Yerden göğe küp dizseler...

7 Ocak 2023 Cumartesi

Yıllar yıllar sonra buraya bir nefes olsun üflemeye karar verdim. Mevzûmuz Rubik Küp olacak, ama önce bu terkîbin ikinci kısmına bir göz atacağız, zîrâ geometrik nesneler dünyasında küp başlı başına ilginç bir form. Platonik cisimler olarak bilinen beş üç boyutlu geometrik şekil var ma’lûm olduğu üzere: Dört yüzlü, altı yüzlü (küp), sekiz yüzlü, on iki yüzlü ve yirmi yüzlü. Bunların temel esprisi bütün yüzeylerinin eşit geometrik formlardan müteşekkil olmasıdır. Yalnızca beş âdet oldukları da antik çağlardan beri biliniyor (bunun neden böyle olduğunu bugün Euler’in ilgili formülünü kullanarak kolaylıkla göstermek mümkün). Platonik diye anılmalarına gelince, bu yakıştırma Öklides’in eseri, çünkü Öklides’in Elemanlar kitabı açık şekilde Timaios’la ilişkilidir ve Timaios’ta Platon bu beş cisimden ideal formlar olarak uzun uzun söz edecektir. Kitapta bu beş cismi anâsır-ı erba’a nazariyesi (dört unsur teorisi) ile ilişkilendirir ve toprak elementini de küp temsîl etmektedir, zîrâ toprak harekete en çok direnendir, küp de tabanı geniş ve muhkem bir yapı olarak katı yapıların bir metaforu olan toprak elementini temsîl etmeye lâyık görülmüştür. Böylesi bir idealizasyonun kozmografya ile ilişkisi için de Kepler’in çalışmalarına bakılabilir. Güneş sistemindeki yörüngelerin eliptik olduğunu fark etmeden evvel, Mysterium Cosmographicum’da tanrısal harmoniyi düzgün çok yüzlülerle kürelerin iç içe geçtiği bir sistem olarak kurgulamıştı. Ayrıca antik literatürde “küpü çiftlemek” adı verilen bir problem olduğunu da duymuşsunuzdur. Bu esâsen bir küpün kenarlarını iki kat büyütürseniz, hacminin sekiz kat büyüceği esprisi üzerine kurulu bir rivâyettir. Aslında basit bir geometrik gerçek olmaktan çok daha ötesine uzanan sonuçları olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin neden hücrelerinizin sürekli büyüyemeyeceğinin cevâbını içinde saklar.

Tam bu noktada müslümanlar için de küpün husûsî bir anlamı olduğuna işâret etmeliyiz elbette. Beytullâh’ın neredeyse bir küp şeklinde olduğunun çok azı şuurlu bir biçimde farkında olsa da bu böyle. İslâm sanatı geometrik şekillere özel bir önem atfeder (ma’lûm Platon’a göre tanrı sürekli geometrileştirir), ama müslümanların Ka’be’nin geometrisi üzerine düşündükleri pek söylenemez. Ka’be sözcüğü “ka’b” kökünden neşet eder ve bu kelime küp anlamına gelir. Bu noktada biraz eğleşecek olursanız, “ka’b” kelimesinin başlı başına ilginç bir sözcük olduğunu da göreceksiniz. Evvel-emirde söyleyelim Türkçedeki “küp” sözcüğü açıkça onunla ilişkilidir. Yalnız burada ilginç bir tarihsel dönüşüm var yine. Türkçede bugün bu kelime temelde ikili bir anlam barındırıyor ma’lûm olduğu üzere, geometri ya da matematikte kullanıldığı biçimi yanında bir de Diyojen’in genellikle üstüne tünediği, ama eskilerin biraz kafa karışıklığı ile “hûm-i Eflatun” diye de andığı ve keskin sirkenin iyi gelmediği genellikle silindir formunda içi boş kap anlamı var. Bu ikinci anlam Türkçe için çok daha eski bir kullanım. Küpün matematiksel bir terim olarak kullanılması ise son dönemin eseri. Osmanlılar riyâzî ilimlerde küpün karşılığı olarak yine “ka’b” kökünden gelen “muka’ab” ya da “mik’ab” kelimelerini kullanmışlardı. Eskiler “bir şeyin muka’abı onun kendi nefsine iki kere darb edilmesiyle elde edilir,” diyeceklerdir. Dilde öze dönüş sürecinde “dörtleme”, “dörtlenmiş” hattâ “topuklanmış” gibi kelimeler önerildiğini okuduğumuzda da şaşırmıyoruz. Nihâyet daha Türkçe olduğu vehmedilerek “küp”te karar kılınmış olmalı (esâsen Fransızcadan ilhamla). Hâl böyleyken İngilizcede gördüğümüz ve batı dillerinde aynı kelimeyle karşılanan “cube” sözcüğü sâmî köklerine kadar geri götürülebiliyor ve dolayısıyla “ka’b” kelimesi ile aynı etimolojik kökeni paylaşıyorlar. “Ka’b”a Arapça sözlüklerde “çıkıntı, yükseklik” anlamları da verilmiş, ama aynı zamanda “aşık kemiği, topuk” gibi anlamlara da geliyor; ayrıca antik dönemlerden itibaren bu kelime ile bağlantılı sözcükler “oyun zarı” için de kullanılmışlar. Bu iki anlamın birbiri ile bir ilişkisi var mı emin değilim. Zarın kemikten yapılıyor olması ile bir bağlantısı muhtemel görülebilir.
Etimolojiyi bir yana bırakacak olursak, yeryüzünde tanrısal olarak kutsanan bir mekânın küpe yakın bir formda olması ve bu adı taşımasında bir hikmet arayacak değilim elbette, basit bir tapınak için oldukça doğal bir mimârî tercih bu. Adı da kendisi neyse o olarak, minimal bir şekilde tercih edilmiş. Antik Mısır ve başka pek çok medeniyet için devâsâ anıtsal yapıların, bekleneceği üzere, ağırlık merkezi zemine çok yakın, tabanı geniş ve kendi ağırlığını destekleyebilen bir form olarak, piramit şeklinde inşâ edilmiş olmasından daha hikmetli değil varoluşu, ama yine de insanların bir küpü kutsamış olmasında geometri adına hoş bir espri bulmak her dâim mümkündür.
Girizgâhı fazla uzatmadan terkîbin ilk kısmına geri dönebiliriz, çünkü küpün tarihindeki en önemli anlardan biri, muhtemelen en önemlisine işâret ediyor. 70’lerin ortasında Macaristan’dayız. Kendisi bir mimar olan Ernö Rubik, bir proje dâhilinde 26 tane minik küpü kesişen üç eksen etrafında yerleştirmeyi akıl ettiğinde küp de bir nevi boyut değiştiriyor. Aslında görsellere eklediğim ilk ahşap prototipe bakarsanız onun tam bir küp olmadığını göreceksiniz. Yarı düzgün bir geometrik şekil olarak bir “kesik küp” formundadır, ama sonuçta nihâî hâline tam bir küp olarak ulaşmıştır. Bu aynı zamanda genellikle sâdece kâğıt üzerinde iki boyutlu olarak temsil edilen bir geometrik yapının homo ludensle kanlı canlı buluşma ânıydı. Bugün mu’cidinin adıyla anılan rubik küp dünyanın en popüler bulmacası yakıştırmasını sonuna kadar hak ediyor. Komünist bloktan bu denli eğlenceli bir şeyin çıkmış olması da tarihin garip bir cilvesi olmalı. Lenin’in amel defterine bir artı koyalım lütfen! Bu noktada yine komünizmin bağrından çıkmış Maleviç’in suprematist “Siyah Kare”sini ve konstrüktivizmi hatırlarsak, olduğundan daha eğlenceli bir hâl alacaktır bağlamımız.


