Kültürlerarası Felsefe

14 Ocak 2010 Perşembe

Felsefe merakla başlar, diye buyurmuş Alfred North Whitehead, velâkin içinde böylesi bir merak uyananlar nereden başlayacaklarını bilememekten muzdariptirler genelde. Felsefe dediğiniz mefhum girift bir labirent izlenimi uyandırır insanda ne de olsa ve bu pek yanlış bir izlenim de değildir. Yine de meraklıların bazıları cesaretlerini kaybetmeden ilk neresinden yakalamışlarsa orasından devam ederler yolculuklarına, ki bu da çok muhtemel bir yamalı bohça vak'ası demektir. Kaldı ki, son dönemde bilgiye ulaşma biçimlerimiz çok değişti; geleneksel okurlar olmaktan hızla uzaklaşıyoruz. Bugün Internet üzerinde hemen her konuda, kolayca erişilen sıhhati şüpheli özetler ya da hazır ansiklopedik girdiler hüküm sürmekte. Etrafımız wikipedia ve türevlerinden edinilmiş bilgelikten geçilmiyor ve hipermetinsel sıçramalarla ele geçirilen bilgi kırıntıları yeni döngüler oluşturmak üzere kendilerini kopyalayıp duruyorlar mütemadiyen (elbette hipermetinsel bir yapının doğurduğu yeni ve önemli imkânlar var, ancak sorunlar da var ve bunlar hakkında yaygın bir bilinç oluştuğu söylenemez.)

Şu an sol yanımda duran çalışma kendisini kültürlerarası felsefeye giriş metni olarak tanıtıyor okuruna. Viyana Üniversitesinde felsefe profesörü olan Franz Martin Wimmer'ın Interkulturelle Philosophie adlı kitabından bahsediyorum. Esasen genel olarak felsefeye giriş için hazırlanmış çok sayıda kaynak metin bulunmakta. Bunların bazıları kendi bütünlükleri içinde gerçekten değerli, bazıları yetersiz, bazıları da fazlasıyla demode durumdadır. Bir de tabiî meşrebine göre kitap okuma alışkanlığı var insanlarda. Sözgelimi Georges Politzer'in, Felsefenin Başlangıç İlkeleri Marksist bir dünya görüşü dâhilinde bir el kitabı kabul edilebiliyor hâlâ. Fakat nihâyet en mülayim yorumla bile köhne, haddinden fazla sübjektif nitelikli bir metin olarak çoktan unutulmaya yüz tutmuş kitaplar bölümünde saygın bir konum edinmiş olmalıydı kendisine.

Kültürlerarası Felsefe'ye gelince, geleneksel eğilimlere kıyasla oldukça farklı ve güncel bir perspektiften görmeye çalışıyor felsefeyi. Yıllar önce ünlü astronom Carl Sagan'ın Cosmos adlı kitabını okurken, son bölümünde bir çizelge görmüştüm. Bir zaman çizelgesiydi mevzu bahis ve en başında Thales yer alıyordu, sonra Pythagoras, Demokritos, Platon diye devam ediyordu, tâ ki, MS.V. yüzyıla kadar. O tarihte İskenderiye kütüphanesinin yok edilmesi ve karanlık çağların başlamasını imliyor ve sonra da XV. yüzyıldan yoluna devam ediyordu. V. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar olan zaman diliminde hiçbir kayıt yer almıyordu çizelgede ve sayfanın sol alt köşesine şöyle bir açıklama düşülmüştü.

Bu, kitapta söz edilen insanlar, makineler ve olaylara ait bir zaman çizelgesi. ... Çizginin orta bölümüyse insanoğlu için kaybolan 1000 yıllık büyük boşluğu ifade ediyor.

