gerçekten garip bir film. Bu türde özgün filmler bulmak çok zor ve <i>Deadgirl</i> onlardan biri olmayı başarmış. Korku-gerilim demişken yeni bir <i>Blair Witch</i> vak'ası olarak <a href="http://www.imdb.com/title/tt1179904/">Paranormal Activity</a> de boyundan büyük toz kaldıran filmlerden biriydi. En büyük başarısı insanı germek yerine sık sık güldürüyor olmasıdır. Bunların hâricinde bağımsız yapımlardan önemsenmeye değecek işler olarak <a href="http://www.imdb.com/title/tt1095442/">Goodbye Solo</a> ve <a href="http://www.imdb.com/title/tt1360866/">Gigante</a>'yi anmaya değer. Özellikle <i>Goodbye Solo</i> iyimser sonlara karşı ihtiyatlı duruşu ile kendini sevdiriyor.<br />
<br />
<img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S5pBYcGaGuI/AAAAAAAAAas/GcLkq9rjU24/s320/The.Limits.of.Control.jpg" style="float: right; margin: 6px 3px 3px 3px;" />Ve bağımsızlar demişken geçen yıl ABD sınırlarından arz-ı endam eden en dikkate değer filme geldi sıra. <i>Jim Jarmusch</i>'un sessiz sedasız yapıtından söz ediyorum elbette. Bazı filmler vardır, onları izlersiniz ve eğer bu filmse, dersiniz, diğer izlediklerim de neydi öyle? <a href="http://www.imdb.com/title/tt1135092/">The Limits of Control</a> o filmlerden biri işte. <i>Jarmusch</i> sanki konvansiyonel sinemayla dalgasını geçiyor. <i>Ingmar Bergman</i> otobiyografisinde şöyle diyecektir: <i>"Film belge olduğu zamanın dışında bir düştür. Bundan dolayı Tarkovski yönetmenlerin en büyüğüdür. Düşsel mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki!"</i> Ve şimdi <i>Jarmusch</i>'un tuhaf filmine dönelim tekrar; bir karakteri şöyle sesleniyor bize: <i>"En iyi filmler bir düş gibidirler, gerçekten izleyip izlemediğini bilemezsin."</i> Velhâsıl-ı kelâm, eğer <i>Lynch</i> ve <i>Jarmusch</i> gibi özel adamlar olmasaydı Amerikan sinemasından umudu kesmek çok daha kolay olabilirdi.<br />
<br />
Güney Amerika'dan devam edelim yolculuğumuza. En İyi Yabancı Film Oscarı'nı alan <a href="http://www.imdb.com/title/tt1305806/">El secreto de sus ojos</a> için farklı gözüken, iyi bir polisiyedir diyebilirim. Fakat o listeden tutup bu filmi seçmek Akademi üyelerine özgü bir beceri olsa gerek. Bir başka Oscar adayı, daha da önemlisi Altın Ayı sahibi Peru filmi <a href="http://www.imdb.com/title/tt1206488/">La teta asustada</a> mutlaka görülmeli. Yönetmeni <i>Claudia Llosa</i>, bunun Peru tarihiyle ilgili bir film olduğunu söylüyor bize, ama şüphesiz acının sütünü içerek yaşama karışanlar sadece Peru'ya özgü bir gerçek değiller. <br />
<br />
<i>Lucrecia Martel</i> ana-akım sinemanın periferisinde durmayı tercih eden bir yönetmen. Üçüncü uzun metrajı olan <a href="http://www.imdb.com/title/tt1221141/">La mujer sin cabeza</a>, geleneksel sinema izler kitlesini hedef almış bir sinek-kovucu gibi tahayyül edilebilir rahatlıkla. Gerçekten dikkat ve sabır gerektiren bir film bu. Önceki filmlerinden de alışık olunan, görsel olarak titiz hazırlanmış, minimal bir sinema dili var; sabit bir kamera, uzayıp giden sekanslar ve kavranması zor bir senaryo... Senenin en iyilerinden biri. Yine Şili'den başka bir periferi sineması örneğine şahit olduk: <a href="http://www.imdb.com/title/tt1223975/">Tony Manero</a>. <i>John Travolta</i>'nın <a href="http://www.imdb.com/title/tt0076666/">Saturday Night Fever</a> adlı filmindeki karaktere obsesif derecede bağlı bir adamın tekinsiz girişimleri üzerine kurulu, hakikaten sıradışı bir yapıt. Pinochet döneminde geçiyor olmasına rağmen, birkaç sahne dışında Pinochet rejimine dair doğrudan bir emâre göremiyoruz filmde, ama öte yandan Raúl karakteri rejimin ayaklı bir metaforu olarak okunmaya çok müsait. Son tahlilde sağlam alt-metni, gergin ve boğucu atmosferiyle yılın parlak filmlerinde biriydi.<br />
<br />
Avrupa sineması Amerika'nın aksine iyi bir yıl çıkardı. İngiltere'den görebildiğim filmler <i>Ken Loach</i>'ın <a href="http://www.imdb.com/title/tt1242545/">Looking for Eric</a>'i, <i>Terry Gilliam</i>'ın <a href="http://www.imdb.com/title/tt1054606/">Imaginarium of Doctor Parnassus</a>'u, <a href="http://www.imdb.com/title/tt0417741/">Harry Potter and the Half-Blood Prince</a>, <a href="http://www.imdb.com/title/tt1226774/">In the Loop</a>, <a href="http://www.imdb.com/title/tt0810784/">Bright Star</a> ve <a href="http://www.imdb.com/title/tt1182345/">Moon</a> oldu. Sondan gidersek, <i>Moon</i> tatmin edici bir bilim-kurgu. <i>Bright Star</i> John Keats'ın kısa yaşamının son dönemini ele alan kurgusu zayıf, başarısız bir tarihsel dram. <i>In the Loop</i> ise kayda değer bir politik taşlamaydı. <br />
<br />
<i>Ken Loach</i> Avrupa sinemasının en politik isimlerinden biridir ve yaptığı her film seyredilmeyi hak eder. Nitekim <i>Looking for Eric</i>'de de çıtanın altına düşmemiş. Hiçbir şeyi yolunda gitmeyen bir adamın Eric Cantona imgesiyle hayata tutunmaya çalıştığı, gündelik yaşam ve futbolun kesiştiği anlara dair samimi, sıcak bir film. <a href="http://www.imdb.com/title/tt0151691/">My Name is Joe</a>'yu andırıyordu biraz. <br />
<br />
<i>Terence Davies</i>'in Liverpool'a ve anılarına dair hüzünlü ve şâirâne belgeseli <a href="http://www.imdb.com/title/tt1232790/">Of Time and the City</a>'i unutmak kesinlikle yakışık almayacaktır. Hattâ yılın en iyilerinden biriydi. <i>Guy Maddin</i>'in <a href="http://www.imdb.com/title/tt1093842/">My Winnipeg</a>'iyle benzer bir estetiği var.<br />
<br />
Fransız sinemacı <i>Jacques Aduiard</i> imzalı <a href="http://www.imdb.com/title/tt1235166/">Un Prophéte</a> hiç şüphesiz bugüne kadar yapılmış hapishane filmlerinin en iyi örneklerinden biri. Arap kökenli bir mahkumun iki etnik/dinsel grup arasında parçalanmış maceralı mahkumiyet sürecini işleyen film incelikli ve sert sinema diliyle öne çıkıyor. Özellikle vicdan azabı ve vahiy arasında kurulan sembolizm görülmeye değerdi. Müziklerinin de filmin taşıyıcı bir unsuru olduğunu belirtmeliyim. <br />
<br />
<i>Claire Denis</i>, <a href="http://www.imdb.com/title/tt0422491/">L'intrus</a> ve <a href="http://www.imdb.com/title/tt0204700/">Trouble Every Day</a> gibi ticarî sinema kalıplarının dışında sıradışı ve çarpıcı filmler yapmış bir yönetmen. Son filmi <a href="http://www.imdb.com/title/tt1100048/">35 Rhums</a>'a bakıldığında, alışık olduğumuz üzere minimal bir anlatı üzerinden yaşama tutunma ve kaybetmeye dair küçük, hüzünlü bir film diye tanımlayabiliriz onu. <i>Martin Provost</i> hiç tanımadığım bir yönetmen ve yine haberdar olmadığım naif resimleriyle bilinen bir ressamın hayat öyküsünü filme almış. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1048171/">Séraphine</a> özellikle <i>Yolande Moreau</i>'nun performansı ve görüntü yönetmenliğiyle öne çıkıyor. Filmin César ödüllerinde en iyi film dâhil yedi dalda ödül almış olduğunu da belirtmeliyiz. <br />
<br />