Rubik küpün kendisine nazar edecek olursak, karşımızda altı yüzü farklı renklerde oldukça hoş bir cisim bulacağız. Hangi perspektiften bakarsanız bakın son derece düzenli bir yapı, ama eğer elimizde sadece küçük küplerden oluşmuş blok bir yapı olsaydı, asla bu kadar ilginç olamazdı. Onu büyülü yapan hareket edebilen bir obje olması. Rubik küpün katmanları iki yönde 90 derece ve katları ile döndürülecek olursa simetrisi bozulmadan kalır. Düşününce aslında bu o kadar da doğru bir ifâde değil. Eğer elimizde renk etiketleri bulunmayan tek renkten müteşekkil bir küp olsaydı, bu hâliyle mükemmel bir simetriye sâhip olduğunu söyleyebilirdik elbette, fakat renksiz bir küpü boş bir tuval gibi düşünecek olursak, üzerindeki minik küpleri boyamaya başladığımızda tamamen başka bir nesne elde ederiz. Rubik küp bu hâliyle semantik bir objedir. Renkler vâsıtasıyla sizinle iletişim kuran bir dil kullanır ve anlamanız için o dili öğrenmeniz gerekir. Bu nihâî hâliyle bir rubik küpü döndürmeye kalkıştığınızda başlangıçtaki düzen kendini hemen belirgin bir karmaşıklığa teslim edecektir. 4x4 ya da 5x5 gibi daha büyük küplerde bu manevralar göz alıcı bir renk cümbüşü ile sonuçlanıyor. Tuval ve paletin üç boyutta birleştiği ve siz döndürdükçe değişen pixel art bir soyut sanat eseri gibi (çok sayıda küp kullanarak bu sanatı fiilen icrâ edenler olduğunu tahmin edebilirsiniz). Ernö Rubik’in küpü puzzle olarak piyasa sürmek yerine, bir modern sanat müzesinde sergilemiş olduğunu düşünelim. Sanat tarihi açısından çarpıcı bir ân olabilirdi. Aslında bu, küpün îcâdından birkaç sene sonra gerçekleşmiş bir fikir. 1981 yılında MOMA’da bir sergide ilk kez gösterilmiş ve müzenin kalıcı bir parçasına dönüşmüştür. Dolayısıyla galeri mekânı olarak kutsanmış “Beyaz Küp”ün içinde kendine hak ettiği yeri edindiğini söyleyebiliriz.


