Uzun Yürüyüş...

10 Ekim 2006 Salı

Ah vardığımızda,
Ah Lizbon'a vardığımızda,
Beyaz gemiler bekliyor olacak,
Ah vardığımızda...

"Hepimiz dünyanın dört bir yanından geldik," dedi yaşlı adam. "Büyük şehirlerden, küçük köylerden geldi insanlar. Yürüyüş Moskva Şehri'nde başladığı zaman dört bin kişi varmış ve Rusya denen yerin kenarına geldiklerinde, yedi bin kişi olmuşlar bile. Ve Avrupa denen büyük yeri bir uçtan bir uca geçmişler; ve yüzlerce yüzlerce insan katılmış Yürüyüş'e, aileler, tek başına gezen canlılar, genci, yaşlısı. Yakındaki kasabalardan gelmişler, okyanusların ötesindeki büyük kıtalardan gelmişler, Hindistan'dan, Afrika'dan. Getirebildikleri bütün yiyecekleri ve yiyecek alabilecekleri bütün değerli paralarını yanlarında getirmişler çünkü o kadar çok sayıdaki yürüyüşçünün her zaman yiyeceğe ihtiyacı olur. Kasabalardaki insalar yol kenarlarına dizilip yürüyüşçülerin yürüyüp gitmelerini seyretmiş ve bazen çocuklar ellerinde yiyecekten bir armağan veya kıymetli paralarla onlara koşarlarmış. Büyük ülkelerin orduları da yol kenarlarında durmuşlar, seyretmişler ve yürüyüşçüleri korumuşlar ve onlara, bu kadar kalabalık oldukları için tarlalara, ağaçlara, kasabalara zarar vermemeleri için göz kulak olmuşlar. Ve yürüyüşçüler şarkı söylemiş; ve bazen ordulardaki adamlar tüfeklerini bir kenara fırlatarak, gecenin karanlığında Yürüyüş'e katılmış. Yürümüşler, yürümüşler, yürümüşler. Geceleri konaklamışlar; sanki açık tarlalarda aniden büyük bir kasaba bitiveriyormuş gibi görünüyormuş, hep insanlardan oluşan. Yürümüşler, yürümüşler, yürümüşler: Fransa'nın tarlalarından, Almanya'nın tarlalarından, İspanya'nın yüksek yaylalarından, haftalarca yürümüşler ve sonunda varmışlar, on binlerin gücü, kıtanın sonuna ve denizin başlangıcına, gemiler için söz verilmiş olan yere Lisbon Şehri'ne varmışlar. Ve orada gemiler limanda demirlenmiş duruyorlarmış.

"İşte Uzun Yürüyüş buymuş. Ama bitmemiş, yolculuk yani! Gemilere binmişler, kendilerine kucak açacak olan Özgür Ülke'ye yelken açmak için. Ama artık çok fazlalarmış. Gemiler sadece iki bin kişiyi alabiliyormuş; onların sayısı ise yürüdükçe artmış da artmış, artık on bin kişilermiş. Ne yapacaklarmış? Sıkışmışlar, sıkışmışlar; daha çok yatak yapmışlar, büyük gemilerin bir odasına, iki kişiyi alacak bir odaya on kişiyi sıkıştırmışlar. Gemilerin kaptanları, Durun demiş, gemiye daha çok insan sıkıştıramazsınız, bu uzun yolculuk için yeterince su depomuz yok, hepiniz gemilere sığamazsınız. Böylece onlar da tekneler, kayıkçı tekneleri satın almışlar, yelkenli tekneler, motorlu tekneler; ve insanlar gelip, Benim teknemi kullanın, ben elli canı Özgür Ülke'ye götürürüm, demiş. İngiltere adında bir şehirden balıkçılar gelip, Benim teknemi kullanın, ben elli can alırım, demiş. Kimisi, o kadar büyük bir denizi geçmek için o küçük teknelerden korkmuş; o zaman bazıları geriye dönüp Uzun Yürüyüş'ten ayrılmışlar. Fakat onlara katılmak için hep yeni yeni insanlar geliyormuş, böylece sayıları fazlalaşıyormuş. Ve sonunda hepsi Lisbon limanından ayrılmışlar, müzikler çalınmış, rüzgâra kurdelalar bırakılmış ve denize açılan büyük gemiler ile küçük teknelerdeki insanlar hep birlikte şarkılar söylemişler.

"Denizde bir arada duramamışlar. Gemiler hızlı, kayıklar yavaşmış. Sekiz gün içinde gemiler, Kanamaerika ülkesindeki Montral limanına girmiş, Okyanus boyunca dizilmiş olan diğer tekneler daha sonra gelmiş; kimisi günler sonra, kimisi haftalar sonra. Benim annemle babam teknelerden birindeymiş. soylu bir hanımın, Özgür Ülke'ye gelebilmeleri için Barış İnsanları'na ödünç verdiği Anita isminde beyaz bir teknede. Teknede kırk kişi varmış. Onlar çok güzel günlerdi, diyordu annem. Hava güzelmiş, onlar da güvertede güneşin altında oturup, onlara vadedilen ülkede, Kanamaerika'nın kuzey kısımlarında dağlar arasındaki ülkede, Barış Şehri'ni nasıl kuracaklarını tasarlarlarmış.