<img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S5pELPyGubI/AAAAAAAAAa0/M6LKl4QYlrk/s320/The.White.Ribbon.jpg" style="float: left; margin: 6px 3px 3px 3px;" />Alman sineması için izlenimim az ve öz deyimi ile özetlenebilir. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1149362/">Das Weisse Band</a> izlediğim tek örnekti ve kanımca <i>Haneke</i>'nin 2000'lerde yaptığı en iyi filmdir. Elbette onun hemen her girişimi önemli bir sinema olayıdır, fakat yaygın disiplin ve cezalandırma uygulamalarıyla faşizme kadar uzanan şiddet kültürü arasındaki ilişkiyi irdelediği bu filmi son filmlerinin en iyisi olarak görüyorum. Teknik olarak da çok güçlü olan filmde, siyah-beyaz renk seçimi atmosferdeki tekinsiz havayı iletmek için yerinde bir tercih olmuş. Bu yapı belirsizlikten doğan huzursuzluğu sürekli öteleyen minimal kurguyla da birleşince, tedirginliği seyircisine bulaştırmayı başarıyor ve onu sürekli uyanık hâlde tutuyor. Filmin Cannes'dan Altın Palmiye ile ayrıldığını da hatırlatmış olayım.<br />
<br />
Danimarka sineması demek, önemli ölçüde <i>Lars von Trier</i> demektir. <i>Trier</i> sadece bir sinema yönetmeni değil; o bir öncü, o bir provokatör, o bir deli! Önceki bir çok filmi gibi <a href="http://www.imdb.com/title/tt0870984/">Antichrist</a> da senenin en tartışmalı filmlerinin başını çekiyordu. Nitekim bazı eleştiriler filmi yerin dibine sokarken, bazıları ise ayaklarını suya değdirmemekte çok kararlıydılar. <i>Trier</i> de her hâlde bu eleştirileri okudukça pis pis sırıtan tarafı temsil ediyordur, çünkü filmlerinin tartışma yaratmasını seviyor. <br />
<br />
<img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S5pEYqb4zfI/AAAAAAAAAa8/nw_LRgxJ4Y4/s320/Antichrist.2009.jpg" style="float: right; margin: 5px 3px 3px 3px;" />Her şeyden önce görsel olarak bir başyapıt var ortada. En azından hukuken tam ehliyet sahibi olan herkesin görmesi gerekiyor filmi. Öte yandan filmin senaryosu bir tuhaflık abidesi. Küçük çocuğun göründüğü sahneler dışında <i>Willem Dafoe</i> ve <i>Charlotte Gainsbourg</i>'un oynadığı karakterleri izliyoruz sadece. Oyunculuklar oldukça üst düzey, ki <i>Trier</i>'in setlerinin zorlayıcı ve gergin ortamlar olduğu, onun oyuncularla ilişkisinin epeyce problemli olduğu bilinir. Şehvetin uçurumlarında dans ederken, çocuklarını kaybeden bir karı-kocanın içine düştükleri psikolojik gerilimden yola çıkan filmin, son tahlilde kadın düşmanı bir alt-metin barındırdığını iddia edenler olduğu gibi, tam aksine feminist bir alt-metin taşıdığını iddia edenler de var. Kendi adıma istenirse iki türlü de okunabileceğini düşünüyorum, zîrâ doğru bir teşbihse eğer, bu film bir düzyazının görece berraklığına sahip değil, anlamı performatif ve bulanık kılan bir şiir ya da bir düşe daha yakın bir deneyim. Son bir mevzu olarak filmin <i>Tarkovski</i>'ye adanması meselesi var ki, bunun da başka nedenleri olabileceği gibi, belki ünlü yönetmenin kadınlar konusundaki tuhaf çıkarımları ile de bir ilintisi kurulabilir. <br />
<br />
Avusturya sinemasından gördüğüm biricik örnek olan <a href="http://www.imdb.com/title/tt1181927/">Der Knochenmann</a> absürd hissine teğet geçen bir gerilim filmiydi. Oscar adayı da olan Hollanda filmi <a href="http://www.imdb.com/title/tt0795441/">Oorlogswinter</a>'ı, İkinci Dünya Savaşı ile ilgili neredeyse her şeyden bezmiş biri olarak pek sevmedim. <i>Pedro Almodóvar</i>'ın vasat filmini görmüşlüğüm yok. <a href="http://www.blogger.com/Los%20abrazos%20rotos">Los abrazos rotos</a> da en iyilerinden biri değilse bile, iyi bir filmdi. <a href="http://www.imdb.com/title/tt1023490/">Il Divo</a> yetmişlerden doksanlara İtalyan Hıristiyan Demokratlarının liderliğini ve İtalya Başbakanlığı yapmış olan <i>Giulio Andreotti</i>'ye odaklanmış, teknik olarak oldukça iyi gözüken bir yapım. Ayrıca <i>Andreotti</i>'yi canlandıran <i>Toni Servillo</i>'nun performansı görülmeye değerdi. Yine Gladio meselesiyle bağlantılı olması nedeniyle, Ergenekon süreci ile haşir neşir olan yurdum kişisinin merakını uyandırabilir belki. <br />
<br />
Bir İsveç filmi olan <a href="http://www.imdb.com/title/tt0961066/">Maria Larssons eviga ögonblick</a> 2009'un iyi örneklerinden biri gibi görünüyordu. Yine İsveç sinemasında <i>Stieg Larsson</i>'un seri romanlarından peş peşe üç filmi yapıldı(<a href="http://www.imdb.com/title/tt1132620/">Män som hatar kvinnor</a>, <a href="http://www.imdb.com/title/tt1216487/">Flickan som lekte med elden</a> , <a href="http://www.imdb.com/title/tt1343097/">Luftslottet som sprängdes</a>.) Özellikle ilk filmin epey sürükleyici bir polisiye örneği olduğunu söyleyebilirim. Söz konusu bu roman geçen yıl Türkçe olarak da yayımlandı. Ayrıca IMDB'de gözüktüğü kadarıyla yabancı film seyretme özürlü Amerikalılar filmi kendilerine benzetmeye karar vermişler. Bunların haricinde Fin yönetmen <i>Klaus Härö</i>'nün <a href="http://www.imdb.com/title/tt1364487/">Postia pappi Jaakobille</a> adlı filmi hoş bir sıcaklık bıraktı üzerimde.<br />
<br />
<img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S5pFGhsQq-I/AAAAAAAAAbE/qYfV8uxZeWQ/s320/I.Skoni.Tou.Hrono.jpg" style="float: left; margin: 7px 3px 3px 3px;" />Avrupa yolculuğumuzu <i>Theodoros Angelopoulos</i>'un son filmine bakarak tamamlamış olalım. Yönetmenin ilki 2004 yılında gösterilen (<a href="http://www.imdb.com/title/tt0366721/">Trilogia: To livadi pou dakryzei</a>) üçlemesinin ikinci ayağı olan <a href="http://www.imdb.com/title/tt0765442/">I skoni tou hronou</a> ilk filmin zarafetine ulaşamamış ne yazık ki. <i>Angelopolous</i>'un önceki filmlerine kıyasla kameranın daha hareketli olması, sekansların çabuk değişmesine neden olmuş gibi. Yine zaman zaman kurgu ve diyaloglarda yersiz bir kopukluk ve hattâ yapaylık hissi edindim. Bununla bağlantılı olarak oyunculuklar da umduğum kadar iyi değildi. Özellikle <i>Willem Dafoe</i> bu film için uygun bir seçim olmamış. Daha önce <a href="http://www.imdb.com/title/tt0114863/">To vlemma tou Odyssea</a>'da <i>Harvey Keitel</i>'la yakalan kıvam <i>Dafoe</i> söz konusu olunca tutmamış görünüyor. Bütün bunların neticesi şu ki, <i>Angelopoulos</i>'un alameti farikası olan epik ve şiirsel akış bu filmde sık sık kesintiye uğruyor ve elimizde sadece iyi bir film bırakıyor.<br />
<br />
Artık iyice hafifleyen heybemizi sırtlanıp Asya yollarına düşebiliriz sanırım. Uzak doğudan neler görmüşüm diye bakıyorum listeme ve ilk gözüme çarpan intikam üçlemesiyle tanıdığımız <i>Chan-wook Park<i></i></i>'ın son filmi <a href="http://www.imdb.com/title/tt0762073/">Bakjwi</a> oluyor. Çekik gözlü adamlar Hollywood'un klasik hikâyelerine el atıp, onlara bambaşka bir keyfiyet kazandırmaya devam ediyorlar. Bu kez de bir vampir filmiyle karşı karşıyayız. Bir yanıyla farklı, bir yanıyla hâlâ epeyce(ve iyi ki öyle) klasik bir vampir filmi bu. Yani mutlu mesut bir aile yaşantısı olan, gündüz okula devamlılığını aksatmayan, güneş altında elmas ışıltısı yayan yeni nesil teenager vampirlerle karşı karşıya değiliz en azından. Elbette Hollywood estetiğinden farklı bir estetiği var filmin, ama <i>Park</i>'ın önceki filmlerine kanıp çok şey bekleyenler bir miktar hayal kırıklığını uğrayabilir belki. Kendi adıma bir <a href="http://www.imdb.com/title/tt0364569/">Oldboy</a> beklemediğim için çok da sorun yaşamadım. Açık ki, vampir temalı bir film olarak senenin en sağlam örneğidir. Diğer bahse değer filmlere gelince, zekice bir aksiyon sineması örneği olan <a href="http://www.imdb.com/title/tt1202514/">Yi ngoi</a> ve <i>Ozu</i>'yu andıran ibretlik bir aile draması olarak <a href="http://www.imdb.com/title/tt1087578/">Aruitemo aruitemo</a> isimlerini anabilirim.<br />