Rubik küp üzerine literatüre kısa bir ân nazar etmeniz bile onun potansiyeline dâir açık bir fikir oluşturmaya yeter de artar. Üzerine binlerce makâle ve çok sayıda kitap çalışması bulunmakta. Piyasaya çıkar çıkmaz özellikle matematikçiler için çok etkili bir bulmacaya dönüşmüştür. Bazen bu alana “cubology” de deniliyor. Küpün özellikle simetrik yapısı ve permütasyon kabiliyetine odaklanmak, onun neden grup teorisinden kriptografiye kadar pek çok alanda bu denli ilgi çekmiş olmasını anlamayı mümkün kılacaktır. Bir rubik küpü döndürmeye başladığınızda, birkaç hamle sonra artık geri döndürülemez gibi gözükmeye başladığına dikkat çekmiştik. İlk kez bir küple karşılaşmışsanız bu durumda küpü el yordamı ile düzeltmeye çalışacak ve sürekli başarısız olacaksınız muhtemelen. Sadece 5-6 kez rastgele döndürülmüş bir küpün üzerindeki bulmacayı aynı yolla geri döndürecek şekilde tanımak çok güç. Ayrıca küpü çözmenin zorluğu biraz da altı yüzünün tamamını aynı anda görmenin mümkün olmayışından kaynaklanır, hangi perspektiften bakarsanız bakın yalnızca üç yüzünü görebilirsiniz, bu durum küpü okuma konusunda âşikâr bir zorluk doğurduğu gibi, kolaylıkla oryantasyonunuzu kaybetmenize de neden olur. Siz bir kısmını düzetmeye çabalarken, esrârengiz bir şekilde bozulmaya devam ettiğini fark edersiniz. Rubik küp sinsi bir objedir! Nitekim Internet’te rastladığım ilgili bir yazıya Hümeyra’nın meşhur şarkısını başlık olarak atmışlardı: “bir kördüğüm ki içim çözdükçe dolaşıyor”. Ona aynı zamanda “magic cube” adı verilmesi de isâbet olmuş. Türkçede geometriyle ilişkisi olmasa da bunun için daha iyi bir mecâzımız var aslında: “Sır küpü”. Zîrâ biliyoruz ki, bahsi geçen zorluklar ve 43 kentrilyonu aşan olağanüstü permütasyon yeteneği (permütasyon sayısı ilgili farklı hesaplamalara Wikipedia üzerinden erişebilirsiniz), olası en karmaşık konfigürasyonlarda bile en fazla yirmi hamle içinde çözülebilme imkânını hâiz. “God’s Number” diye isimlendirilmiş bu problem, 30 seneyi aşan girişimlerin sonunda 3x3 küp için Tom Rokicki ve grubu tarafından 2010 yılında Google’ın bilgisayar desteği ile hesaplanmış ve maksimum 20 hamlenin yeterli olduğu gösterilmiştir. Dolayısıyla küpü ne kadar karıştırırsanız karıştırın en çok 20 hamlede başlangıç durumuna geri dönebilirsiniz. En azından teoride bu böyle. Elbette insanların bu kadar karmaşık bir örüntüyü görmeleri çok zor, bizim çözmek için daha dolaylı bir yol izlememiz, küpün dilini anlamamız gerekiyor. Yine de kâğıt üzerinde gerçekleşen ve “fewes moves” denen bir yarışma kategorisi var. Katılımcıların bir saat içinde küp üzerindeki bir bulmacayı çözmek için gereken en az hamle sayısını tespit etmeye çalıştığı bu yarışma için World Cube Association’ın kabul ettiği resmî rekor 16 hamle ve 2022 yılına âit. Bilfiil küpü çözmeye gelince, bugünlerde speedcuber denilen hızlı çözücülerin elinde saniyeler içinde cereyan eden en fazla 50-60 kadar hamle yeterli olacaktır, bunun için çok sayıda gelişkin algoritma bilgisine ihtiyâç var elbette, fakat daha az algoritma kullanarak 150-200 hamle civarında da pekâlâ çözebilirsiniz. Bu konuyu kapatmadan evvel son bir ma’lûmât daha ekleyebilirim. 3x3 küpün maksimum kaç hamlede çözülebileceğini tespit edebildik belki, ama size tuhaf gelecek olsa da Markov zinciri ile ilişkili olan, minimum kaç rastlantısal hamlede düzgün bir biçimde karıştırılabileceği sorunu henüz çözülmemiş hâlde bekliyor. Bu problemin 2x2’lik küp üzerinde bir çözümü var ve biliyoruz ki, söz konusu küpün god’s number’ı olan 11’den daha büyük bir sayı, en az 19 hamle gerekiyor.
Algoritma konusuna da bir açıklık getirmeliyim. Küpün üzerindeki belli örüntülere karşılık gerçekleştirilen hamle dizileri diye açıklayabiliriz burada kastedileni. Elbette bunların temel işlevi küpün geri kalan kısımlarını bozmadan, minimum hasarla belirli bölümleri düzeltmeyi sağlıyor olmalarıdır. Bir rubik küpü amatör düzeyde çözmek için tekrarlı kullanılan 10 kadar algoritma bilmeniz yeterli. Hızlanmak istiyorsanız elbette çok daha fazlasını öğrenmelisiniz. Birkaç yüz algoritmaya kadar çıkabilir bu.
Tam bu noktada uyarımı da yapayım. Sanırım bugünlerde gökkuşağını hatırlatan renklerinden dolayı memleketimizde kamusal alanda küp çözmek tehlikeli olabilir. Özellikle belirli partilerin miting meydanlarından kaçınmalıyız (bir küpünüz olsun olmasın yanlış adres), elinizden küpünüzü alıp, size her yüzü siyah ve sakıncasız, dolayısıyla kevn ü fesâd -oluş ve bozuluş- âleminden uzak bir küp bahşedebilirler.
Yeri gelmişken, küp terminolojisinin en iyi bilinen terkîblerinden birine “sexy move” adı verildiğini söylemeliyim. Bir küpü çözerken sıklıkla başvurduğunuz basit bir algoritma aslında. Adını hak edip etmediğine herkes kendisi karar vermeli, nitekim envâî çeşit zevk var. Küp notasyonu ile söylersek: R U R’ U’. Bu arada Urban Dictionary’de “rubik’s cube sex” deyimine rastlamanız da mümkün, aşağı yukarı ne anlama geldiğini tahmin edebilirsiniz sanırım.
Küpe âşinâ değilseniz yukarıdaki notasyona dâir yabancılık çekmiş olabilirsiniz. Aslında temelde yönlere işâret eden ve bir matematikçi ve ilk kübologistlerden biri olan David Singmaster’ın geliştirdiği, adıyla anılan notasyonun bir örneği. Resmî olarak kullanılıyor. Bunun biraz değiştirilmiş bir versiyonunu başka bir matematikçi olan Bandelow’un çalışmasında görmüştüm. Kendisinden gayri kullanan muhtemelen yoktur, ama yaptığı ekleme ve çıkarmalarla çocukların kullandığı gibberish diline benzettiği bir notasyon öneriyor. Onun formülünü kullanırsak R U R’ U’ yerine RINIRENE diyebiliriz. Çok daha müzikal bir iş, örneğin şöyle formüller ortaya çıkıyor: REFISE-RIFESUM-FIRESI-FERISUM, BIREM-BUREM-BI. Bu notasyonu kullanarak rubik küpünüzle şiir bile yazabilirsiniz!
Çözebilelim ya da çözemeyelim, çoğumuz bir noktada öyle ya da böyle rubik küple tanışmışızdır, fakat yakın zamanlara kadar onlarla ilgilenmemiş iseniz, bugünlerde küplerin yapısal olarak geldiği yere çok şaşıracağınıza eminim. Ernö Rubik’in kendi soyadını taşıyan marka ile yıllarca orijinal küpler üretildi. Bunlar genellikle çok şık gözüküyorlardı, elinize aldığınızda iyi hissediyordunuz. Renkler gömülü plastik kaplamalardı, basit etiketler değillerdi. Ayrıca gerçekten sağlam ürünlerdi, yapı-söküme ciddî şekilde dirençliydiler. Öte yandan bu orijinal küplerden birinin elinize geçtiğinden çok şüpheliyim. Bugün bile bizim buralarda bulmak kolay değil. Muhtemelen legal olmayan ve kötü üretilmiş küplerden biriyle tanışmışsınızdır ilk olarak. Bunlar genellikle her yanı ayrı homurdanan, gıcırtılı birer hantallık yığınıydı. Hâlâ kırtasiyelerde, oyuncakçılarda, pazar yerlerinde vs. benzerleri bulunabilir. Yeni nesil küplere gelince, bu noktada artık başka bir kategoriye geçiyoruz. Geçen on yıl içinde Rubik’s firmasının patent süresinin son ermesinin ardından birçok firma küp üretimine başladı ve pek çok şey aşamalı bir biçimde değişti. Önce ekseni tutan çekirdek kısmı yeniden kurgulandı, hafifletildi, ayarlanabilir tansiyonlar eklendi ve bu sâyede küpler çok hızlandılar, sonra bu kadar hızlı bir objenin daha tutarlı davranması için kenarlara mıknatıslar eklendi (küp için oldukça büyük bir adım, insanlık için de fenâ sayılmaz) ve bu minvalde çeşitli yenilikler devam ediyor. Dolayısıyla artık sıklıkla tamamen etiketsiz, magnetli, hem tansiyonları hem de mıknatıs güçleri çeşitli düzeylerde ayarlanabilir nesneler var elimizde. Çok daha dengeli, tutarlı ve akıcı hareket ediyorlar. Bunlara artık speedcube deniliyor, çünkü yarışmalarda sadece bunlar tercîh ediliyor. Örnek küpleri göstermek için çektiğim fotoğrafa bakarsanız, orijinal Rubik’s ürününü üzerindeki logodan hemen tanıyabilirsiniz. En soldaki mirror küp (metamorfoza uğrayan ilginç bir küp o, çok sevdiğim bir puzzle) hâriç, solunda kalan diğer puzzleların hepsi yeni nesil ürünler ve hepsi resmî yarışmalarda bir kategori olarak kullanılıyor. Görselden hiçbir şekilde anlaşılmıyor olsa da, onlarla kıyaslanınca orijinal Rubik’s markalı küp bile çok hantal ve gayr-i stabil duruyor, açıkça mukâyese bile edilmemeliler. Gerçi sonunda Rubik’s markasının da speedcube üretmeye başladığını söylemeliyim.