"Fakat Montral'a vardıklarında, silahlı adamlar tarafından karşılanmışlar, alınmışlar ve hapishanelere konmuşlar; ve bütün öbürleri de oradaymış, büyük gemilerde olanlar, bütün insanlar, hapishane kamplarında bekleşiyorlarmış.

"Sayıları çok fazla demiş o ülkenin liderleri. İki bin olmaları gerekirken onlar on binmiş. O kadar çok insan için ne bir ülke, ne de bir yer varmış. Tehlikeli oluyorlarmış, o kadar çok oldukları için. Dünyanın her tarafından insanlar onlara katılmak için gelip duruyor, şehrin, hapishane kamplarının dışında konaklıyor ve barış şarkıları söylüyorlarmış. Brezilya'dan bile geliyorlarmış; onlar da Uzun Yürüyüş'lerini kuzeye, büyük kıtanın yukarısına doğru başlatmışlarmış. Kanamerika yöneticileri korkmuş. Düzeni korumanın veya bu kadar çok insanı doyurmanın hiçbir yolu olmadığını söylemişler. Bunun bir işgal olduğunu söylemişler. Barış'ın bir yalan olduğunu, gerçek olmadığını söylemişler çünkü onlar bunu anlamamışlar ve bunu istemiyorlarmış. Kendi halklarının Barış'a katılmak için onları terk ettiğini ve buna izin verilemeyeceğini çünkü onların hepsinin Cumhuriyet ile yirmi yıldır sürmüş olan ve hâlâ süren Uzun Savaş'ta savaşmaları gerektiğini söylemişler. Barış İnsanları'nın vatan haini ve Cumhuriyet'in casusu olduğunu söylemişler! Ve böylece bize vadettikleri dağlar arasındaki o ülkeyi vereceklerine, bizleri hapishane kamplarına kapatmışlar. Orada doğmuşum ben, Montral'ın hapishane kampında.

"Sonunda yöneticiler şöyle demiş: tamam, biz sözümüzü tutacağız, size üzerinde yaşayabileceğiniz bir toprak vereceğiz, ama size Dünya'da yer yok. Size Brezilya'da yıllar önce, hırsızlar ve katilleri uzaklara yollamak için yapılan gemiyi vereceğiz. Üç gemi yapılmıştı, ikisi Victoria adlı gezegene yollanmış, üçüncsü ise hiç kullanılmamıştı çünkü kanunlar değişmişti. Kimse gemiyi istemiyor çünkü gemi tek bir yolculuk yapacak şekilde üretilmişti, Dünya'ya geri dönemezdi. Brezilya bize o gemiyi verdi. İçinizden iki bin kişi o gemiye binebilecek, geminin bütün alabileceği o kadar. Ve geri kalanlarınız ya okyanus üzerinden kendi ülkelerinize, Kara Rusya'ya dönüş yolunu bulacaksınız ya da burada hapishane kamplarında yaşayıp Cumhuriye ile yaptığımız Savaş için silah üreteceksiniz. Liderlerinizin hepsinin gemiye binmesi gerekiyor, Mehta ve Adelson, Kamiskaya ve Wicewska ve Shults; biz o adamları ve kadınları Dünya'da istemiyoruz çünkü onlar Savaş'ı sevmiyorlar. Barış'ı başka bir gezegene götürmeleri gerek.

"Böylece iki bin kişi kurayla seçilmiş. Ve bu seçim çok acı olmuş, acı günlerin en acısı. Gidenler için bir umut varmış ama ne pahasına - pilotsuz olarak yıldızlar arasında bilinmeyen bir gezegene, bir daha geri dönmemecesine gitmek pahasına? Ve kalmak zorunda olanlar için, hiç umut kalmamış. Çünkü Dünya'da Barış için hiçbir yer kalmamış.

"Böylece seçimler yapılmış, gözyaşları akmış ve gemi gönderilmiş. Ve böylece o iki bin ve onların çocukları, çocuklarının çocukları için Uzun Yürüyüş bitmiş. Burada, Victoria vadilerinde bulunan Shantih ismini verdiğimiz bu yerde. Fakat biz Uzun Yürüyüş'ü, büyük yolculuğu ve kolları bize doğru uzanmış olan geride kalanları unutmuyoruz. Dünya'yı unutmuyoruz."

Alıntı: Ursula K. Le Guin - The Eye of the Heron (Balıkçıl Gözü)

Fantastik Edebiyata Dair Kısacık Bir Yazı...