<br />
<img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S5pFxFd9ibI/AAAAAAAAAbM/IvUWiwyvW7o/s320/Melancholia.2008.jpg" style="float: right; margin: 6px 3px 3px 3px;" />Aslında mutlaka bahsetmem gereken film, Filipinli yönetmen <i>Lav Diaz</i>'ın yaklaşık sekiz saat süren <a href="http://www.imdb.com/title/tt1269566/">Melancholia</a>'sıdır. Sanıyorum seyrettiğim ilk Filipin filmi oluyor. Elbette benim Filipinler denilen o uzak ülkeye dair bilgim çok kısıtlı. <i>Benedict Anderson</i>'ın <i>Under Three Flags</i> adlı 19. yüzyılda Filipinlerdeki anarşist kalkışmalara odaklandığı çalışmasını güç bela okumuşluğumdan ve biraz da pek kayda değer olmayan yakın dönem tarih bilgisinden ibaret tüm irfanım. Dolayısıyla filmin ilgimi çekmesi Venedik Film Festivali'nde aldığı ödül hasebiyle olmuştur. Elimizde Filipinler'deki komünist direnişçilerle ilintili, doğrudan politik olmayan, bir üçüncü sinema örneği var. Çektiği filmin 450 dakikalık süresi hesaba katıldığında <i>Lav Diaz</i>'ın endüstriyel sinemayla arasının limoni olduğu kolayca anlaşılabilir. Ayrıca bu yönetmenin en uzun filmi de değil; bir önceki uzun metrajı(upuzun metraj) tam 540 dakika. <br />
<br />
Peki bu kadar uzun filmler yapmanın esbâb-ı mucibesi ne ola? <i>Lav Diaz</i>, geçmişte Filipinlilerin zaman ve mekân konseptinin hükmü altında olmadığını, bunların -mülkiyet fikri gibi- İspanyol sömürgeciler yoluyla geldiğini iddia ediyor ve filmlerini de bu bağlamda estetik bir tercih olarak oluşturuyor. Hülâsa zaman ve mekânı batılı standartların dışında kavrayarak Filipinlerin geçmişiyle bağlantı kurmaya ve böylece bir direniş estetiği geliştirmeye çalışıyor. Bunun yanında özgürleştirici olduğunu düşündüğü bir teknik olarak dijital kamerayla çekiyor filmlerini. Yalın bir yapısı var <i>Melancholia</i>'nın. Kamera genellikle durağan; zamanın akışına boş verdiği gibi mekânı da boşaltıp, katılaştırıyor bu metod. Siyah-beyaz renklerin hükmü altındaki dünya çakılıp kalıyor âdeta. Yağmur yağıyor bir yandan; daraldıkça daralan atmosfer seyirciye sirayet ediyor. Anlatısal değil, görsel betimlemeye odaklanmış filmde diyaloglar olabildiğince kısıtlı. Sıkıntı ve yas kokuyor film; sanki dünyanın aşkın bir melankolisi var da <i>Lav Diaz</i> onu yakalamış ve bize yansıtıyor. Sözün özü, görülmeye direnen yapısına rağmen görülmeye değer bir yapıt bu. <br />
<br />
İran sinemasından dört yeni film izledim geçen sene. <i>Majid Majidi</i>'den <a href="http://www.imdb.com/title/tt0997246/">Avaze gonjeshk-ha</a>, <i>Samira Makhmalbaf</i>'dan <a href="http://www.imdb.com/title/tt1039914/">Asbe du-pa</a>, <i>Bahman Ghobadi</i>'den <a href="http://www.imdb.com/title/tt1426378/">Kasi az gorbehaye irani khabar nadareh</a>(ki Ghobadi'nin bir önceki filmi de yasaklı müzisyenlerle ilgili çok iyi bir filmdi) ve <i>Abbas Kiarostami</i>'den <a href="http://www.imdb.com/title/tt1284587/">Shirin</a>. Her biri yeterince tatmin edici bir deneyimdi ve üzerlerine uzun uzadıya konuşmaya değer, ama ben burada özellikle sonuncusundan bahsetmeliyim. <br />
<br />
<img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S5pGNcj4NWI/AAAAAAAAAbU/wdVStU3WXxE/s320/Shirin+(2008).jpg" style="float: left; height: 141px; margin: 3px 3px 3px 3px;" /><i>Kiarostami</i> diğer İranlı meslektaşlarından daha deneysel filmler yapmayı tercih ediyor. Örneğin 2002'de çektiği <a href="http://www.imdb.com/title/tt0301978/">Ten</a> filmini hatırlarsak, bir otomobilin içinde geçiyordu bütünüyle. Kadın sürücüyü ve ön koltukta oturan ve aralıklarla değişen yolcuları izliyorduk yalnızca. Bu filmde de karanlık bir sinema salonundayız ve kamera sadece seyircilerin yüzlerini gösteriyor; rastgele odaklanıyor onlara. Hepsi kadın, isimsiz kadınlar... Ferhat(Hüsrev) ile Şîrin'in öyküsünden müteşekkil trajik bir aşk filmini izliyorlar pür dikkat, biz de izliyoruz, ama onları. Tabiî eğer izlemek doğru kelimeyse; belki de hayatın kadınların yüzünde bırakabileceği ifadelerle örülmüş bir şiir dinliyoruz demek daha doğru. Şüphesiz bu filmi yaparak bir mahreme dokunuyor <i>Kiarostami</i>; kadınların varoluşlarının sık sık gölgeler arasındaki yüzlerinde kaybolduğu bir coğrafyada, o yüzlerden bir film yapıyor inatla. Hülâsa derin bir hayret ve hayranlık besliyorum bu filme ve Şark'ın diğer bütün şiirlerine.<br />
<br />
Gelelim son durağımız olan memleket sinemasına. Herkesin malûmu olduğu Türkiye'de sinema görülmeye değer bir yükseliş içinde. Hem nicel hem de nitel bir büyüme söz konusu. Yeni nesil yönetmenler dünya ölçeğinde takdire şayan filmler yapıyorlar(kimse pek seyretmese de). Bunlardan geçen sene gösterilen üç filmi diğerlerinden daha çok önemsediğimi söyleyebilirim: <i>Reha Erdem</i>'in <a href="http://www.imdb.com/title/tt1370212/">Hayat Var</a> adlı çalışması, <i>Yeşim Ustaoğlu</i>'nun <a href="http://www.imdb.com/title/tt1285130/">Pandora'nın Kutusu</a> ve <i>Özgür Doğan</i>, <i>Orhan Eskikoy</i> ikilisinin <a href="http://www.imdb.com/title/tt1312137/">İki Dil Bir Bavul</a>'u. <br />
<br />
<img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S5pMzddBzII/AAAAAAAAAbk/wnmL-5VbvrY/s320/Hayat.Var.jpg" style="float: right; heigth: 125px; margin: 5px 3px 3px 3px;" /><i>Hayat Var</i> bir ergenlik öyküsü. Bu dönemin ne denli ikircikli bir dönem olduğunu incelikli bir sinema dili eşliğinde anlatıyor bize <i>Reha Erdem</i>. Çocuk kalmak ve ergen olmak arasında sıkışmış bir kız çocuğunun tuhaf hâlet-i ruhiyesine odaklanıyoruz. Filmi izleyince anladım ki, astım nöbetleri ergenlik döneminin metaforu olarak okunmaya ne kadar da uygunmuş meğer. Ya arabesk? Evet, arabesk bu filme belki hiç olmadığı kadar yakışıyor. Senaryo, kurgu, görsellik, müzikler her şey doğru bir kıvamda. Dört dörtlük bir sinema. <br />
<br />
<i>İki Dil Bir Bavul</i> gerçekçi ve yalın bir anlatı. Bir kurgudan ziyade bir belgesel ve yetersiz bavullarıyla uzak diyarlarda çâresiz kalan insanların hikâyesini anlatıyor. Bavullarını büyütmek yerine dillerini kurban eden bir memleketin öyküsünden küçük, trajikomik bir kesit sunuyor bize. <i>Pandora'nın Kutusu</i> hem oyunculuklar(özellikle de <i>Tsilla Chelton</i>) hem de görsel olarak göz dolduran bir film. Bu arada son yıllarda sinemacıların Karadeniz bölgesini keşfinden de söz etmeliyiz. Görsel olarak çok zengin olan bu coğrafyanın filmlere önemli katkıları olduğu açık. Nitekim <i>Semih Kaplanoğlu</i>'nun birkaç hafta önce Altın Ayı alan <a href="http://www.imdb.com/title/tt1571724/">Bal</a> filmi de Doğu Karadeniz bölgesinde çekilmiş görünüyor. <br />