Bu teknolojik atılımın en çarpıcı parçası ise akıllı küpler oldu. Beni bu yazıyı kaleme almaya iten de onlardı aslında. Birkaç sene önce kickstarter üzerinden böyle bir proje başlamış ve umulanın çok üzerinde bir meblağ toplanarak nihâyet bulmuştu. Go Cube adıyla piyasa çıktı o proje ve en iyisi olmasa da hâlâ en farklı ve afili gözüken akıllı küp olmaya devam ediyor kanımca. O gün bugündür pek çok marka akıllı küpler ürettiler ve üretmeye devam ediyorlar. Buradaki smart ibâresi küpün merkezinde bir chipset ve sensör barındıran küçük bir sisteme işâret ediyor elbette. Böylece küp artık sadece mekanik (manyetizma ile desteklenmiş) bir yapı olmaktan çıkıyor. Bluetooth üzerinden eşlediğiniz bir uygulama vâsıtası ile küp üzerinde yaptığınız hamleleri kolaylıkla takip edilebiliyorsunuz. Temelde mevzû’ bu, gerisi uygulamanın imkânlarına bağlı. Alıştırmalardan, oyunlara ve ayrıntılı çözüm istatistiklerine kadar pek çok şey mümkün. Küp döndürerek müzik parçaları çalabilen bir uygulama var örneğin. Çoklu küp çözme, yarışmalar vs. de elbette işin kaçınılmaz bir parçası.
Bu aralar hem ödüllü bir belgesel yapım hem de Ernö Rubik’in küple ilgili serencâmını kaleme aldığı kitabı kendime vesîle kılarak, küp üretiminin zirvesini temsil eden GAN’ın (“bir küpüne mâlik olan Hüsrevânî küplerle altun bulmışa dönüp mâlik-i mâl-i Kârûn olur”) akıllı küplerinden birini satın almaya karar verdim. Küp edinmeye gelince şunu söylemeliyim, Türkiye’de iyi küp bulmak oldukça zor, bulduğunuzu da alırken çok düşünmelisiniz. Yurtdışından getirmeniz (kargo ve gümrük vergisi dâhil) cüzdanınızı daha az hafifletebilir. Ayrıca akıllı küpler genelde biraz pahalı olma eğilimindeler, fakat sonuçta şahsen verdiğim paraya değdiğini söyleyebilirim.
Yukarıda bahsi geçiyor, hızlı küp çözebilen kişilere speedcuber deniliyor. Gerçi neyin bir kişiyi speedcuber yaptığına dâir resmî bir tanım ya da bir icmâ bulunmuyor. Ne kadar hızlı olması gerekiyor bir speedcuber’ın belli değil ya da tek kriter bu mu olmalı? Özellikle bugünlerde düzenli olarak 20 saniyenin altında kalamayan birine şahsen bu sıfatı vermekten çekinirdim. Dolayısıyla kendime de bir speedcuber diyemem örneğin, yaşım da müsâit değil buna açıkçası! Bu meydanda haklı olarak çok daha genç arkadaşlarımız kılıç kuşanıp at oynatıyor. Yine de 30 saniye altına inebilen birisi olarak doğrusu pek uzağında değilim bu eşiğin, biraz daha gayret ve sebatla o noktaya fazla zaman geçirmeden ulaşmam pekâlâ mümkün, öte yandan ne yaparsam yapayım muhtemelen sıklıkla 10 saniyenin altına inecek bir performansa asla ulaşamam. Başka alanlarda olduğu gibi burada da öğrenme eğrisi hızla dikleşiyor ve bir noktada artık sâliselerle yarıştığınız için küçük bir pozlama ânı bile büyük bir kayba dönüşebiliyor. Hâl böyleyken yarışmalarda saniyede 10 civarında manevra yapan ve üstelik bunu mükemmel bir kesinlikle gerçekleştiren mafsalları açık bir hayret duygusuyla izliyorum ben de. Bu yazıyı yazdığım esnâda resmî olarak 5 saniye altında derece yapabilmiş sadece 67 kişi olduğunu düşünürseniz, artan zorluk daha iyi anlaşılacaktır. Zâten böyle bir beklentiniz varsa, henüz düşünmeye başlamadan küp döndürmeye başlamanızda fayda var! Şu ânda küplerin çoğunun single ve averaj rekorlarını elinde tutan otistik dostumuz Max Park’ın uyarısını dikkate almalısınız: “Don’t think, just solve.”
Ne yazık ki, şahsen hiçbir koşulda efkârı terk edemiyor oluşum bu bağlamda büyük bir kusur. Algoritma hâfızam fenâ sayılmasa da daha iyisi için başta CFOP (hızlı çözümler için açıkça en meşhur metot, onu bir dil gibi de düşünebilirsiniz) olmak üzere gelişmiş algoritmalar eşliğinde sürekli pratik yapmak ve bunları akıcı bir biçimde kas hafızasına dönüştürmek gerekiyor. Sadece algoritma hâfızası da değil mesele, küpün üzerindeki örüntüleri hızlı tanıyabilme beceriniz ne kadar iyiyse o kadar iyisinizdir. Aslında küp çözmede gelişmenin sonu görünmüyor, sürekli öğreneceğiniz küçük formüller, numaralar vs. bulabilirsiniz. Her şey yolunda giderse, bugünlerde 3x3 için 15-20 saniye yarışmalara katılmanız adına anlamlı bir eşik süre olarak görülebilir pekâlâ. Türkiye için bu süre çok daha yüksek olacaktır elbette. Gördüğüm kadarıyla memleket dâhilinde averaj derecesi 15 saniye altında olan 100 kişi bile yok, 10 saniye altında ise yalnızca 13 kişi var. Ayrıca yarışmalarda zaman limiti çok daha yüksek tutuluyor, dolayısıyla çömez olarak bile gidip öyle ya da böyle bir derece olsun yapılabilir. Derece demişken, hâlihâzırda 3x3 resmî dünya rekoru 3.47 saniye ve pek de iyi tanınmayan bir küp çözücüye, Yusheng Du'ya âit. Averaj rekor (AO5, peş peşe beş çözümün ortalaması) Max Park tarafından daha birkaç hafta önce tekrarlandı: 4.86 sn. Bunlar önceki on yıla kıyasla akıl almaz süreler ve bir obje olarak küplerin kemâle erme sürecinin açık bir sonucu.
Peki 3x3 bir küp daha ne kadar hızlı çözülebilir? WCA’in resmî bir organizasyonunda kaydedilmemiş ve 3.47 saniyenin altına inebilen süreler olduğunu biliyoruz. Youtube’da kayıtlı olarak bulunabilirler. Benim bildiğim kadarıyla en iyisi 2.68 saniye. Küpün yapısal bütünlüğü korunarak ve insanın fiziksel yapısı ile 2 saniye altına inilebilir mi kestirmek çok zor. Bilmiyoruz, ama robot mafsalların bizden çok daha iyi bir iş çıkardığı açık. M.I.T’de geliştirilmiş bir robotun rekoru 0.38 saniye, özetle her şey bir ânda olup bitiyor. Belki de daha şaşırtıcı olan gözler kapalı hâldeyken (blindfold) yapılan çözümlerdir. İlk olarak Steven Pochmann’ın geliştirdiği bir metotla gerçekleştirilen bu çözümler, daha sonra daha hızlı algoritmalar kullanılarak da yapılmaya başlandı. Şu ânda resmî rekor 14.51 saniye. Bu sürenin içinde küpün üzerindeki bulmacanın ezberlenmesi de gerekiyor. Özellikle Graham Siggins’in aynı minvalde 60 adet küpü 59 dakika 46 saniye içinde çözdüğü rekorunu görmenizi isterim, olağanüstü bir iş.
Sözün özüne gelirsek, akıllı küp demiştim, bu yazı ondan aldığım hazzın bir sonucu olarak yazıldı. Zamandan keyif almayı neredeyse hepten terk ettiğim şu günlerde, söz konusu küpü ne zaman elime alsam fazlasıyla eğlendiğimi görüyorum. Dolayısıyla küpü çevirmenin büyüsüne geri dönüyorum tekrar ve tekrar. Ernö Rubik çok haklıydı, rubik küp aynı zamanda duygusal bir obje. Katmanlar üç eksende karmaşık bir dansa katılırken renkler bir örgü gibi efsûnunu dokuyorlar ellerime. Sanırım rubik küp, akıllı olsun olmasın, söz konusu zaman geçirmek olunca insandan çok daha başarılı bir ürün! Star Trek’in The Next Generation serisini izleyenler, ana düşmanlardan birinin “Borg” adı verilen sibernetik bir tür olduğunu hatırlıyordur. Küp şeklinde ve galaksiye dehşet saçan bir uzay gemisi ile dolaşıp diğer canlıları asimile etmekle meşgul bir kolektiften bahsediyoruz (aramızda haklı olmalarından kuşkulananlar vardır). Onlarla karşılaştığımızda alın yazımız dile gelmiş gibi meşhur sloganlarını duyarız: “Resistance is futile”. Evet, rubik küp de biraz borg küpü gibi, kesinlikle karanlık bir obje değil, ama yine de sizi kolektifine dâhil ediveriyor. Elinizden bırakamıyorsunuz, direniş nâfile!