21 Ağustos 2006 Pazartesi



"Minas Anor'da Güneş Kulesi'nde dikiliyorum," dedi "ve bakın! Gölge gitti!"
J.R.R. Tolkien - The Lord of the Rings

Her ne kadar bu amaçla kolları sıvamış olsam da fantastik edebiyat üzerine bir yazı hazırlamak tasarlarken bile hiç kolay gözükmüyor, zîra bu türün tarihsel ve yazınsal gelişimi ziyadesiyle girift, ama yine de anlaşılır bir yazı olacağını umuyorum.

Nedir fantastik? Önce bu sözcüğün etimolojisine bir bakalım isterseniz. Köken olarak bir noktada hayal anlamına gelen Yunanca bir sözcükle karşılayışıyoruz: Phantasia. Bundan phantasma (hayalet), phantastikon (imgelemi ilgilendiren), phantastike (hayal edebilme yeteneği) gibi sözcükler türetiliyor. Ortaçağ'da fantastique sıfat olarak kullanılıyor ilk kez. Cin tutmuş anlamı veriyor o dönem. Fantasie kelimesi klasik Fransızca'da imgelemi belirtiyor. 19.yüzyılın ortalarında bu kavram bugün yerleşmiş anlamına kavuşuyor: Yalnızca imgelemde var olan ve yalnızca cismânî bir varlığın görüntüsüne sahip olan olarak iki ayrı anlam ifade etmeye başlıyor. Bugün TDK fantastik sözcüğünü aslında çok da farklı olmayan bir biçimde tanımlıyor: Gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, hayâlî.

O hâlde şimdi, bu derlediğimiz kısa etimolojik verilerden yola çıkarak fantastik edebiyatın neyi kapsadığını söyleyebilir miyiz? Bu elbette pek kolay gözükmüyor. Bu anlamda çok farklı tanım arayışları mevcut. Örneğin Tzvetan Todorov'un edebiyatta fantastiği tanımladığı incelemesine başvurabiliriz.

Öncelikle Todorov'un tekinsiz ve olağanüstü diye iki ayrı ana tür tanımladığını bilmemiz gerekiyor. Ona göre fantastik bu iki komşu türün arasında yer alıyor. Bunu şöyle açmak mümkün: Sözgelimi bir öykü okuduğunuzu varsayın ve bu öyküde geçen olaylara dair, bunların doğal mı yoksa doğaüstü olaylar mı oldukları konusunda bir kararsızlık çekiliyor olsun. Todorov'a göre, bu kararsızlık hâli sürdüğü müddet fantastik denilen tür ortaya çıkar. Yani okuyucu ve çoğunlukla onunla aynı anda öykü kahramanın içine düştüğü karar verememe hâli fantastiğin temel koşuludur ona göre. Bir noktada artık olayların doğal açıklamaları olduğu kanaatine varılırsa o zaman fantastik biter ve tekinsiz denilen türe geçilir, ya da aksine olayların doğal olmayan türden olaylar oldukları kanaatine erişilirse, yine fantastik biter ve olağanüstü denilen türün sınırlarına adım atılır.

Görüldüğü üzere Todorov fantastiği okuyucunun ve öykü kişisinin kararsızlık sürecine sıkı sıkıya bağlayarak, türün sınırını da epeyce daraltıyor. Bu açıdan bakıldığında pek çok eserin fantastik edebiyat içerisinde kendine yer bulması mümkün olamayacaktır. Dolayısıyla Todorov'un bakış açısı kendi bütünlüğü açısından çok yetkin olsa da, hattâ kavrayış açısından çok yararlı olsa da, kişisel olarak daha farklı bir tanım ihtiyacı duyabiliriz.

O zaman tanım arayışına devam edelim. Çoğumuzun öyle ya da böyle bir şekilde tanıdığı H.P.Lovecraft'ın tanım çabası şöyle: "En önemlisi atmosferdir çünkü (fantastiğin) özgünlüğünün ana ölçütü olayın yapısından çok yaratılan özel izlenimdir. ...Bu nedenle fantastik masalı, yazarın niyetinden çok, uyandırdığı heyecan yoğunluğuna göre değerlendirmeliyiz. ...Okuyucu derin bir korku ve terör duygusuna kapılıyorsa ve alışılmamış güçlerin varlığını duyuyorsa o masal fantastiktir, işte bu kadar basit."

Böylece Lovecraft fantastiği okurun psikolojik tepkilerine bağlama yolunu seçiyor. Eğer korku ve terör uyandırıyorsa okunan metin fantastiktir diyor. Peki bu yeterli mi? Şüphesiz korku klasik fantastikte çok sık ortaya çıkar fakat her zaman değil. Yani bu tanım Lovecraft için yeterli olsa bile klasik fantastik edebiyat içinde yer alan fakat korku hissi uyandırmayan eserler için yetersiz kalacaktır.