Bütün bir çizelgenin, Avrupa kültürüne ait olduğu varsayılan kişiler ve değerler manzumesi olması bir yana, aradaki bin yılı insanlık için kayıp sayan zihniyet bunu nasıl başarabilmişti acaba?! Böyle bir görüşün bırakın bütün insanlığı, sadece Avrupa coğrafyası açısından bakıldığında bile ne denli sorunlu olduğu görülebilirdi halbûki. Bugün bize hiç makul gözükmeyen bu sunum elbette sadece Carl Sagan'a ait bir soruna işaret etmiyor, aksine paylaşılan bir günahtan alıyor gücünü. Bugün bilim tarihi konusunda olduğu gibi, felsefeye giriş metinleri ya da felsefe tarihiyle ilgili çalışmaları gözden geçirdiğimizde, bu metinlerin genel olarak -Sagan'ın çizelgesinde olduğu üzere- Thales'ten başladığını  (bu konuda tam bir mutabakat yoktur) ve batı düşüncesinin dışına neredeyse hiç çıkılmadığını görebiliriz. Bu kurgu felsefenin Batı'ya özgü bir uğraş olduğuna dair çok eski ve köklü bir kanıya dayanıyor. Temelinde bariz bir Avrupa-Merkezcilik yatmakta. Öyle ki, felsefe yapabilmeniz için önce beyaz ve erkek doğmanız, sonra Helen ya da Hıristiyan bir kültürde yetişmiş olmanız beklenir. Zaman zaman bu tür metinlerde başka kültürlerden felsefe örnekleri görmeniz tabiî ki mümkün; İbn Sina ya da İbn Rüşd gibi isimlere rastlayabilirsiniz en azından, ama genellikle sadece bir takım aracı ve taşıyıcılar olarak, tâli filozoflar bâbında sunulacaklardır.

Zaman zaman belli noktalardan eleştirilmiş olsa da (sözgelimi Herder'in tarih felsefesinde), uzun zaman hükmünü sürmüş bu yerleşik kanının, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, özellikle de son çeyrek dilimde 'post'u sermiş okumaların rüzgârını da alarak (önemli ölçüde Derrida ve yapısöküm üzerinden), giderek daha çok kuşku götürür hâle geldiğine şahit oluyoruz. Çin, Hindistan ve Afrika gibi farklı alanlarda katedilen önemli mesafeler, felsefenin Avrupa(ve ABD) coğrafyasına sıkışmış bir uğraş olmadığını ve olamayacağını açıkça işaret ediyorlar. Ayrıca Avrupalıların öteden beri kendilerine ait olduğunu düşündükleri bir takım kutsal alanlar taciz edildi bu süreçte. 

Bütün bu gelişmelerin ışığında Wimmer'in çalışması, Batı merkezli felsefenin sözünü ettiğimiz çıkmazlarını ele alırken, artık kendi kendine yeten bölgesel, tekil ve bağımsız bir felsefeden değil, birbiri ile sürekli iletişim hâlinde olan felsefelerden söz edilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Kendi ifadesiyle farklılıklarla birlikte ve farklılıklar arasında felsefe yapmanın yollarını arıyor Wimmer. Bu eksende kitabın bir noktasında şu negatif formülasyona rastlıyoruz: "Ortaya çıkışında yalnızca tek bir kültürel geleneğe ait insanların pay sahibi oldukları hiçbir felsefi savı, iyi temellendirilmiş kabul etme."

Elbette bir kültürlerarası felsefeden bahsederken üzerinde durulması gereken pek çok sorunsal var. Bu bağlamda felsefenin ve kültürün ne idüğü; felsefe-din-bilim ayrımının nasıl anlaşılması gerektiği; bir kültürlerarası iletişimin teorik/pratik sorunları; söz-merkezli/yazı-merkezli geleneklerin karşılaşması gibi meseleler önemli tartışma alanları olarak öne çıkmaktalar. Başka felsefî kültürler hakkında konuşurken bunları Batı felsefesi içinde boğmadan ya da asimile etmeden konuşmayı başarmak gerekecektir öncelikle. Bir kültürlerarası felsefe tamamen yatay düzlemde yürütülmeli ve herhangi bir hiyerarşi düşüncesini temelden reddetmelidir, zîrâ Heinz Kimmerle'in Afrika felsefesi (Philosophie in Afrika) ile ilgili çalışmasında ifade ettiği üzere:

Artık hedef başkalarını kendi konumuna kazanmak olamaz, tersine onları kendi başkalıkları içinde geçerli kılmak olmalıdır.