Bir bezm-i musîbet ü belâdur / Kim evveli gam sonı fenâdur

5 Ocak 2013 Cumartesi

Riyâh-ı Leyâl

Ey gizli kebuterlerin âheste sürûdu
     Ey mirvaha-i lâne-i mürgân
          Ey bâd-ı hırâmân
Âfâka inince gecenin sütre-i dûdu
     Başlarsın ufuktan seyelâna
          Bâlîn-i cihâna!
Ol dem ki olur, ey tarab-âmûz-ı hayâlât,
     Bir nây-ı zümürrüd gibi nâlân
          Destinde nihâlân...
Ol dem ki olur dest-i bilûrunda semâvât,
     Bir çeng-i dil-âvîz-i müzehheb
          Bir ûd-ı mükevkeb...
Ol dem getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,
     Ondan bana sen gizlice bir ses,
          Ey bâd-ı peyem-res,
Ol dem getir ondan bana sen gizlice bir ses;
     Ol dem götür ey bâd-ı şebângâh,
          Benden ona bir âh!...

Bir ninni ile rûh-ı leyâli uyutursun;
     Ervâha eder da'vet o ninni
          Bir hâb-ı muganni!
Bir hâb-ı muganni ile rûhu avutursun;
     Bir hâb-ı mugannide gönüller
          Rü'yâları dinler!
Ey bâd-ı muganni ki hadâıkda verirsin
     Her nağmeye, her saza muâdil
          Yapraklara bir dil...
Ey bâd-ı muattar ki semâdan getirirsin
     Her zühreye bir nâme-i hoş-bû,
          Bir bûse-i dil-cû...
Bir ses getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,
     Bir şeb getir ey bâd-ı peyem-res,
          Ondan bana bir ses!...
Ey bâd-ı peyem-res getir ondan bana bir ses,
     Yâhûd götür ey bâd-ı şebângâh
          Benden ona bir âh!...

Ey dağların en sâf ü tabiî nakarâtı,
     Tekrîr-i sürûdunla ağaçlar
          Cûlar gibi çağlar!
Dağlarda akan çeşmelerin hoş nagamâtı
     Eyler seni, ey bâd-ı tabîat,
          Dağdan dağa da'vet!
Ey zemzeme-fermâ-yı ser-âheng-i sahârî
     Her sûdan edersin dil ü câne
          İsâl-i terâne!
Senden alır elhânını ebhâr u mecârî;
     Her sahile bir neşe verirsin,
          Bir ses getirirsin...
Bir ses getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,
     Bir şeb getir ey bâd-ı peyem-res,
          Ondan bana bir ses!...
Ey bâd-ı peyem-res getir ondan bana bir ses;
     Yâhûd götür, ey bâd-ı şebângâh
          Benden ona bir âh!...

Mizmâr-ı serâdan gelen âsûde nevâlar,
     Cûlardaki sâzende hayalât,
          Dağlardaki esvât,
Ebhâr u sevâhildeki bîhûde sadâlar
     Vermez dil-i şeb-hîzime ârâm;
          Etmez beni hoşkâm!
Ben neyleyim elhân-ı yek-âheng-i cihânı?
     Ey lâne-i seyyâl-i mezâhir,
          Ey bâd-ı meşâcir,
Anlat bana bir dildeki âheng-i nihânı;
     Gönder bana bir zemzeme-i sâf,
          Bir nağme-i şeffâf...
Bir ses getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,
     Bir şeb getir ey bâd-ı peyem-res,
          Ondan bana bir ses!...
Ey bâd-ı peyem-res getir ondan bana bir ses,
     Yâhûd götür ey bâd-ı şebângâh,
          Benden ona bir âh!...

- Cenap Şahabettin -

*****

Ölmek

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Titrek
Parıltılarla yanan mesâ-yı mezbaha-renk
Dağılırken suhûr-ı üryâna,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Kanlı bir gömlek
Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O dem ki refref-i hestîye samt olur ka'im
Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde
Sürüklenir sular âfâka şu'le hâlinde
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümide adem
Bir derin sesle "haydi" der uçurum,
O dem,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden
Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.

- Ahmet Haşim -

Bir garip şâir: Comte de Lautréamont

24 Kasım 2012 Cumartesi

“Kitaplıkları dolduran kâğıt yığınlarının alınlıklarına iyilik yontusu dikmek yetmez. Ey insanoğlu! İşte sen, şimdi çift ağızlı elmas kılıcımın karşısında, bir solucan gibi çırılçıplaksın.”

 - Les Chants de Maldoror (Maldoror’un Şarkıları) -

*****

Hâl-i hâzırda takvim 24 Kasım 2012’yi işâret ediyor. Bundan tam 142 sene evvel, Isidore-Lucien Ducasse adında biri, Paris’te bir otel odasında kendi canına kıymayı tercih etti.

"Yaşamı bir yara gibi karşıladım ve intiharın yarayı iyileştirmesini yasakladım. İsterim ki, sonsuzluğunun her ânında bu açık çatlağı görsün Yaratıcı. Ona verdiğim cezadır bu."

Böyle yazmıştı, Comte de Lautréamont adı altında, fakat vazgeçtiği gün, derman aradığı gün gelip çattığında daha 24 yaşındaydı ve o güne dek bir insan tarafından kaleme alınmaya cesâret edilmiş en karanlık ve kötücül metinlerden birinin de henüz adı sanı duyulmamış yazarıydı.

Bu vesile ile, Les Chants de Maldoror (Maldoror’un Şarkıları) başlığı taşıyan ve ancak ölümünden sonra yayımlanabilen bu şâirâne ve eşsiz çalışmaya  dâir Jeffrey Burton Russell’ın kısa bir değerlendirmesini ve bilâhere Cahit Koytak’ın bir şiirini kayda geçirmek isterim:

Dekadan hareketin gerçek anlamda İblisçi diyebileceğimiz tek üyesi Lautréamont adıyla eser veren Isidore Ducasse’tı (1846-1870). Tüm bahanelerimizi bir yana bırakıp, en yoğun ve şaşırtıcı yönleri içinde kötülükle yüzleşmemiz gerektiğini savunuyordu. Sade’ın izinden yürüyen Lautréamont, yaratıcı acımasızlığın dehanın ve içtenliğin bir işareti olduğuna inanıyordu; Baudelaire’in ikiyüzlülüğe yönelik nefret dolu saldırısını kendi ruhunun en tiksinti verici köşelerini keşfetmek üzere bir araç olarak kullandı. Les Chants de Maldoror [Maldoror’un Şarkısı] adlı bu karanlık başyapıtın anlatıcısı Maldoror, Sade, İblis ve bizzat Ducasse’ın bir birleşimidir; bitimsiz sapkın kıyımları zihninde kurgular ya da bunları işler.

Lautréamont’un gerçekten bir çılgın olup olmadığı açık değildir; zihninde beliren her edimi uygulamadığı ya da ciddi olarak bunları uygulamayı savunmadığı kesin. Yine de kendini bir İblisçi gibi gösteren ve ruhunda yatan gizli günahlarıyla alay eden bu ironik dandy, kendi düşlemlerinden büyük bir heyecan duymakta ve ironik kötülükle gerçek kötülük arasındaki uzaklık azalmakta ve incelmektedir. Maldoror parkta bir bankın üzerinde oturan bir kız çocuğu görür ve o an, bir domuzun çocuğun cinsel organlarını kemirdiğini ve vücudunun içini oyduğunu hayal eder. Genç çocuklara işkence ettiğini ve onların kanını ve gözyaşlarını içtiğini düşler. Bir bebeği öperken yanaklarını bir usturayla doğradığını düşlemler. Vampirizm, nekrofili, kutsalı kirletmek, hayvancılık, ensest, sadomazoşizm, kulamparalık, sakatlama, cinayet ve yamyamlık saplantıları arasındadır.

Maldoror’da ozan, insan ruhunun tüm ikiyüzlülüklerden özgür, gerçekçi bir portresini yapmayı amaçlamaktadır. "Maldoror kötü doğmuştu. Gerçeği kabul etti ve kendisinin bir kan dökücü olduğunu söyledi." Ancak insanın özünde iyi olduğunu savunan yumuşak başlı Aydınlanmacı-romantik görüşe tepki gösteren Lautréamont, savunulması olanaksız diğer uçta yer aldı. İnsanların iyi olduklarına duyulan inancın, kötülüğün nereden geldiği sorusunu ortaya çıkarmasına karşın, Lautréamont’un karanlık evreni de, iyiliğin varlığını açıklanamaz kılar. Öyle ki o, Maldoror’u kötü bir şaka, gerçeküstücülüğe ve dadaizme ulaşan yolu gösteren bir "poz" olarak tasarlamıştır. Maldoror’un aşırılıklarının dehşet verici olmalarının yanı sıra gülünç denecek ölçüde acayip oldukları da bir gerçektir; yine de yazar, bilinçli denetimin ötesindeki karanlık güçlere uzanan yolu kendisine açmış görünmektedir. Maldoror övünç içinde "dehasını kan dökücülüğün tadını betimlemek için kullandığını" söyleyerek başlar ve onu kurtarmak üzere gönderilen bir meleği öldürmekle kurtuluşu reddettiğini simgeleyerek bitirir. -
(Jeffrey Burton Russell - Mephistopheles, s. 314-316)

Isidore Lucien Ducasse
(1846-1870)

toplam yirmi dört yıl,
yedi ay, yirmi gün,
on bir saat yaşamış.
ve bir otel odasında
intihar etmiş.

bu ölme becerisi, muhtemelen,
kalıtımsal bir özellikmiş.
çünkü zavallı annesi de,
o daha yirmi iki aylıkken,
başarıyla kıymış kendi canına.