İşin özü şu ki, fantastik edebiyat etrafına sınırlar çizilmesi zor bir edebi tür. Burada da görülebilir; bugün bildiğimiz şekliyle modern fantastik edebiyat ne Todorov'un yapısalcı fantastiğine ne Lovecraft'ın korku ve dehşet hissi üzerine kurulmuş fantastiğine tam olarak denk düşmüyor. Peki öyleyse Yüzüklerin Efendisi'ni ve benzerlerini nereye yerleştireceğiz? Aslında yerleri örneğin Todorov'un kuramına baktığımızda olağanüstü denilen türün içine alınabilirmiş gibi duruyor. Fakat bu noktada şunu belirtmek elzem olacak; klasik fantastik üzerine söz söyleyen yazar ve eleştirmenler peri masallarını ya da bu yapıdaki anlatıları fantastik dedikleri metinlerden ayırma yoluna gitmişler. P.G.Castex'den yapılan şu alıntı bu ayırımın nedeni konusunda bize sağlıklı bir yardım verebilir: "Zihnin yerinden yurdundan uzaklaşmasını ifade eden mitolojik anlatıların ve peri masallarının geleneksel uydurmacılığından" farklı olarak fantastik, "gerçek yaşam çerçevesine gizemin zorla dahil edilmesiyle" nitelendirilir.

Bu alıntıda dikkat çekici unsur peri masalı ya da benzeri bir mitolojik anlatının klasik fantastikten açıkça farklı bir biçimde kurulduğudur. Daha net ifade edersek; peri masalı bildiğimiz dünyadan bütünüyle farklı bir dünya üzerinde olmasa bile hemen dikkatimizi cezbedecek denli bariz farklılıkta bir hayâlî dünya üzerine kurulur. Alıntıda dikkat çekilmeyen ama benim ekleyebileceğim bir başka bağlam da peri masalının bir uzlaşmayla kuruluyor olmasıdır. Masalın hayalî imgeleri ile bildik gerçeklik bir araya gelirken hiçbir sorun ortaya çıkmaz ve hemen uyuşurlar (hem okurun zihninde, hem de öyküde). Hâlbûki klasik fantastik yine Castex'e göre "günlük gerçekliğin yapısında bir kırılma, bir yırtılma" yaratır. İşte gerçeklikte meydana gelen bu kırılma bir sorun demektir ve anlatı bu sorun üzerinde döner. Olağan ve olağanüstü arasında "kavgalı" bir durum ortaya çıkmış demektir ve ikisi arasında en azından fantastik kararsızlık sürdükçe bir çatışma var demektir. Bu nedenle örneğin Case of Charles Dexter Ward öyküsü ile Sir Gawain and Green Knight arasında belirgin bir fark görürüz. Sir Gawain and Green Knight bildiğimizin dünyadan ayrıksı, -Todorov'a dönersek- en başta hemen farkına varacağımız, fantastik kararsızlığa yer bırakmayacak derecede olağanüstü bir anlatıdır. Okumaya başladığınızda olağan ve olağanüstü arasında bir kararsızlıkla zaman kaybetmezsiniz. Böylece, bu tür bir okumayı mümkün kılan Yüzüklerin Efendisi ve benzerleri Sir Gawain and Green Knight ile benzer bir düzlemde, hattâ daha öte bir olağanüstülük düzleminde değerlendirilebilir ancak.

Peki klasik fantastiğin kendi içinde uzlaşı barındırmayan sınırlarını iyice kırıp neden tüm kapsayıcılığı ile şöyle demeyelim: Fantastik edebiyat, içinde olağanüstü olay ya da varlıklar bulunduran bir edebî türdür. Yahut Berna Moran'ın daha zarif ifadeleriyle söylemek gerekirse: "Gerçekliğin mekân, zaman, karakter kavramlarını, canlı cansız ayırımını tanımayan ve bildik dünyamızın ötesinde alternatif bir dünyayı işin içine katan anlatıların tümüne verilen bir ad..."

Bu bakış açısı karşısında şüphesiz Todorov şöyle bir itiraz getirecektir: "İçinde doğaüstü öğeler bulunan yapıtların tümünü kapsayacak bir tür düşünülemez, yoksa Homeros kadar Shakespeare'in, Cervantes kadar Goethe'nin yapıtlarını da böyle bir türe katmak gerekir. Doğaüstü dediğimiz nitelik benzer yapıtları nitelemez, çok geniş bir dağılımı vardır."

İtiraz elbette anlamlı gibi gözüküyor. Eğer sınır çizeceksek, benzer yapıtları içine alacak sınırları çizelim denilmesi çok anlaşılır bir yaklaşım. Fakat Todorov'un olağanüstü dediği edebî tür kendi itiraz ettiği biçimde hayli geniş ve benzer nitelikleri olmayan eserleri içine alabilir düzeyde değil mi, diye sormak da mümkün olabilir.