<br />
Son olarak unutmadan görmekten memnun olduğum <a href="http://www.imdb.com/title/tt1342402/">Mommo</a> ve <a href="http://www.imdb.com/title/tt1366981/">Uzak İhtimal</a>'i de kayda geçirmiş olayım. Ayrıca son yılların en önemli edebiyatçılarından <i>Hasan Ali Toptaş</i>'ın <a href="http://www.imdb.com/title/tt1437212/">Gölgesizler</a> romanından uyarlanmış olan filmi de bir merak izledim, lâkin tatmin edici değildi. Toptaş'ın şaheserinin hakkını yeterince verebilecek bir film yapmak pek mümkün gözükmüyordu zaten. Dolayısıyla filmi görmeden önce romanı okumanızı şiddetle önermiş olayım.<br />
<br />
Ve böylece biter.<br />
<br />
</div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-7014207105771231542010-01-14T09:00:00.046+02:002023-02-14T20:35:20.241+03:00Kültürlerarası Felsefe<div align="justify"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S05vPTB8KJI/AAAAAAAAASU/FIKncl1ALPg/s640/Kfelsefe.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5338657665650896066" src="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S05vPTB8KJI/AAAAAAAAASU/FIKncl1ALPg/s640/Kfelsefe.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 200px; margin: 3px 3px 3px 0px; width: 135px;" /></a><i>Felsefe merakla başlar</i>, diye buyurmuş <i>Alfred North Whitehead,</i> velâkin içinde böylesi bir merak uyananlar nereden başlayacaklarını bilememekten muzdariptirler genelde. Felsefe dediğiniz mefhum girift bir labirent izlenimi uyandırır insanda ne de olsa ve bu pek yanlış bir izlenim de değildir. Yine de meraklıların bazıları cesaretlerini kaybetmeden ilk neresinden yakalamışlarsa orasından devam ederler yolculuklarına, ki bu da çok muhtemel bir yamalı bohça vak'ası demektir. Kaldı ki, son dönemde bilgiye ulaşma biçimlerimiz çok değişti; geleneksel okurlar olmaktan hızla uzaklaşıyoruz. Bugün Internet üzerinde hemen her konuda, kolayca erişilen sıhhati şüpheli özetler ya da hazır ansiklopedik girdiler hüküm sürmekte. Etrafımız <i>wikipedia</i> ve türevlerinden edinilmiş bilgelikten geçilmiyor ve hipermetinsel sıçramalarla ele geçirilen bilgi kırıntıları yeni döngüler oluşturmak üzere kendilerini kopyalayıp duruyorlar mütemadiyen (elbette hipermetinsel bir yapının doğurduğu yeni ve önemli imkânlar var, ancak sorunlar da var ve bunlar hakkında yaygın bir bilinç oluştuğu söylenemez.)<br />
<br />
Şu an sol yanımda duran çalışma kendisini kültürlerarası felsefeye giriş metni olarak tanıtıyor okuruna. Viyana Üniversitesinde felsefe profesörü olan <i>Franz Martin Wimmer</i>'ın <i>Interkulturelle Philosophie</i> adlı kitabından bahsediyorum. Esasen genel olarak felsefeye giriş için hazırlanmış çok sayıda kaynak metin bulunmakta. Bunların bazıları kendi bütünlükleri içinde gerçekten değerli, bazıları yetersiz, bazıları da fazlasıyla demode durumdadır. Bir de tabiî meşrebine göre kitap okuma alışkanlığı var insanlarda. Sözgelimi <i>Georges Politzer</i>'in, <i>Felsefenin Başlangıç İlkeleri</i> Marksist bir dünya görüşü dâhilinde bir el kitabı kabul edilebiliyor hâlâ. Fakat nihâyet en mülayim yorumla bile köhne, haddinden fazla sübjektif nitelikli bir metin olarak çoktan unutulmaya yüz tutmuş kitaplar bölümünde saygın bir konum edinmiş olmalıydı kendisine.<br />
<br />
<i>Kültürlerarası Felsefe</i>'ye gelince, geleneksel eğilimlere kıyasla oldukça farklı ve güncel bir perspektiften görmeye çalışıyor felsefeyi. Yıllar önce ünlü astronom <i>Carl Sagan</i>'ın <i>Cosmos</i> adlı kitabını okurken, son bölümünde bir çizelge görmüştüm. Bir zaman çizelgesiydi mevzu bahis ve en başında <i>Thales</i> yer alıyordu, sonra <i>Pythagoras, Demokritos, Platon</i> diye devam ediyordu, tâ ki, MS.V. yüzyıla kadar. O tarihte İskenderiye kütüphanesinin yok edilmesi ve karanlık çağların başlamasını imliyor ve sonra da XV. yüzyıldan yoluna devam ediyordu. V. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar olan zaman diliminde hiçbir kayıt yer almıyordu çizelgede ve sayfanın sol alt köşesine şöyle bir açıklama düşülmüştü. <br />
<br />
<blockquote>Bu, kitapta söz edilen insanlar, makineler ve olaylara ait bir zaman çizelgesi. ... Çizginin orta bölümüyse insanoğlu için kaybolan 1000 yıllık büyük boşluğu ifade ediyor.<br />
</blockquote><br />
Bütün bir çizelgenin, Avrupa kültürüne ait olduğu varsayılan kişiler ve değerler manzumesi olması bir yana, aradaki bin yılı insanlık için kayıp sayan zihniyet bunu nasıl başarabilmişti acaba?! Böyle bir görüşün bırakın bütün insanlığı, sadece Avrupa coğrafyası açısından bakıldığında bile ne denli sorunlu olduğu görülebilirdi halbûki. Bugün bize hiç makul gözükmeyen bu sunum elbette sadece <i>Carl Sagan</i>'a ait bir soruna işaret etmiyor, aksine paylaşılan bir günahtan alıyor gücünü. Bugün bilim tarihi konusunda olduğu gibi, felsefeye giriş metinleri ya da felsefe tarihiyle ilgili çalışmaları gözden geçirdiğimizde, bu metinlerin genel olarak -<i>Sagan</i>'ın çizelgesinde olduğu üzere- <i>Thales</i>'ten başladığını (bu konuda tam bir mutabakat yoktur) ve batı düşüncesinin dışına neredeyse hiç çıkılmadığını görebiliriz. Bu kurgu felsefenin Batı'ya özgü bir uğraş olduğuna dair çok eski ve köklü bir kanıya dayanıyor. Temelinde bariz bir Avrupa-Merkezcilik yatmakta. Öyle ki, felsefe yapabilmeniz için önce beyaz ve erkek doğmanız, sonra Helen ya da Hıristiyan bir kültürde yetişmiş olmanız beklenir. Zaman zaman bu tür metinlerde başka kültürlerden felsefe örnekleri görmeniz tabiî ki mümkün; <i>İbn Sina</i> ya da <i>İbn Rüşd</i> gibi isimlere rastlayabilirsiniz en azından, ama genellikle sadece bir takım aracı ve taşıyıcılar olarak, tâli filozoflar bâbında sunulacaklardır. <br />
<br />
Zaman zaman belli noktalardan eleştirilmiş olsa da (sözgelimi <i>Herder</i>'in tarih felsefesinde), uzun zaman hükmünü sürmüş bu yerleşik kanının, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, özellikle de son çeyrek dilimde 'post'u sermiş okumaların rüzgârını da alarak (önemli ölçüde <i>Derrida</i> ve yapısöküm üzerinden), giderek daha çok kuşku götürür hâle geldiğine şahit oluyoruz. Çin, Hindistan ve Afrika gibi farklı alanlarda katedilen önemli mesafeler, felsefenin Avrupa(ve ABD) coğrafyasına sıkışmış bir uğraş olmadığını ve olamayacağını açıkça işaret ediyorlar. Ayrıca Avrupalıların öteden beri kendilerine ait olduğunu düşündükleri bir takım <i>kutsal</i> alanlar taciz edildi bu süreçte. <br />
<br />
Bütün bu gelişmelerin ışığında <i>Wimmer</i>'in çalışması, Batı merkezli felsefenin sözünü ettiğimiz çıkmazlarını ele alırken, artık kendi kendine yeten bölgesel, tekil ve bağımsız bir felsefeden değil, birbiri ile sürekli iletişim hâlinde olan <i>felsefeler</i>den söz edilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Kendi ifadesiyle <i>farklılıklarla birlikte ve farklılıklar arasında felsefe</i> yapmanın yollarını arıyor <i>Wimmer</i>. Bu eksende kitabın bir noktasında şu negatif formülasyona rastlıyoruz: <i>"Ortaya çıkışında yalnızca tek bir kültürel geleneğe ait insanların pay sahibi oldukları hiçbir felsefi savı, iyi temellendirilmiş kabul etme."</i><br />