öldüğü gün yalnızca iki görgü tanığı
çıkabilmiş koskoca Fransa’da,
Isidore Lucien Ducasse
adını taşıyan birini
sağlığında gördüğünü söyleyen.

‘Maldoror’un Şarkıları’,
yahut ‘Aurore du Mal’,
yahut ‘Onaylanmış Bilginin
İntiharı’, diye anılmayı hak eden
şiirimsi metinler karalamış.

bu notlara bakılacak olursa,
aklı bir süs köpeği gibi
tasmasından tutup, bütün bir ömür,
ruhun kenar mahallerinde
sokak sokak gezdirmiş.

sonra bir gün köpeğini kaybetmiş;
o gün akşama kadar aramadığı sokak,
bakmadığı delik kalmamış,
akşam yorgun argın otele döndüğünde,
“bir de kafamın içine baksam, yahu!

bir de kafamın içine baksam,
bir de kafamın içine, yahu!” demiş
ve tutmuş şakağında
şiiri gibi akıl dışı, trajik
bir delik açıvermiş.

- Cahit Koytak -

İbnu'l-Cevzî ve Eserlerine Dâir Üç-Beş Kelâm

16 Kasım 2012 Cuma

Uzun süredir bloğa yazamamış olmanın mahcubiyeti ile bir kez daha karşınızdayım ey okur. Bu kez ilginç bir şahsı misafir edip, bazı metinleri üzerinden hakkında birkaç kelâm olsun dillendirmeye gayret edeceğiz. Bir süredir aheste de olsa, İbnu’l-Cevzî’nin metinleri ilgi alanıma girip çıkmaktalar. Kitâbu'l-Ezkiyâ (Zekiler Kitabı), Kitâbu’l Hamkâ vel-Mugaffelîn (Ahmaklar ve Dalgınlar Kitabı), Ahbâru’z Zirrâf ve’l-Mutemâcinin (Latifeler Kitabı) ve Telbîsu İblîs (Şeytanın Ayartması) gibi metinler bunlar. Fakat metinler üzerinden yürümeye başlamadan evvel, kimdir İbnu’l-Cevzî sorusuna kabaca olsa da bir yanıt vermekte fayda var.

Hicrî VI. asrın çalkantılı günlerinde Bağdat’ta doğmuş, din ve edep ilimlerinin pek çoğunda oldukça yetkin eserler bırakarak her fâni gibi göçüp gitmiş bir şahsiyet İbnu’l Cevzî. Künyesi Ebu’l-Ferec olan İbnu’l-Cevzî'nin şeceresi Hz. Ebu Bekir’e kadar uzanıyor. Onu yaşadığı döneminin koşullarından ayrı bir karakter olarak düşünmek elbette mümkün değil. Bu döneme hâkim olan resme nazar edildiğinde, kökleri IV/X. yüzyılda atılmış bir dağılış manzarası görülecektir. X. yüzyıldan itibaren doygunluk noktasına ulaşan sınırlarla birlikte, Bağdat’taki Abbâsî halifesinin otoritesi de çökmeye başlar. Öyle ki, Fâtimîlerle birlikte emîru-l-mu’minîn ifadesi âdeta önüne gelenin kullanmaktan çekinmediği bir ünvana dönüşmüş ve ciddi bir halife enflasyonu meydana gelmiştir. XII. yüzyılda Bağdat’ta hâlâ bir Abbâsî halifesi vardır elbette -İbnu’l-Cevzî'nin uzun ömründen altı Abbâsî halifesi geçip gitmiştir- fakat Selçuklu sultanlarının eline bakan, siyasal gücü çok kısıtlı bir halifedir söz konusu olan. Mevzû-i bahs siyasal çöküntünün ve bölünmüşlüğün, dinsel alana da kaçınılmaz olarak yansıdığı ve farklı ekollerin, özellikle de bâtınî te’villerin ve gulât-ı şîa fırkaların alıp yürüdüğü bir döneme de tekâbül eder bu târihsel çerçeve. Hâl böyleyken İbnu’l-Cevzî hem kişisel gayretleri üzerinden hem de resmî talepler düzeyinde bilfiil bu akımlarla mücadele içinde bir ömür geçirmiştir.

Onun 200’den fazla metin kaleme aldığı rivâyet ediliyor ki, bugün elimizde bu yekûnun yarısından azı mevcut ve bu mevcudun da basılmış olanları küçük bir kısmından ibaret durumda. Yaşadığı dönemde İbnu’l-Cevzî diğer vasıflarından evvel çok popüler ve etkileyici bir vâiz olarak tanınmıştır. Öyle ki, vaazlarında 50.000 dinleyiciye kadar ulaşabildiğinden bahsediliyor(bu sayının kesretten kinâye olması muhtemel olmanın ötesinde). Fakat vâizlikteki ününün yanında, onu büyük bir muhaddis, müfessir, mütekellim, fakih, târihçi ve dilci olarak da selamlamak durumundayız. Nitekim beş ayrı medresede müderrislik yapabilecek düzeyde olduğunu görmekteyiz. Sadece 6o yaşında kendi inşa ettirdiği medresede 14 ayrı dalda ders verdiğini öğreniyoruz kaynaklardan. Dahası pek çok müspet ilim dalında da eserler kaleme almıştır.

Yeri gelmişken eserleri arasında en meşhur olanlarına şöyle kısaca bir değinmiş olalım: el-Mevzûat adlı uydurma hadisleri topladığı çalışma, bu alanda yapılmış en erken örneklerden biridir. Yine el-İlel adlı bir diğer hadis çalışmasında da zayıf rivâyetleri bir araya getirdiğini görmekteyiz. Tefsir alanında Zadu’l-Mesîr adlı ünlü bir muhtasar tefsiri mevcut. Akâid alanında ise Ahbâru's-Sıfat ve Def’u Şubehi't-Teşbih adlı eserleri öne çıkmakta. Târihe gelince, el-Muntazam fi’t-Târih adlı çalışması yıllık-biyografi türünün elimize ulaşan ilk örneği kabul ediliyor. Döneminin Bağdat’ı için eşsiz bir kaynak olarak görülmekte. Yine bu son kitap klasik İslâmî ilimlerde “ahbâr” denilen kronolojik olmayan rivâyet merkezli târih çalışmalarının da yetkin bir örneğidir ki, yayımlanan metinlerinin epeyce bir kısmının az-çok bu nevîden metinlerden müteşekkil olduğu görülecektir. 

Hülâsa İbnu’l-Cevzî’nin hâkim olduğu yelpazenin genişliğine bakıldığında, hem onun şahsî gayretine hem de klasik dönemdeki eğitim sisteminin başarısına hayran olmamak zordur. Öylesine yoğun bir yazım faaliyeti göstermiştir ki, vasiyetinde eserlerini yazarken kullandığı kalemlerin birikmiş talaşlarının yıkanacağı suyun ısıtılmasında kullanılmasını istediği ve neticede böyle yapıldığında geriye fazladan talaş kaldığı anlatılagelir.