Son olarak geniş kapsamlı ve modern anlatıları da hesaba katan Darko Suvin'in çalışmasından yardım alabiliriz. Suvin temelde edebiyatı iki ana akıma ayırarak başlıyor işe: Naturalist ve Yabancılaştırıcı/Yadırgatıcı. Bunlardan bizi ilgilendiren yabancılaşma içeren anlatılar. Terimin özgün biçimi estrangement'tır ve Rus Biçimcilerden Brecht'e kadar uzanan evrimsel bir geçmişi var. Bu tür metinlerin temel özelliği içinde varoldukları çağın bugün ve buradasına alternatif bir varsayım üzerine kurulmalarıdır. Bilim-kurgu ve fantaziyi de bu bağlam içinde birbirinden ayırmaya çalışıyor Suvin. Eğer yazar alternatif gerçekliği kurarken bugün ve buradasının bilişsel yapısına uygun davranma gereği duyuyorsa(ya da öyleymiş gibi yapıyor ve bunu başarabiliyorsa) yaptığı şey bilim-kurgudur. Yani bilim-kurgu bilişsel(cognitive) bir nitelik taşımalıdır. Bunu önemsemeden hareket ediyorsa da anlatı bir fantazidir. Ve sonuç olarak diyebiliriz ki, fantastikte önemli olan şey okurun anlatılan karşısında inançsızlığını istekli olarak ertelemesinden geçecektir. Tolkien inançsızlığı erteleme olgusunu okurun isteğinden çok öykünün yapısına bağlayarak şöyle ifade ediyor: "Aslında gerçekleşen şey, masal yaratıcısının başarılı bir "alt yaratıcı" olduğunun kanıtlanmasıdır. O sizin aklınızın girebileceği bir İkincil Dünya yaratır. O dünyanın içinde, anlattıkları "doğru"dur: o dünyanın kurallarıyla uyum gösterir. Bu yüzden ona sanki içindeymişçesine inanırsınız. İnançsızlık doğduğu anda, sihir bozulur; büyü ya da daha çok sanat, başarısız olmuştur."

Şimdiye kadar bahsettiğimiz tanımlama uğraşları sıkıcılık mertebesine ulaşmış olabilir. O hâlde fenerimizi biraz da fantastik edebiyatın kökenlerine doğru tutalım, zîra böylece meselemiz daha da anlaşılır hâle gelebilir.

KADİM KÖKLER

'Bir büyücü,'dedi,'doğaüstü güçlerle donanımlı; göğü alaşağı edebilir, toprağı yukarı asabilir, pınarları dondurabilir, dağları eritebilir, hayaletleri yukarı kaldırabilir ve tanrıları yerin dibine gönderebilir, yıldızları karatabilir, Tartarus'u aydınlatabilir!'

Lucius Apuleuis - Metamorphoses

En geniş kavrayışla fantastik edebiyatın öncü metinleri nelerdir? 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar anlaşıldığı biçimiyle klasik fantastik edebiyatı bir kenara bırakıp, sınırı dar tutmayarak olağanüstü anlatıları olabildiğince geniş biçimde ele alırsak, Gılgamış'ı ya da Homeros'un destanlarını söz konusu edebiliriz. Çünkü örneğin Odysseus'un ya da Gılgamış'ın yolculuğu tarihsel tutarlılıkları ne olursa olsun bugünden okununca fantastik birer yolculuk gibi gözükürler. Fakat bu yanıltıcı olacaktır, dolayısıyla bu tür mitsel metinleri ve destanları da bir yana bırakarak düşünecek olursak, ilk proto-roman örneklerinden biri olan ve fantastik edebiyatın öncü anlatılarından biri olarak kabul edilen bir eser çıkar karşımıza. İ.S. II. yüzyılda yazılmış Latince bir yapıt, özgün adıyla Metamorphoses(Asinus Auerus) ya da Türkçesiyle Başkalaşımlar yahut Altın Eşek. Yazarı Lucius Apuleius'dur. Oldukça eğlenceli ve ilginç olan bu kitap bugün fantastik metinlerde rastlanan pek çok olağanüstü izlenime yer veriyor. Metamorphoses'ın yazılışından bugüne bakış açısına göre arada başka pek çok seleften bahsetmek mümkün olabilir. Dante'den Swift'e ve Goethe'ye varıncaya dek, sıralayabiliriz onları. Ayrıca doğu geleneğinin en önemli külliyatlarından biri olan Binbir Gece Masalları'nı da unutmamak gerek. Bu anonim masallar bir kaynak olarak dibi gözükmeyen bir kuyu gibidir ve batı edebiyatı bu öykülerden belki de doğudan daha fazla yararlanmıştır. Öykülerin yazım tarihleri yaklaşık bir aralık olarak biliniyorsa da(MS 8.yy-16.yy), olayların birçoğunun içinde geçtiği zaman dilimi hakkında söylenebilecek en tutarlı şey evvel zaman içinde kalbur saman içinde olurdu.

Selefleri bir yana bırakırsak, tam anlamıyla klasik fantastiğin ilk eseri Jacques Cazotte'nin Fransızca uzun öyküsü Le diable amourex(Aşık Şeytan) olarak kabul ediliyor. Öykü kısaca bir kabala ritüeli ile öte diyardan bir yaratık çağıran acemi bir gencin başına gelenler üzerine kurulmuştur. Bütünüyle Todorov'un bahsettiği kararsızlığın mevcut olduğu bir anlatıdır. Ana karakterimiz olan Alvaro, öte diyardan gelen kadının kimliği hakkında okura da sirayet eden ikircikli bir durum içinde kalır uzun süre.