<br />
Elbette bir kültürlerarası felsefeden bahsederken üzerinde durulması gereken pek çok sorunsal var. Bu bağlamda felsefenin ve kültürün ne idüğü; felsefe-din-bilim ayrımının nasıl anlaşılması gerektiği; bir kültürlerarası iletişimin teorik/pratik sorunları; söz-merkezli/yazı-merkezli geleneklerin karşılaşması gibi meseleler önemli tartışma alanları olarak öne çıkmaktalar. Başka felsefî kültürler hakkında konuşurken bunları Batı felsefesi içinde boğmadan ya da asimile etmeden konuşmayı başarmak gerekecektir öncelikle. Bir kültürlerarası felsefe tamamen yatay düzlemde yürütülmeli ve herhangi bir hiyerarşi düşüncesini temelden reddetmelidir, zîrâ <i>Heinz Kimmerle</i>'in Afrika felsefesi (<i>Philosophie in Afrika</i>) ile ilgili çalışmasında ifade ettiği üzere: <br />
<br />
<blockquote>Artık hedef başkalarını kendi konumuna kazanmak olamaz, tersine onları kendi başkalıkları içinde geçerli kılmak olmalıdır.<br />
</blockquote><br />
Özellikle Avrupa düşüncesinin ısrarla tarihsel süreçleri düz bir evrimci/ilerlemeci perspektiften okuma alışkanlığı ve bunun sonucu olarak ötekine üstten bakmaya dönük temayülleri dikkate alındığında, bunun yazıldığı kadar kolay bir tarif olmadığı açık. Sözgelimi son dönemlerdeki kritikler sayesinde <i>Kant</i> ve <i>Hegel</i> gibi derine işlemiş büyük filozofların ırkçılık ve sömürgeciliğin yayılmasındaki payları daha görünür hâle gelmiştir. Dolayısıyla yüzleşilmesi gereken sorunlar azımsanamaz. Kaldı ki, zaman zaman batı felsefesi dışında kalan felsefî kültürlerin de milliyetçi/ırkçı bir ruh hâline bürünebildiği görülüyor ve <i>Wimmer</i>'in çalışması bu bağlamlarda oldukça önemli analizler barındırmakta.<br />
<br />
Avrupa düşüncesinde "şeylerin sonu"na dair bir heyula dolanıp durur bilindiği üzere. Kökenlerinin Hıristiyan teolojisi ile bağlantılı olduğunu düşündüğüm bu durum, Hegelyan ve Marksist diyalektikte rastladığımız tarihin sonu varsayımlarıyla tezahür eder örneğin, ki bunların yakın dönemdeki yansımaları iyi biliniyor. Aynı yolda zaman zaman felsefenin sonu da ilân edilmiştir. Bir zamanlar <i>Hegel</i> felsefenin kendisiyle birlikte yolun sonuna geldiğini iddia etmişti. Yine felsefe üzerine bir inceleme metninde şöyle bir başlık görebilirsiniz örneğin: <i>"Wittengenstein ya da felsefenin ölümü"</i> Fakat neticede felsefenin bir yere gittiği yok, çünkü onu doğuran sorular ve sorunlar mevcudiyetlerine koruyorlar. Denildiği gibi diken yerli yerinde ve hâlâ batıp duruyor. Yine de elimizdeki metinden yola çıkarak mezarını kazmamız gereken bir felsefe olduğunu düşünebiliriz, bu da Batı-Merkezci felsefe ya da kendisini mutlak merkeze koyan her türlü felsefe olacaktır (bu noktada <i>Wimmer</i> yayılmacı, bütünleyici ve ayırıcı merkezcilik diye adlandırdığı yaklaşımları eleştirirken, felsefî savlara özgü evrensellik iddiası nedeniyle <i>tentatif merkezcilik</i> -geçici merkezcilik- dediği bir çıkış yolu öneriyor, ama şahsen merkezsiz felsefe kavramını tercih ederim) <br />
<br />
Kitaptan son bir kesit olarak, yazarın kültürlerarası felsefenin üstesinden gelmesi gerektiğini düşündüğü görevleri aktarmakta fayda var:<br />
<br />
<blockquote>-Kültürlerarası felsefe, kültürel olarak koşullanmış örtük düşünme biçimlerini çözümlemelidir.<br />
-Kültürlerarası felsefe, kendini ve yabancı olanı algılamanın stereotiplerini eleştirmelidir.<br />
-Kültürlerarası felsefe açıklığı ve anlaşmayı desteklemelidir.<br />
-Kültürlerarası felsefe karşılıklı aydınlanma içinde yer almalıdır.<br />
-Kültürlerarası felsefe insancıllığı ve barışı destekleyebilir ve desteklemelidir.<br />
</blockquote><br />
Bu listeden de görüldüğü üzere, bugün kültürlerarası felsefe, yalnızca felsefeyi merkezsiz kılarak, geniş ve çoğulcu bir perspektif üzerinden yeniden kavramak bağlamında değil, aynı zamanda kültür asimilasyonunun ve kültürler arası çatışmaların önünde bir direnç alanı oluşturabilme potansiyeliyle de anlamlı ve gerekli bir girişim özelliği arzediyor. <br />
<br />
Bitirmeden önce kitabın sadece kültürlerarası felsefeye dair sorunların analiz ve çözümleriyle meşgul olmadığını, son bölümünde Çin, Hindistan ve İslâm felsefe tarihleriyle ilgili özet bilgilere yer verildiğini de eklemiş olalım. O bölümde adı geçen metinlerle ya da dahası kaynakçayla bir karşılaştırma yaptığımızda Türkiye'de bu konudaki literatürün henüz yeterince tekamül etmediği berrak bir biçimde görülebiliyor. Farklı felsefe geleneklerine dair tekil incelemeler olsa da, bütüncül çalışmalar ve özellikle Çin, Hindistan ve Afrika kökenli belli başlı temel kaynaklar konusunda var olan eksiklikler halen giderilmeyi bekliyorlar. <br />
<br />
Kendi alanındaki temel metinlerden biri olan bu özel kitabı <i>Mustafa Tüzel</i>'in Almancadan çevirisiyle birlikte Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları üzerinden edinebilirsiniz.<br />
<br />
<div align="center">***<br />
</div><br />
<a href="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S05wRyhKWsI/AAAAAAAAASc/Zkyb0lYMyCc/s320/kafadar.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5338657665650896066" src="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/S05wRyhKWsI/AAAAAAAAASc/Zkyb0lYMyCc/s320/kafadar.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 200px; margin: 3px 3px 3px 0px; width: 135px;" /></a>Son olarak yakın dönemde yayımlanmış bir kitaba daha çok kısaca olsa da dikkat çekmiş olayım. Mevzu bahis kitap, bir yeniçeri, bir tüccar, bir derviş ve bir kadın üzerinden Osmanlı toplumunda birey olmanın birbirinden farklı kipleri üzerine yazarı kadar okuru için de şaşkınlık uyandırıcı bir derleme. <i>Cemal Kafadar</i> <i>Karacaoğlan</i>'ın bir mısraından zarif bir başlık seçmiş kitabına: <i>Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken</i>. Metis Yayınları'ndan çıkan ve tarih konusunda oldukça özgün bir çalışma olan bu metin, önemli ölçüde defterolojiye yaslanan Osmanlı tarihçiliğinde başka hangi imkânların olabileceğinin sağlam bir örneğini teşkil ediyor. Tam anlamıyla bir mikro-tarih çalışması değilse bile o yönde atılan önemli bir adım olduğu söylenebilir. Ayrıca giriş yazısının tarih ve tarihle kurduğumuz ilişkiye dair önemli notlar barındırdığını belirtmeliyim. Cemal Kafadar'ın özellikle tarih algımıza derinden yedirilmiş "biz"lik meselesi üzerine tespitleri çok dikkat çekici.<br />
<br />
<hr noshade="noshade" size="1" /><br />
Bu yazıya uygun müzikler de kültürlerarası olmalıdır elbette. <i>Mahsa Vahdet</i> uzun bir süredir hayranlıkla dinlediğim bir ses. Onun efkârlı klasik tınılarıyla <i>Mighty Sam McClain</i>'in güçlü blues yorumunu bir araya getiren bir albüm yayımlandı geçen sene. <i>Scent of Reunion - Love Duets Across Civilizations</i> adlı bu albümdeki şarkılardan birini kulak zevkinize sunmak isterim: <i><a href="http://www.youtube.com/watch?v=lbvlx-5eLoc"><u>Silent Song</u></a></i>. Diğer seçimimiz de ilginç bir çokkültürlü müzik grubu olan <i>Hadouk Trio</i>'dan: <i><a href="http://www.youtube.com/watch?v=WY20q0IYnUA"><u>Hi Jazz</u></a></i><br />