Benim burada vâkıf olduğum metinler içinde odaklanacağım esas kitap Telbîsu İblîs olacak, ama en başta ismini andığım diğer metinlerin ahbâr türünün artık klasik hâline gelmiş metinleri olduğuna da işaret etmeliyim. Yukarıda dikkat çekildiği üzere bunlar kronoloji takip etmeyen, birer rivâyet derlemesi olarak kaleme alınmış eserler. Metinlerin mâhiyetlerine tek tek girmiyorum, zîrâ isimlerinden ma’lûm olmalı. Eğer Câhız ve İbn Abdirabbih gibi isimleri okumuşsanız, bu metinlerin biçimine de oldukça âşinasız demektir. Elbette kitapların yapı ve üslûbuna İbnu’l-Cevzî’nin vâiz olmasından mütevellit özellikleri yansımış durumda, yani işbu metinler oldukça didaktik bir keyfiyet arz edebiliyorlar, fakat öte yandan her birinin İslâm kültür târihi hakkında benzersiz birer kaynak olduğunu da teslim etmemiz gerekiyor.

Telbîsu İblîs’e dönersek, bu metin ayrı ayrı yayınevleri tarafından Türkçe’ye benzer isimler altında birkaç defa çevrilmiş görünüyor. Eser temelde üç bölümden müteşekkil ve tanınmış bir takım şahısların veyahut çeşitli fırka ve mezheplerin i'tikadî ya da amelî düzeyde içine düştükleri hata ve yanlışlara dair rivâyetlerin derlendiği ve müellif tarafından ciddi şekilde tenkit edildiği bir muhtevaya sahip. Tabiî bu noktada İbnu’l-Cevzî’nin Hanbelî ekolüne mensubiyetini hatırlatmak elzem oluyor. Dolayısıyla o gelenekçi(selefî) gruba mensup bir kalemdir ve eleştirilerinin yönü ve sertliği de bu bağlam dikkate alınarak okunmak zorundadır. Fakat onun kendi sözlerine yansıyan Hanbeli mensubiyetinin, metinlerinin geneli açısından ciddi tenâkuzlar doğurduğunu da belirtmeliyiz. Bu manzaraya bakarak onun mutaassıp bir Hanbelî olmadığını söylemek elbette kolay, ama bu tespitin tek başına yeterli olmadığı da ortada. Çünkü o, özellikle akâid bağlamında gerektiğinde sık sık akla dolayısıyla te’vile başvuran orta yolcu bir Eş’ari gibi konumlanmış gözüküyor. Öte yandan her ne kadar akılcı bir eğilimi varsa da, aynı zamanda bir disiplin olarak kelâma ve kelâmcılara karşı oldukça menfi düşünceler beslediğini de görmekteyiz. Örneğin Telbîsu İblîs’de şuna benzer birçok rivâyet aktarmakta bize:

Ebu’l-Meali el-Cüveynî derdi ki: “Tüm İslâm âlemini ve uğraştıkları ilimleri dolaştım. Denizlerde de yolculuk yaptım. İslâm’ın nehyettiği şeylere daldım. Tüm bunları taklitten kaçınıp hakkı aramak için yaptım. Ama şimdi hepsinden döndüm ve hak kelimeye geldim. Şu ihtiyarların dinini izleyin. Eğer hak bana ulaşmaz da bu ihtiyarların yolu üzere ölmezsem ve bu dünyadan göçerken ihlas kelimesi ile ağzım kapanmazsa vay halime.”

Her ne kadar alıntıda yer verilen Cüveynî bir Eş’ari ise de, kelâma dönük tenkitlerdeki ana hedef genelde Mu’tezile olmaktadır. Fakat bu bağlamda metodolojik bir tutarsızlık göze çarpıyor, zîrâ bir yandan genelde mütekellimleri özelde Mu’tezile’yi Allah’ın varlığı ve sıfatları gibi meselelerde filozoflardan alınmış yöntemlerle akla ve te’vile başvurmaları dolayısıyla ağır bir biçimde suçlarken, diğer yandan yukarıda işaret ettiğimiz üzere kendisi de Müşebbihe ve Mücessime’ye karşı hiç çekinmeden te’vile gidebilmektedir. Dolayısıyla İbnu’l-Cevzî’nin nakil-akıl geriliminde konumu oldukça muğlak ve metinden metine çok değişebiliyor. Bu sorunu çözebilmek için bazıları, onun fıkıhta Hanbelî, itikatta Eş’ari olduğuna işaret etmekteler. Fakat böyle bir çözümün kendi içinde tutarlı olması ne derece mümkündür, bu en azından benim için pek açık değil.

Behemehâl Telbîsu İblîs, İbnu’l-Cevzî’nin gelenekçi yönünün ağır bastığı bir metin. Her ne kadar yer yer mutekaddimûnu taklit etme konusunda menfî bir duruş sergiliyor ise de, eser sünnete ve cemaate bağlılığa övgüler düzerek açılan ve bid’atları ve bid’atçıları zemmederek yoluna devam eden bir metin mâhiyetindedir. Bu doğrultuda bakıldığında, Telbîsu İblîs’in eleştiri okları karşısında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın temel çekirdeği dışında hemen herkes hazır ve nâzırdır. Sözün burasında müellifin 73 fırka (Fırkayi Nâciye) ile ilgili meşhur hadise gelip demir atması okur için bir sürpriz olmayacaktır sanırım. Öyle ki, cehennemlik olan fırkalar bâbında Kaderiye, Cebriye, Mürcie, Rafiziye, Cehmiyye ve Haruriye isimlerini ve bunların her birinin 12 alt fırkasını tek tek sayar ve böylece bunları 72’ye tamamlayıp, sapıklar kervanına ekleyiverir. Bu tasnifin bugün için iler tutar bir yanı elbette yok, zîrâ esâsen İslâm târihine kaba bir bakış bile, 73 sayısının vak'a ile yakınlık düzeyinde bile bir ilişkisinin olmadığını, dahası süreç içinde ortaya çıkan fırka, ekol ve mezheplerin isimlerinden ansiklopedik bir çalışma bina edilebileceğini aşikâr kılmaya yetecektir.

Tabiî yeri gelmişken İbnu’l-Cevzî’nin bahse konu gelenekçi pozisyonuyla,  spesifik eleştirilerindeki isabet oranının zorunlu olarak bağlantılı olmadığının altını mutlaka çizmek gerekiyor. Doğrusu çoğu zaman oldukça haklı ve sağlam tenkitlerde bulunduğunu düşünmemek için hiçbir neden yok. Telbîsu İblîs’in yarısından fazlasının tasavvuftaki aşırılıklara ayrıldığını düşünürsek bu özellikle böyle. Fakat kitabın tenkitlerinin isabeti bir yana dursun, bu alanda bir araya getirdiği rivâyet zenginliği hesaba katıldığında, temel bir kaynak olma özelliğini haizdir.

Tenkit düzeyinde gördüğüm en temel sorun, müellifin hedef tahtasına koyduğu şahıs ya da grupların, düşünce ve eylemlerine delil olarak gösterdikleri rivâyetlerin problemlerine haklı olarak işaret ederken, kendisinin de zaman zaman en az onlar kadar sorunlu olan haberlerden karşı dayanaklar oluşturma yoluna gitmiş olmasıdır. Hâl böyleyken, İbnu’l-Cevzî ile ilgili başka bir tutarlılık sorununa daha gelip çatıyoruz. En başta eserlerinden bahsederken İbnu’l-Cevzî’nin mevzû ve zayıf hadisler konusunda müstakil metinler kaleme alacak düzeyde yetkin olduğuna işaret etmiştik. Onun şahsında, cesaretle metin tenkidi yapmış bir musannifle karşı karşıyayız. Öyle ki, eleştirilerinden dokunulmazlık zırhına bürünmüş hadis otoriteleri bile kayda değer biçimde nasiplenmiştir.  Kutubu’s Sitte’deki pek çok hadis ve hattâ mensubiyetini deklare ettiği ve bu yönde sık sık atıf yaptığı Ahmed bin Hanbel’in el-Musned’indeki hadisler bile onun tenkit ağına yakalanmaktan kurtulamamışlardır. Biraz da bu metinlere dil uzatabildiği için, daha sonraları İbn Hacer, Suyûtî ve Zehebî gibi isimlerin çeşitli eleştirilerine de ma’ruz kalacaktır zaten.