Aşık Şeytan'dan kısa bir süre sonra yazılan başka bir eser de aslen Leh kökenli Jan Potocki'nin yine Fransızca olarak kaleme aldığı ve tam olarak ancak 1958 gibi oldukça geç bir tarihte yayımlanabilmiş Manuscrit trouve a Saragosse(Zaragoza'da Bulunmuş El Yazması)'dır. Yapıt anlatısı bakımından Aşık Şeytan'a benziyorsa da sonu itibari ile bambaşka bir yöne kayar. Zaragoza'da Bulunmuş El Yazması'nda fantastik olarak görülen izlenimler esasen bir mizansen olarak kurgulanmıştır.

Bahsetmeye kesinlikle değecek bir başka eser de Kont Horace Walpole'un The Castle of Otranto(Otranto Şatosu)(1764) adlı romanı olacak. Bu roman sadece fantastik edebiyatın en önemli eserlerinden biri olmakla kalmaz, aynı zamanda Gotik edebiyatın ilk romanı kabul edilir. Aydınlanma ile romantizm arasındaki kavganın kızıştığı bir dönemde yazılmıştır. Aynı şekilde William Beckford'un Vathek'i, Maturin'in Melmoth'u Mary Shelley'nin Frankenstein'ı gibi toplumsal eleştiri dozu yüksek eserler hep bu dönemin ürünleridir.

Yine E.T.A.Hoffman'ın öyküleri(ya da masalları), Gogol'ün bazı öyküleri(örneğin Palto'su), Guy de Maupassant'ın pek çok öyküsü, Balzac'ın bir takım öyküleri klasik fantastiğin önemli yapıtları arasında sayılabilir.

Ve sonra Poe geldi ve pek çok şey değişti. Edgar Allan Poe edebiyat dünyasının en çok borçlu olduğu yazarlardan biri olmalı. Yazın hayatı, tüketilemez bir hazinedir âdeta. Poe, sıradışı yaşamında sıradışı pek çok öykü kaleme aldı. Kuzgun adlı şiirindeki melankolik karakter gibi kimsenin düşlemeye cesaret edemeyeceği öyküler düşledi. Onun isterik karakterleri sanrılarla sarmalanmış hâlde hep deliliğin kıyısında yaşarlar. İnce bir çizgidir onları yaşamaya bağlayan. Bazen The Fall of the House of Usher(Usherlar'ın Çöküşü) öyküsünde olduğu gibi mekânlar ve dehşet uyandıran bir genetik miras onları derinden etkilemektedir. Öykülerinin en tuhaf özelliklerden biri, fantastiğin çok zaman olağan bir durum sayılabilecek bir takıntının abartılı bir hâle gelmesinden doğmasıdır. Yani fantastik birden olağanüstü bir olay olarak ortaya çıkmıyor da, olağan olanın obsesifliğin sınırındaki bir düzeye erişmesinden kaynaklanabiliyor. Ve eğer tabir doğru olacaksa Poe'nun karakterlerinin bir çoğu entelektüel delilerdir. Dostoyevski Poe hakkında şu tespiti yapmakta: "O hemen her zaman en istisna gerçekliği seçiyor, kişisini dış ya da psikolojik açıdan en istisna duruma yerleştiriyor..." Bunun en iyi örneklerinden biri The Pit and the Pendulum(Kuyu ve Sarkaç), tam bir uç kabus örneğidir.

Poe'dan bahsederken onda pek çok türün ilk örneklerinin şekillediğini söylemeden geçmemek gerekir. Örneğin Poe öykü yazma tekniği düşünülürse hiç de garip karşılanmayacak biçimde ilk elle tutulur polisiye kısa öyküleri yazmıştır. Ya da bazı öyküleri bilim-kurgunun öncülleridir. Örneğin The Narrative of Arthur Gordon Pym adlı tamamlanmamış romanı Jules Verne'in esinleyicisidir. Aynı roman Lovecraft'a da esin vermiştir ve onu Cthulhu mitosunun ana öykülerinden biri olan At the Mountains of Madness(Deliliğin Dağlarında)'ı yazmaya teşvik etmiştir.

Poe ile aynı dönemlerde yaşamış olan Sheridan Le Fanu ise çok sevilen bir hayalet öyküleri yazarıydı. Fakat onu asıl ünlendiren eseri, uzun bir öykü olan Carmilla'sıdır. Vampir inanışı çok kadim bir inanç ve daha önceleri de vampirlerle ilgili kitaplar yazılmıştır(örneğin Vampyr ya da Varney the Vampire). Fakat burada ilginç olan Sheridan Le Fanu'nun vampirinin cinsiyetidir. Bram Stoker'ın Dracula'sının aksine o bir dişidir ve vampir öykülerinde özel bir yeri olan cinsel temalar Carmilla'da fazlasıyla göze çarpar. Carmilla adlı vampirimiz açıkça homoseksüel bir kişilik sergiler. Sonraları bu özelliği ve erkek otoritesi karşısındaki güçlü duruşu onu 20.yüzyıl feministleri için önemli bir karakter hâline getirecektir.