<br />
</div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-64024297487660121532009-12-26T08:00:00.010+02:002009-12-27T23:01:24.439+02:00Ve şiir ki, mütekeddir ve müteşeddid...<span style="color: #674ea7;"><u><b>DEVLET KAÇ TAZI TUT</b></u></span><br />
<br />
halkın imlası taşarsa coğrafyadan<br />
geçer onlar iki yağmur damlasının arasından<br />
göstererek devlete bütün zarafetini<br />
<br />
belki de onlarbindir<br />
<br />
bir çarşıda kendini kaybetmek gibi bir şey olur bu<br />
kefyede buluşanların safrana karışması gibi<br />
gövdeye bulaşan bir bedesten gibi.<br />
orda yeşil, kandan alırken rengini<br />
tarihin biçimine bürünür güneş<br />
<br />
kim güvenir peki tarihe<br />
iki kaşın arası varsa<br />
yolunu bulmak için<br />
ateşi savunmak yetiyorsa<br />
avuçta gül ezip göğe fırlatmak neye yarar<br />
tenimizi yeniden tanımlamaktan başka<br />
<br />
hayatın diyorduk, geçen gün laf arasında<br />
hiçbir erdemi kalmadı gözümüzden kaçıracak<br />
tattık hepsini, imzalar attık, gazetelere ilanlar verdik<br />
saftirik demişti muhaliflerimiz son genel kurulda bize<br />
halbuki komedyen taklidi yapıyorduk<br />
bozuk terazi kullandık<br />
melankoliyle coşku arasındaki dengeyi bozmamak için<br />
bizden artan nevroz onlara da yaradı<br />
düzmüş oldular sonunda bütün eksiklerini<br />
<br />
o gün birisi ateşkes demişti;<br />
bu kadar kısa sürmese<br />
belki de iyi bir çizgi film yapardık kardugh'lardan<br />
araya reklam girince<br />
ölülerimizi toplar, kaşla göz arasında gömerdik<br />
<i>lan yavşak!</i><br />
derdik film başlayınca kaldığı yerden<br />
<i>değil mi ki bizi her kavşakta polisle korkuttular<br />
oğlumuzun kirvesi de emniyet amiri olsun</i><br />
insan olan sırf bu inada bağışlardı<br />
en iyi yardımcı oyuncu ödülünü<br />
<br />
kimse ben oynarken elime konuşmasın<br />
biz tarihe tanıklık etmek için ifade vermeye geldik<br />
baş başaltı müselles, <i>kapış serbest</i>'te sıramızı savdık<br />
ruhumuz her ne kadar esas duruştaysa da<br />
vicdanımız rahat<br />
bütün geçiş noktalarında <i>şövalye</i> muamelesi gördük<br />
halbuki kavalyeyiz: çünkü hiçbir yere "damsız girilmez"<br />
<br />
hayatın bizden sakınacağı bir anlam da kalmadı nasılsa<br />
öğrendi çocuklar kirpinin sırrını<br />
bütün savunması üstüne işeyinceye kadarmış<br />
demek bu kadar saldırgan olmamız boşuna değil<br />
hem artık herkesin bir <i>evtimsahı</i> var<br />
gözyaşımızla sindirim sistemimiz arasındaki<br />
o tuhaf macerayı izlemek kolay oluyor<br />
ne sürüngenlere hakaret ediyoruz<br />
ne de erkekliğimize dokunuyor sulugözlerimiz<br />
savcılar saygın bulmasa da gayretimiz var en azından<br />
kavakların hangi yolla çiftleştiğini anlamaya<br />
hayber kalesi içinde kaçak yapılaşmaya yok mu bir dur diyecek<br />
var!<br />
<br />
peki kan kalesi mukimlerine tapu dağıtmak için<br />
törene ne gerek var<br />
yavrucuğum, bizim üç oda bir salon evimiz<br />
davetsiz misafirlere monitörden <i>kim o</i> demeye mecalimiz var<br />
medeni cesaretimiz var: <i>onlar burdan taşınalı çok oldu</i><br />
tıkırtıya duyarlı bant kaydımız var bizim yerimize zıvanadan çıkan<br />
<i>hanım çabuk silahımı getir!</i>ince, koskoca hırsızlar nasıl tırsıyor<br />
terminalden havaya fırlatılan <i>en büyük asker</i> için<br />
yeri geldiğinde bükerek sustuğumuz<br />
vücut isterse davula gön yaptığımız bir kalbimiz:<br />
bundan bir <i>bumerang öyküsü</i> çıkaracak<br />
iyi edebiyatçılarımız var<br />
<br />
orda şimdi<br />
<br />
<i>şırnak: kırbaç: şırraak!</i><br />
<br />
<i>hoh hoh hosaybin<br />
iki üç daha fazla katliam</i><br />
<br />
var<br />
<br />
bir <i>kulp</i> var ayrılığa takacak<br />
<br />
haydi şimdi hep bir ağızdan:<br />
<br />
<i>devlet kaç tazı tut!</i><br />
<br />
<i><span style="color: #674ea7;"><b>- Akif Kurtuluş -</b></span></i><br />
<br />
***<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;"><u><b>BABALAR TARİHİ</b></u></span><br />
<br />
bütün sular durulsun tarih geçecek<br />
tarih suya dayanmaz çiçekler solsun<br />
bazı kansızların boynu vurulsun<br />
pas tutan kılıç acıkmış su içecek<br />
<br />
adını unut insan ancak tarihiyle vardır<br />
<br />
tarihin sonu yoktur takvimler kaldırılsın<br />
caz istemez zil ve darbuka yeter<br />
giden gün ömürden doldurur imanım<br />
görklü tarih aşkına dönsün hanendeler<br />
<br />
tarih gemisine boy sırasıyla binilecek<br />
<br />
baba tarih kereminden sual olunmaz<br />
teksin yücesin varlığına eş koşulmaz<br />
öldürürsün ya da bağışlarsın hadım ederek<br />
küçükleri sevmek aktörene yakışmaz<br />
<br />
tarih bazı soysuzları adam edecek<br />
<br />
üstünden bin kez de geçilse tarih erdendir<br />
babamızın yüzü asıldı etmeyin beyler<br />
uyar mı şanına yatakta alta düşmek<br />
erkekliği mızrağındaki kandan bellidir.<br />
<br />
halvet bitti tarih hamama girecek<br />
<br />
ey densiz ozan sözlerini geri al<br />
kendini evliyalar yoldaşı bir seçkin mi sandın<br />
tarih üsküdar'ı geçti yeni uyandın<br />
baban sana birazdan konya'yı gösterecek<br />
<br />
<i><span style="color: #674ea7;"><b>- Haydar Ergülen -</b></span></i><br />
<br />
***<br />
<br />
<span style="color: #674ea7;"><u><b>VERONICA</b></u></span><br />
<br />
ruhundaki akarsuya değirmen taşıyan<br />
ve akşamdan akşama yaşayan kirpikleriyle,<br />
hayli yorgun ve sarışın bir şizofrendi veronica,<br />
saçlarını çözdüğünün görülmesi<br />
kadar korkardı, irlandalı olduğunun<br />
bilinmesinden de.-<br />
<br />
ay düşerken üşüyen bir yüzü, kelimelere<br />
sığdıramadığı şizofren bir sızı vardı derin<br />
deniz diplerinde ruhunun, farkındaydı elbet,<br />
korkularla beslendiğinin de, beckett'i<br />
karşı kıyıda bırakıp terketmişti sorbonne'u<br />
"üniversite önemli değil de" demişti bir gün,<br />
"paris'ten uzak olmak, işte şizofreni bu!"<br />
<br />
nereden duymuşsa, bir cuma sabahı<br />
"sizin kürtleriniz gibiyim ben de bu ülkede"<br />
dedi parmağını kirpiklerinde gezdirerek,<br />
titrek dizine vurup kırdığı bira bardaklarıyla<br />
dolunaylar çiziyordu bileklerine bir yandan da<br />
solgun köprü ışıklarında ayrıca ürpererek,<br />
"anne" diye bağırdı birdenbire,<br />
"anne, bana eflâtun bir gelinlik getirsene!"<br />
<br />
yine beckett'e kilitlendiği bir gün, eflâtuna<br />
boyadığı saçlarıyla geçiverdi karşıma,<br />
göğsüne astığı iki pasaportu kıvançla göstererek<br />
-biri belfast'ta güpegündüz vurulan kız kardeşine ait-<br />
ve geri çekerek gözbebeklerini, "malone ölüyor!" dedi<br />
"malone ölüyor, benim hemen gitmem gerek!"<br />
<br />
gidiş o gidiş.- mermer kanatlı iki melek<br />