Özellikle Avrupa düşüncesinin ısrarla tarihsel süreçleri düz bir evrimci/ilerlemeci perspektiften okuma alışkanlığı ve bunun sonucu olarak ötekine üstten bakmaya dönük temayülleri dikkate alındığında, bunun yazıldığı kadar kolay bir tarif olmadığı açık. Sözgelimi son dönemlerdeki kritikler sayesinde Kant ve Hegel gibi derine işlemiş büyük filozofların ırkçılık ve sömürgeciliğin yayılmasındaki payları daha görünür hâle gelmiştir. Dolayısıyla yüzleşilmesi gereken sorunlar azımsanamaz. Kaldı ki, zaman zaman batı felsefesi dışında kalan felsefî kültürlerin de milliyetçi/ırkçı bir ruh hâline bürünebildiği görülüyor ve Wimmer'in çalışması bu bağlamlarda oldukça önemli analizler barındırmakta.

Avrupa düşüncesinde "şeylerin sonu"na dair bir heyula dolanıp durur bilindiği üzere. Kökenlerinin Hıristiyan teolojisi ile bağlantılı olduğunu düşündüğüm bu durum, Hegelyan ve Marksist diyalektikte rastladığımız tarihin sonu varsayımlarıyla tezahür eder örneğin, ki bunların yakın dönemdeki yansımaları iyi biliniyor. Aynı yolda zaman zaman felsefenin sonu da ilân edilmiştir. Bir zamanlar Hegel felsefenin kendisiyle birlikte yolun sonuna geldiğini iddia etmişti. Yine felsefe üzerine bir inceleme metninde şöyle bir başlık görebilirsiniz örneğin: "Wittengenstein ya da felsefenin ölümü" Fakat neticede felsefenin bir yere gittiği yok, çünkü onu doğuran sorular ve sorunlar mevcudiyetlerine koruyorlar. Denildiği gibi diken yerli yerinde ve hâlâ batıp duruyor. Yine de elimizdeki metinden yola çıkarak mezarını kazmamız gereken bir felsefe olduğunu düşünebiliriz, bu da Batı-Merkezci felsefe ya da kendisini mutlak merkeze koyan her türlü felsefe olacaktır (bu noktada Wimmer yayılmacı, bütünleyici ve ayırıcı merkezcilik diye adlandırdığı yaklaşımları eleştirirken, felsefî savlara özgü evrensellik iddiası nedeniyle tentatif merkezcilik -geçici merkezcilik- dediği bir çıkış yolu öneriyor, ama şahsen merkezsiz felsefe kavramını tercih ederim)

Kitaptan son bir kesit olarak, yazarın kültürlerarası felsefenin üstesinden gelmesi gerektiğini düşündüğü görevleri aktarmakta fayda var:

-Kültürlerarası felsefe, kültürel olarak koşullanmış örtük düşünme biçimlerini çözümlemelidir.
-Kültürlerarası felsefe, kendini ve yabancı olanı algılamanın stereotiplerini eleştirmelidir.
-Kültürlerarası felsefe açıklığı ve anlaşmayı desteklemelidir.
-Kültürlerarası felsefe karşılıklı aydınlanma içinde yer almalıdır.
-Kültürlerarası felsefe insancıllığı ve barışı destekleyebilir ve desteklemelidir.

Bu listeden de görüldüğü üzere, bugün kültürlerarası felsefe, yalnızca felsefeyi merkezsiz kılarak, geniş ve çoğulcu bir perspektif üzerinden yeniden kavramak bağlamında değil, aynı zamanda kültür asimilasyonunun ve kültürler arası çatışmaların önünde bir direnç alanı oluşturabilme potansiyeliyle de anlamlı ve gerekli bir girişim özelliği arzediyor.