Yine vampirlerden devam edebiliriz. Fanu'dan sonra tüm zamanların en çok sözü edilen romanlardan biri yazıldı: Dracula. Dracula belki de gotik romanın zirvesidir. Özellikle girizgâh kısmı olan Dracula'nın Konuğu adlı bölüm, tüm korku edebiyatının en ürkütücü parçalarından biri olmalı. Bugün bile sosyo-tarihsel altyapısını fazlasıyla yitirmiş gözükmesine rağmen hâlâ etkileyici bir anlatı olduğundan yola çıkılırsa, yazıldığı dönemde ne denli bir fenomen olduğu daha iyi anlaşılabilir belki.

Elbette tarihin sisli geçmişinden çıkıp gelmiş bir vampir başroldedir yine. Vampirler! Popüler kültürünün bu denli haşir neşir olduğu bir başka korku imgesi daha bulmak zordur. Bram Stoker'ın çok akıllıca ve zarif bir biçimde örülmüş, şimdilerde bize aşırı süslü bir dil kullanan eseri de bu açıdan biçilmiş kaftandır. Popüler kültür vampir adına bildiklerinin büyük kısmını Dracula'ya bir biçimde borçludur desek yeridir. Sıradan insanların zihinlerindeki vampir imajı aşağı yukarı bir Dracula portresidir. Aslında kitap Viktorya döneminin esaslı bir eleştirisini barındırıyor satır aralarında. Bir yandan çağdaşı püritanizme dokundurur, diğer yandan da burnundan kıl aldırmayan pozitivistlere ve bu açılardan önemli bir kaynak metindir.

20. yüzyıldaki değişimlere gelmeden önce bir takım klasik dönem yazarlarını da en azından isim bazında anmakla yetinelim. Villiers de L'isle-Adam, büyük düşünür Voltaire (Micromegas unutulacak bir öykü değildir), daha sonra bahsedeceğimiz Kılıç ve Büyü türünün öncüsü Lord Dunsany, fantastik gotik yazının ve Alman edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan, esrarengiz ve karmaşık Der Golem'in yazarı Gustav Meyrink, her zaman savaşan ve her zaman kaybedenlerden Arthur Machen ve yine hayalet öyküleri ustası Algernon Blackwood, Amerikan gotiğinin en yetkin isimlerinden ve gotiği western içinde eriten, aynı zamanda ilk köşe yazarı da kabul edilen Ambrose Bierce, Saki diye bilinen Hector Hugh Munro, Rudyard Kipling, bilimkurguyu bilimkurgu yapan, ama bunun yanında pek çok fantastik öykü de yazan H.G.Wells, büyük usta Henry James, unutulmuş William Hope Hodgson, Robert Lewis Stevenson, Alfred Kubin, Edgar Rice Burroughs, Henry Rider Haggard ve adı anılmayan diğerleri...

KAFKA'NIN KARAMSAR ESTETİĞİ VE WEIRD TALES

"'Yıllar, talihin, alın yazısının ve tanrının tasarılarının kasvetli bir bataklıktan ürkütüp havalandırdığı kocaman kuşlar gibi geçiyor yanımızdan. Ve belki de buna karşı hiçbir savaşçının yapacağı bir şey yoktur; Yazgı bize üstün geldi; araştırmamız başarısızlıkla sonuçlandı.'
Bundan sonra sessizliğe gömüldüler."

Lord Dunsany - Carcassonne

20.yüzyıla baktığımızda karşımıza klasik fantastiğin örgüsünü ters yüz eden Kafka kişisi çıkar ilkin. Franz Kafka'da kendi kuramı doğrultusunda fantastiğin bittiğini iddia ediyor Todorov. Bunu açmadan evvel neden 19. yüzyılda klasik fantastik türün yaygın olduğuna dair görüşe bir bakalım. Todorov fantastiğin pozitivist bir çağa, 18-19. yüzyıla tepki olduğunu söyler. Çünkü bu pozitivist çağda gerçek ve gerçekdışı kendi ayrı hatlarına çekilmiş ve kavgalı durumdadır. 20. yüzyıla geldiğimiz de ise bu çatışma artık eskiye oranla bir yüksek gerilim hattı oluşturamayacaktır.