süslüyor şimdi mezartaşını veronica'nın,<br />
kimi zaman yolumu kıyısına düşürerek<br />
iki karanfil ve bir fatiha bırakıyorum<br />
kirpiklerine, sebepli sebepsiz bir hayli<br />
ürpererek.-<br />
<br />
ama söz sana veronica, eflâtun bir tebeşir<br />
bulur bulmaz bu ülkede, iki gelincik<br />
tarlası armağan edeceğim<br />
başucundaki mermer meleklerin<br />
ıssız yüreklerine:<br />
<br />
"veronica, öldün, biliyorum,<br />
acele etmem gerek benim de!"<br />
<br />
<i><b><span style="color: #674ea7;">- Sefa Kaplan -</span></b></i>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-59158352520970132592009-12-10T07:00:00.012+02:002010-01-01T05:15:45.843+02:00Underground Poetix...<div align="justify"><div align="center"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/SyBS3Ksn4zI/AAAAAAAAAR0/Oqyk86SpMi8/s1600-h/up1.jpg" imageanchor="0" style="margin-left: 0.2em; margin-right: 0.2em;"><img border="0" src="http://img121.imageshack.us/img121/1214/up1y.jpg" /></a><a href="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/SyBS5GfDAuI/AAAAAAAAAR8/DY0UpZzfIJI/s1600-h/up2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 0.2em; margin-right: 0.2em;"><img border="0" src="http://img691.imageshack.us/img691/9624/up2c.jpg" /></a><a href="http://3.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/SyBS7W6r3LI/AAAAAAAAASE/h2CTkiv5eVc/s1600-h/up3.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 0.2em; margin-right: 0.2em;"><img border="0" src="http://img691.imageshack.us/img691/198/up3j.jpg" /></a><a href="http://2.bp.blogspot.com/_A6tcR1IrRbc/SyBS9L9LymI/AAAAAAAAASM/VFOYZzDyoMQ/s1600-h/up4.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 0.2em; margin-right: 0.2em;"><img border="0" src="http://img121.imageshack.us/img121/3153/up4o.jpg" /></a><br />
</div><br />
<hr noshade="noshade" size="1" /></div><br />
Underground sözcüğünün anlatması epey güç bir cazibesi var üzerimde. Uyandırdığı karanlık çağrışımlarla, bağlantılı imgeler ve sözlerle zihnimi meşgul etmekten tekinsiz bir haz almışımdır hep. Yeryüzünün dehlizlerinde, mezarlıklarında, uzak ve metruk gölgelerinde, sınır çizgilerinde yürüyen tuhaf ve yitik yaşamlara bâtınî bir ilgidir bu. Hattâ bir ara bloğun başlığını Dostoyevski'nin o ilginç yapıtından ilham alarak <i>'Yeraltından Notlar'</i> koymayı da düşünmüştüm, sonra niye vazgeçtim bilmiyorum. <br />
<br />
Underground'un bir tarz, tutum ya da izlek olarak edebiyatta, müzikte, sinemada, mimaride, politikada vs. pek çok izdüşümü var elbette ve bunların epeycesi de Underground Poetix adlı üç aylık periyotlarla 6.45 yayınları tarafından hazırlanan mecmuanın içeriğini oluşturuyorlar.<br />
<br />
Mevzua önce Altıkırkbeş'ten başlamak gerekecek, çünkü onların bugüne kadar süregelen yayıncılık serüvenleri nev'i şahsına münhasır bir nitelik arzediyor. Altıkırkbeş, kendi ifadeleriyle bir Kaybedenler Kulübü, bir Kaybedenler Kütüphanesi'dir. Bir 6.45 okuru olmak da farklı bir tecrübedir bu yüzden. Herhangi bir kitabı alıp okumak gibi değildir Altıkırkbeş'in bir metnini elinize almak, zîrâ büyük olasılıkla 'bugün ve burada'nıza yabancılık çeken, aykırı bir okuma beklemektedir sizi.<br />
<br />
Ve yine ancak potansiyel bir 6.45 okurunun nazar edip, sırrına vâkıf olabildiği garip hakikat kırıntıları yansır âyine-i devrandan. Mesela bir 6.45 okuru bilir ki, <i>her zaman cevap sayısından bir fazladır soru sayısı</i> ve <i>mutlu insanların öyküsü yoktur; tarih beklemeyi bilen tüm kızları üzmüştür</i>(ve bazı erkekleri de). <i>Hiçbir şeyin değişmediğini, ama hiçbir şeyin de olduğu gibi kalmadığını</i>, bilir onlar; <i>evrendeki en kara günahın önceden kaydedilmiş olanları kurcalamak olduğunu</i> da; <i>dünyasını kaybedenlerin yeni bir dünya kurmak zorunluluğunu; gökyüzünün mavi, suyun ise ıslak olduğunu</i> ve bu nedenledir ki, <i>tehlikede değil tehlikeli olduğunu,</i> bilir bir 6.45 okuru. <br />
<br />
Underground Poetix'e dönecek olursak tekrar; öncelikle ölümde karar kılmayan ve BtG taraflarında eyleşenlerden beklerdik bu ilginç bağımsız neşriyat hakkında birkaç kelam sarf etmelerini, ama anlaşılan o ki, iş bu garip başa düşüyor.<br />
<br />
2008 yılından beri yayınlanıyor Underground Poetix ve en son dördüncü sayısıyla arz-ı endam ettiler. İçeriği hakkında adının çağrıştırdıklarından daha fazla ne söylenebilir ki? Tuhaf abilerin, <i>yaralarıyla meşhur adamlar</i>ın cirit attığı bir mecmua işte: <i>William Burroughs, Jack Kerouac, Charles Bukowski, Che Guevara, Arthur Rimbaud, Jean-Luc Goddard, Allen Ginsberg, Richard Brautigan, Philip K. Dick, J. G. Ballard, Kurt Cobain, Hâkim Bey, Guy Debord, Alejandro Jodorowsky(onun hakkında bir ara muhakkak yazmalı), Jean Genet</i>... <br />
<br />
Ve anarşizm, avangardizm, situasyonizm, sürrealizm, konstruktivizm, feminizm, dadacılık, pornografi, punk, hippiler, beat kuşağı, yani tüm kötü çocukların, diri gömülenlerin öyküleriyle kurulmuş kaotik bir karnaval. Karanlık, saldırgan, sert, tedirgin edici, kışkırtıcı ve ironik temalar, karşı kültür heybesine sığan ve sığmayan pek çok şey. <i>Hiçbir şey olmadığında olan binlerce şey.</i> Bazen naif ve sık sık da tehlikeli şeyler. Ve hepsi ve daha fazlası...<br />
<br />
Son olarak, hatırlatmadan geçmeyelim:<i> reddedebilmek stil sahibi bir harekettir.</i><br />
<br />
<hr noshade="noshade" size="1" /><br />
Sayfa altı videolarımıza boş vermişiz bir süredir anlaşılan. Bu kez yapalım bari, ruhumuz gıdasız kalmasın ve Nick Cave'den olsun ilki: <a href="http://www.youtube.com/watch?v=MS4gRmvvDsU" target="blank"><u>Into My Arms</u></a>. Hem yeri gelmişken Nick Cave'in underground romanlarını(<i>And the Ass Saw the Angel</i> ve <i>The Death of Bunny Munro</i>) ve senaryosunu yazdığı <i>The Proposition</i> adlı neo-western tarzı şahane filmi de önermiş olayım bir kez daha. Diğer seçimimiz daha hareketli; Imelda May yirminci yüzyılın ortalarına götürüyor dinleyicisini. Son zamanlarda duyduğum en hoş seslerden biri, rockabilly ve jazz karışımı şarkılarına bayıldım: <a href="http://www.youtube.com/watch?v=P2KwVeffLu4" target="blank"><u>Johnny Got a Boom Boom</u></a> ve <a href="http://www.youtube.com/watch?v=o3uO66XOxQ4" target="blank"><u>Proud and Humble</u></a><br />
<br />
</div>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-27603457.post-2446998398677793472009-12-01T06:00:00.000+02:002009-12-26T18:57:14.091+02:00Ve dahi şiir...<font color="#755693"><b><u>'BATIDA KAN VAR'</u></b></font><br />
<br />
Sabret gönlüm fırtınaya vakit var<br />
Biz her çağda kızılderili<br />
Biz her yerde hep yerdeyiz<br />
Toprağa mahkûm edildi gözlerimiz<br />
Kaybolunur dahi ekin göğermez hırıltılı sesimiz.<br />
<br />
Bir fırtına bekledik başlangıcımız olsun<br />
Derdimiz mevsimlerle oluk oluk akan kan<br />
İlk bahar gelsin ısınsın ellerimizde<br />
Sonbaharda sıcaklığını yansıtarak rüzgâr<br />
Ergen dalgalanmalarımızda vursun yüzümüze hayat<br />