Yine bir noktada hadisle iştigal edenlerin öncelikle fıkıh bilmesini şart koştuğunu da görmekteyiz ki,  fıkıh bilmeden hadis toplama işini hadis hamallığına benzetmektedir. Bu dikkat çekici biçimde Ehl-i Re’y’e de göz kırpan bir yorumdur. Yeri gelmişken, belki Taberî’nin Ahmed b. Hanbel’in bir fakih olmadığı, Hanbelîliğin de bir fıkıh ekolü olmadığı yolundaki eleştirilerini hatırlatmak ilginç olacaktır.

Beri yandan, kendi dönemine kıyasla cesur bir muhaddis izlenimi veren İbnu’l-Cevzî, iş diğer metinlerine gelince farklı bir kişiliğe bürünüyor âdeta. Bu bağlamda, yukarıda bahsettiğim okumaları yaparken, hem Telbîsu İblîs’de hem de diğer ahbârî metinlerinde kullandığı birçok rivâyetin ciddi ölçüde problemli olduğu nokta-i nazarında sürekli bir rahatsızlık hissettiğimi söylemeliyim.  Zaman zaman öyle rivâyetler ya da kıssalara rastladım ki, apaçık uydurma olduğu belliyken, pervasızca kullanılmaktaydılar. Nitekim hakkında yapılmış dikkatli çalışmalar İbnu’l-Cevzî’deki bu garip soruna işaret etmekteler. Dahası öteden beri bu sorunun farkında olunduğunu da biliyoruz, örneğin İbn Teymiyye, ondan çok yararlanmasına rağmen, İbnu’l-Cevzî’nin uydurma rivâyetlere bolca başvurduğunu söylemekten çekinmemiştir. Neticede bu çelişkili durumu, unutkanlık gibi insanî ve kaçınılmaz zaafları bir yana bırakırsak, İbnu’l-Cevzî’nin yaşadığı dönemin siyasal ve dinsel kriz ortamının bir yansıması olarak okumak bir dereceye kadar mümkün olabilir. O, popüler bir vâiz olarak, herkesin ayrı telden çaldığı bir dönemde, bu neviden metinlerinde rivâyetlere karşı kritik bir yaklaşımdan ziyade, faydacı bir yaklaşım yolu izlemiş olabilir. Dolayısıyla rivâyetleri güvenilirliğine bakmaksızın işlevsel olarak konumlandırmış olması muhtemel. Böylece, özellikle Terğîb ve Terhîb mevzû-i bahs olduğunda hadis uydurmanın bile açık açık meşru kabul edilebildiği bir târihsel bağlam içinde İbnu’l-Cevzî’deki tenâkuz izah edilebilir bir zemine oturtulabilir diye düşünmekteyim.

Telbîsu İblîs’in tenkitlerinden en çok nasiplenenlerin mutasavvıflar olduğuna işaret etmiştik. Bu bağlamda İbnu’l-Cevzî’nin tasavvufu bütünüyle olumsuzlamadığının altını çizmeliyiz. Onun erken dönem zühd ehlinden, özel olarak Hasan-ı Basrî, Süfyan-ı Sevrî gibi isimlerin başını çektiği Basra ekolünden yana durduğunu söylemek mümkün. O, bu isimlerden örnek verirken, onların peygamberin ve sahabenin ahlâkının bir timsali olduklarını, müteahhirîn sûfîler gibi nazarî ve amelî konularda aşırılığa kaçmadıklarını ileri sürer. Geç dönem sûfîleri tenkit ederken onların şeriatın zâhirini görmezden geldiklerine, tahrif ettiklerine ya da külliyen önemsiz kıldıklarına işaret etmekte ve içine düştükleri onulmaz hataları, sosyal hayatın dinamiklerinden ve ilimden bütünüyle uzak kalışlarına yormaktadır. Şeytan kulaklarına fısıldadıkları ile onları yoldan çıkarmıştır yazarımıza göre. Yine müteahhirîn sûfîlerin iktidarla olan netameli ilişkilerine dikkat çekerek şöyle yazar: ”İlk sofiler, yöneticilerden nefret ederlerken sonrakiler onların ayrılmaz dostları oldular.”

İbnu’l-Cevzi’nin sûfîlerin aşırılıklarından dem vururkenki üslûbu ve aktardığı rivâyetlerin içeriği zaman zaman oldukça sertleşebiliyor. Şu örnek pasajda bu durum görülebilir:

Yunus b Abdula’la anlatıyor. Şafiî şöyle derdi: “Eğer bir adam günün ilk saatlerinde tasavvufa girerse öğlen olmadan ahmaklaşır.”
Yine bir sözünde İmam Şafiî şöyle der: “Sofilerle kırk gün beraber olan kimsenin aklı bir daha ebedi olarak ona geri dönmez.”

Müellif, halkın bu şahıslarla ilgili kerâmet haberlerini nasıl yoktan var ettiğine dair şu kayda değer rivâyeti de aktarır bize: 

“Zülfa anlatıyor. Rabiatu’l-Adeviyye’ye: “Teyze neden insanların yanına girmelerine izin vermiyorsun?” dedim. Şöyle dedi:
“Bana geldiklerinde insanlardan ne bekleyeyim ki, yanıma geldiklerinde yapmadığım şeyleri yaptı diye anlatacaklar. Hattâ benim hakkımda şöyle diyorlar; namazlığının altında dirhemler buluyor, ateşsiz kazanda yemekler pişiriyor, hâlbuki ben böyle şeyler görseydim korkardım.”

Birçok isim yapmış mutasavvıfı i'tikâdî ya da amelî düzeydeki hatalarından dolayı tenkit sırasına soktuğu eserinde, müellifin eleştirilerinden Huccetu’l-İslâm İmam Gazzâlî bile kurtulamıyor. Metinde, Gazzâlî’nin hataları ile ilgili hayretini de gizleyemediği birçok pasaj var. Dahası onun Gazzâlî’nin büyük eseri İhyâu Ulûmi’d-Din’in muhtevasındaki çok sayıda mevzû rivâyeti ayıkladığı Minhacu’l-Kâsıdîn adlı muhtasar bir çalışması olduğunu da biliyoruz (sonraki bazı araştırmacılar İbnu’l-Cevzî’ye hak vermenin de ötesine giderek İhyâ'nın %70-80 ölçüsünde problemli rivâyetlerden müteşekkil olduğuna işaret etmekteler).

Velhâsıl-ı kelâm, Telbîsu İblîs muhtevasındaki rivâyetlerin taşıdığı târihsel değerin yanında, içerdiği tenkitlerin daha sonraki dönemlerde özellikle gelenekçi ulema arasında birer referans olarak kabul görmesi açısından önemli bir metin keyfiyetindedir. Daha genel pencereden bakıldığında ise, İbnu’l-Cezvî, hem kemiyet hem de keyfiyet açısından, yazdığı eserlerle ve bu eserler üzerinden yaşadığı döneme ve öncesine dair tuttuğu ışıkla, onun eserlerine başvurmadan bir İslâm târihi ve İslâmî ilimler târihi yazılmasını neredeyse imkânsız kılacak ölçüde kıymetli kayıtlar bırakmış, dolayısıyla davasına ve görüşlerine biçtiğimiz değerin ötesinde, sırf bu inanılması güç gayretkeşliği nedeniyle minnettar olmamız gereken bir hüviyet taşımaktadır. 

Keyifli okumalar...