Bitirmeden önce kitabın sadece kültürlerarası felsefeye dair sorunların analiz ve çözümleriyle meşgul olmadığını, son bölümünde Çin, Hindistan ve İslâm felsefe tarihleriyle ilgili özet bilgilere yer verildiğini de eklemiş olalım. O bölümde adı geçen metinlerle ya da dahası kaynakçayla bir karşılaştırma yaptığımızda Türkiye'de bu konudaki literatürün henüz yeterince tekamül etmediği berrak bir biçimde görülebiliyor. Farklı felsefe geleneklerine dair tekil incelemeler olsa da, bütüncül çalışmalar ve özellikle Çin, Hindistan ve Afrika kökenli belli başlı temel kaynaklar konusunda var olan eksiklikler halen giderilmeyi bekliyorlar.

Kendi alanındaki temel metinlerden biri olan bu özel kitabı Mustafa Tüzel'in Almancadan çevirisiyle birlikte Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları üzerinden edinebilirsiniz.

***

Son olarak yakın dönemde yayımlanmış bir kitaba daha çok kısaca olsa da dikkat çekmiş olayım. Mevzu bahis kitap, bir yeniçeri, bir tüccar, bir derviş ve bir kadın üzerinden Osmanlı toplumunda birey olmanın birbirinden farklı kipleri üzerine yazarı kadar okuru için de şaşkınlık uyandırıcı bir derleme. Cemal Kafadar Karacaoğlan'ın bir mısraından zarif bir başlık seçmiş kitabına: Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken. Metis Yayınları'ndan çıkan ve tarih konusunda oldukça özgün bir çalışma olan bu metin, önemli ölçüde defterolojiye yaslanan Osmanlı tarihçiliğinde başka hangi imkânların olabileceğinin sağlam bir örneğini teşkil ediyor. Tam anlamıyla bir mikro-tarih çalışması değilse bile o yönde atılan önemli bir adım olduğu söylenebilir. Ayrıca giriş yazısının tarih ve tarihle kurduğumuz ilişkiye dair önemli notlar barındırdığını belirtmeliyim. Cemal Kafadar'ın özellikle tarih algımıza derinden yedirilmiş "biz"lik meselesi üzerine tespitleri çok dikkat çekici.



Bu yazıya uygun müzikler de kültürlerarası olmalıdır elbette. Mahsa Vahdet uzun bir süredir hayranlıkla dinlediğim bir ses. Onun efkârlı klasik tınılarıyla Mighty Sam McClain'in güçlü blues yorumunu bir araya getiren bir albüm yayımlandı geçen sene. Scent of Reunion - Love Duets Across Civilizations adlı bu albümdeki şarkılardan birini kulak zevkinize sunmak isterim: Silent Song. Diğer seçimimiz de ilginç bir çokkültürlü müzik grubu olan Hadouk Trio'dan: Hi Jazz

2 yorum var:

Ayna-i Marzî dedi ki...

Felsefenin Başlangıç İlkeleri'ni daha yeni okudum, Kapital'den evvel oku dediler diye. Ama katılamadığım yerleri çok oldu. Basit bir dille olması tabi okunurluğunu da yüksek tutuyordur. Diyalektik felsefeyi tam bilmiyorum (yani o kitabın öğrettiği kadar biliyorum) ama eğer ki tam şekliyle anlatıyorsa tutulmuş olması da bu yüzden mümkün.

Bu kitabı da alıp okumam gerek. Ben biraz İbni Sina, İbni Rüşd felsefesiyle ilgilenmiştim ama tabi onlar da yeterince değil.

Bir Garip Vampir dedi ki...

Geçmiş olsun!

Felsefenin Başlangıç İlkeleri, bütün o aşırı didaktik üslûbu içinde en mülayim yorumla bile Marksist felsefe için klasik bir el kitabından fazlası değildir ve sonrasında hiçbir şey orada kalmadığı için, şüphesiz daha yeni okumalar gerekiyor.