Heyhat! Kış geldi kirpi kesildi saçlarımız karanlığa<br />
Hani dedik ya bir yaz günü güneş<br />
Söz verdik!<br />
<br />
-Kimsiniz<br />
<br />
biz bir kaplan gibi masum<br />
tırnaklarını kemirmiş kabullenmiş<br />
kızılderili<br />
<br />
-Vahşi<br />
<br />
ölüm ateş ve kül haliyle acımasız<br />
cihangir ve kocaman<br />
öğrendik vahşiliğimizi kitaplardan<br />
<br />
<i><b>Hüseyin Atlansoy</b></i><br />
<br />
***<br />
<br />
<font color="#755693"><b><u>BARİKAT</u></b></font><br />
<br />
bir gül, bir gülümse, bir<br />
küle dönüş dönüşebilirsen<br />
dilersen aykırı bir şaka gibi kal<br />
yahut omzuna eflâtun bir şal<br />
al, nasıl olsa yıkılacak,<br />
bırak yıkılsın ayaklarına<br />
şehir.-<br />
<br />
yanına çırak durduğumuz<br />
bir nehir de besler bizi, sen<br />
sabrı iri dilimler halinde<br />
kesen bir bıçak gibi dur<br />
durduğun yerde, içine bak<br />
ve yeniden kur bütün<br />
çalar saatleri yahut kır<br />
kalmasın ayrılığın adı bile<br />
kalmasın nafile yere bir<br />
fikir.-<br />
<br />
bir derviştin sen eskiden<br />
şimdi seni eskiten yıllar mı<br />
yoksa kenti kül kestiren<br />
çınarlar mı, yeni doğan<br />
bir çocuk gibisin hâlâ<br />
yahut çocuğunu boğan<br />
bir ırmak gibisin, mesela<br />
kızılırmak, avuçlarında<br />
karanlık sözler, gözler dersen<br />
akşamdan akşama esen<br />
kopkoyu bir<br />
zikir.-<br />
<br />
bir gül, bir gülümse, bir<br />
güle dönüş dönüşebilirsen<br />
cami, kilise, havra, dün<br />
palavraydı, bugün de palavra<br />
bir çeki-düzen ver artık<br />
şamdan ve şadırvanlara<br />
yahut aynaya düşen gölgeyle<br />
yetin, çetin olacağı söylenmişti<br />
böyle bir aidiyetin, karanlık<br />
sularında cemiyetin<br />
sevincin hem baldır şimdi<br />
hem zehir.-<br />
<br />
çevir yüzümü yüzüne ve devir<br />
gökyüzünü yeryüzüne, bir deprem mi<br />
olacak, varsın olsun, bulunacaksa<br />
bir kıble artık bulunsun, yahut verem mi<br />
akciğere pusu kuran, bırak kurulsun ve<br />
tırmansın yokuşu, böyle bir varoluşu<br />
hangi destan anlatır artık, hangi<br />
şiir.-<br />
<br />
gün gelir<br />
bilinir.-<br />
<br />
<i><b>Sefa Kaplan</b></i><br />
<br />
***<br />
<br />
<font color="#755693"><b><u>GECEDE GÖRÜŞME</u></b></font><br />
<br />
ve şaşkınlık içindeki yüz<br />
pencerenin ötesinden bana<br />
"hak görenledir<br />
ben kaybolmuşluk duygusu kadar korkuncum<br />
ama Tanrım<br />
nasıl korkulabilir benden<br />
ben, ben ki hiçbir zaman<br />
gökyüzünün sisli çatılarında<br />
başıboş ve hafif bir uçurtmadan başka<br />
bir şey değildim<br />
aşkımı ve hevesimi ve nefretimi ve derdimi<br />
mezarlığın geceden yalnızlığında<br />
adına ölüm denen fare kemirmektedir" dedi<br />
<br />
ve <br />
akışkan suretini rüzgârın,<br />
anbean silip değiştirdiği o şakınlık içindeki yüz<br />
ince uzantılı sarkık çizgileriyle<br />
ve gecenin tenha kımıldanışlarının çalıp kendi genişliğine serdiği<br />
deniz dibi bitkileri gibi yumuşacık saçlarıyla<br />
pencerenin öte yanından akıyordu<br />
ve haykırdı:<br />
"inanın<br />
ben yaşamıyorum"<br />
ben onun ötesinden karanlığın birikmesini<br />
ve gümüşten çam kozalaklarını<br />
görüyordum hâlâ, ah, fakat o...<br />
kayıp gidiyordu tüm bunların üzerinden<br />
ve zirveye tırmanıyordu sınır tanımayan yüreği<br />
sanki yeşil hisleriydi ağaçların<br />
ve gözleri sonsuza dek var olacaktı<br />
<br />
"haklısınız<br />
ben ölümümden sonra<br />
aynaya bakmaya yeltenmedim hiçbir zaman<br />
ve o kadar ölüyüm ki<br />
ölümden başka hiçbir şey<br />
kanıtlayamaz varlığımı<br />
ah<br />
acaba siz<br />
gecenin himayesinde, bahçenin bitiminde aya doğru koşan<br />
bir ağustos böceği sesi<br />
duydunuz mu hiç?<br />
<br />
sanırım bütün yıldızlar<br />
yitik bir göğe göçüp gitmişler<br />
ve şehir, şehir ne sessizdi<br />
yol boyu<br />
solgun heykellerden<br />
ve süprüntü ve tütün kokan birkaç çöpçüden<br />
ve uykulu, yorgun bir bekçiden başka<br />
hiçbir şey çıkmadı karşıma<br />
<br />
yazık<br />
ben ölüyüm<br />
ve gece hâlâ<br />
o anlamsız gecenin devamıdır sanki"<br />
<br />
sustu<br />
ve ağlama isteği<br />
gözlerinin sınırsız evrenini<br />
sızlattı, kederlendirdi<br />
<br />
"ey sizler, yüzlerini<br />
hayatın hüzünlü örtüsünün gölgesinde saklayanlar<br />
acaba ara sıra da olsa<br />
keder uyandıran bu gerçeği<br />
bugünün dirilerinin, bir dirinin posasından başka bir şey olmadıklarını<br />
düşünüyor musunuz?<br />
<br />
sanki bir çocuk<br />
daha ilk gülümsemesiyle birlikte yaşlanmıştır<br />
ve kalp -doğruluğunu yitirmiş bu kitabe-<br />
kendi taştan itibarına<br />
güvenmeyecektir artık<br />
<br />
belki olmaya bağımlılık<br />
ve durmaksızın sakinleştirici kullanma<br />
insanî, saf, temiz istekleri<br />
yokluğa sürüklemiştir.<br />
belki ruhu<br />
ıssız bir adanın yalnızlığına<br />
sürdüler<br />
belki de ben ağustosböceği sesini düşümde gördüm<br />
<br />
öyleyse tahta süngülerine yaslanan bu piyadeler<br />
o rüzgâr bacaklı atlılar mı?<br />
ve bu zayıf, kamburlu afyonkeşler<br />
o yüce düşünceli, pirü pak arifler mi?<br />
öyleyse doğru, doğru<br />
insanların artık zuhuru beklemediği<br />
ve sevdalı kızların<br />
gergef işledikleri iğneleriyle<br />
tez kanan gözlerini oydukları<br />
<br />
şimdi seher vakti uykularının derinliklerinde<br />
karga seslerinin yankıları duyulmakta<br />
aynalar ayılmakta<br />
ve tek ve tenha suretler<br />
kendilerini uyanışın ilk gerinmesine<br />
ve uğursuz kâbusların yıkıcı hücumuna<br />
bırakmakta<br />
<br />
yazık<br />
ben<br />
kandan, kanlı destanlardan başka sözü olmayan<br />
ve gururdan, kendini hiç bu kadar alçaltmamış olan gururdan ibaret<br />
bütün hatıralarımla<br />
şansımın son deminde beklemekteyim<br />
ve kulak veriyorum: ses yok<br />
uzun uzun bakıyorum: yaprak kımıldamıyor<br />
ve bütün safiyetin benliği olan adım<br />
mezarların tozunu bile<br />
kımıldatmıyor artık"<br />
<br />
sarsıldı<br />
ve iki yanına yıkıldı<br />
talepkâr elleri,<br />
çatlaklardan<br />
uzun ahlar gibi<br />
uzandı bana doğru<br />
<br />
"soğuk<br />
ve rüzgâr çizgilerimi kesiyor<br />
acaba bu diyarda<br />
yok olmuş yüzleriyle tanışmaktan<br />
korkmayan kimseler var mıdır hâlâ?<br />
acaba zamanı gelmedi mi<br />
bu küçük pencerenin ardına kadar açılmasının<br />
ve gökyüzünün yağmasının<br />
ve insanın kendi cenazesinde gözyaşı dökerek namaz kılmasının?"<br />
<br />
belki inleyen bir kuştu<br />
ya da rüzgâr, ağaçların arasından<br />
ya da bendim, kendi yüreğinin çıkmazında<br />
kederden, utançtan ve üzüntüden dalgalarla yükseliyordum<br />
ve pencere ağzında görüyordum<br />
o iki el<br />
o iki acı serzeniş<br />
öylece<br />
yalancı şafağın aydınlığında<br />
iki elime uzanan o iki el<br />
eriyordu<br />
ve soğuk ufukta bir ses<br />
haykırdı:<br />
"hoşçakal!"<br />
<br />
<i><b>Furûğ Ferruhzâd</b></i>Bir Garip Vampirhttp://www.blogger.com/profile/04136044400696747084noreply@blogger.com0