Peki Kafka bu ortamda ne yapıyor dersiniz? Kafka üstte söylediğimiz gibi ters yüz ediyor. Hatırlarsak yukarıda fantastik etkinin, gerçek dünyaya olağanüstü bir olgunun zuhur etmesi ve bunun nasılı ve ne idüğü hakkında belirgin bir kararsızlık oluşması neticesinde ortaya çıktığını anlatmaya gayret etmiştik. Klasik fantastikte öykü genelde giderek daha olağanüstü bir biçime bürünür ve sonuçta da ya olağanüstüyü kabul ederek ya da aslında öyle olmadığını göstererek neticelenir. Kafka'da işler tam olarak böyle yürümez. Kafka'nın öykülerinde hemen başlangıçta ortaya çıkan olağanüstü bir olgu kısa zamanda olağan bir olguya dönüşür. Adı Dönüşüm(Die Verwandlung) olan ve aslında edebiyattaki bir dönüşümü de ifade eden öyküsüne şöyle bir bakarsak, öykünün en başında şu fantastik giriş cümlesiyle karşılaşırız örneğin. "Huzursuz edici rüyalarından uyandı bir sabah Gregor Samsa ve kocaman bir böcek haline gelmiş buldu kendini" Olağanüstü durum pat diye karşımızdadır ve bir kararsızlığa yer bırakmayacaktır. Dolayısıyla burada Todorov'un anladığı biçimde kararsızlık hâli, yani fantastik bir anlatı yoktur. Daha ötesi geniş anlamda da bir edebi dönüşüm vardır. Gregor Samsa içine düştüğü durumu çok tuhaf karşılamaz. Ne yeterince bir şaşkınlık, ne bir panik gözlemleriz. Sadece o değil, aile efradı ve toplumdaki diğer insanlar da olaya olması gerektiği gibi tepki vermezler. Sanki bir sabah uyanıp hamamböceğine dönüşmek sıradan bir olaymış gibi tepki alır. Kafka'nın anlatısının tuhaflığı ve tekinsizliği tam da buradadır işte. Aynı şey örneğin Şato adlı tamamlanmamış romanında da mevcut. Orada da kadastrocu olarak geldiği köyde olan biten acayipliklere garipsenecek derecede uyum gösteren bir kişi vardır elimizde. Kısacası Kafka fantastik durumları sıradanlaştırmanın estetiğini inşa etmiştir diyebilir miyiz? Sanırım, ama yine de bir anısında Kafka'nın buna belli bir itiraz geliştirdiğine ve meseleyi biraz farklı anladığına rastladım. Ona göre kendi anlatılarını mucizeleri alışılmış olaylara dönüştüren anlatılar olarak görmek yanlış, çünkü, diyor, "bizim sıradan diye nitelediğimiz şey bir mucizedir aslında." Bu tespit daha da ilginçleştiriyor her şeyi. Demek ki, -tam da bu paragrafın başındaki açıklamalara uygun olarak- Kafka'ya göre olağan ve olağanüstü diye bir ayrım esasen gereksizdir. Kafka'da olan bitenler Albert Camus'nün Yabancı adlı romanında olan bitenlere benzer biraz. Bu saçma dünyada en şaşırtıcı şey bile yeterince şaşırtıcı olma özelliğini çoktan kaybetmiştir, der bir anlamda.

Böylece Kafka klasik fantastik yazını kendi adına dönüştürdü denilebilir, velâkin Kafka'yı aynı Borges gibi sadece bir fantastik edebiyat yazarı olarak görmenin mümkün olmadığını da belirtmeliyim.

20. yüzyıldaki tek değişim Kafka'nın anlatısı değildi elbette. Weird Tales adlı kült dergi bünyesinde fantastik edebiyat bugün dönüştüğü biçimin öncülerini vermiştir. 1923 yılından itibaren bu dergi bünyesinde pek çok tanınmış yazar fantastik edebiyatın en tekinsiz, en olağandışı öykülerinden pek çoğunu yazdılar. Bunların arasında en başta elbette H.P.Lovecraft gelmekte. Lovecraft klasik fantastik örgüyle yazan bir yazardı. Yani temaları bilindik gerçekliğin içine kuvvetli bir gizemin dahil oluşu ile kurulmuştur. Onu unutulmaz yapan şeyse üslûbunun dehşet duygusunu yansıtabilme gücüdür. Ve tabiî Lovecraft hiçbir selefinin yapamadığı biçimde fantastik öykülerden bir kozmoloji kurmayı da başarmıştır. Cthulhu mitosu diye bilinen ve yaklaşık bir düzine öyküden oluşan bu mitsel korku öyküleri, dünyanın insan öncesi hâlinin kudretli ve korkunç sahiplerinden dem vururlar.

Lovecraft bazı okurlar tarafından sık sık betimleme gücü yetersiz bir yazar olarak düşünülüyor. Aslında dile çok önem veren bir yazar(çünkü asıl atmosferi üslûp kurar ona göre) ve gerektiğinde uygun betimlemeler yapabiliyor. Yalnız özellikle bazı öykülerinde korku öğesi yaratıkları ayrıntıları ile tasvir etmeyi bir yana bırakmış ve daha çok o yaratığın karakterler üzerinde bıraktığı anlık izlenimleri kaleme alarak bir terör duygusu uyandırmaya çalışmıştır(ki bunun pozitif bir etki doğurduğu söylenebilir). Lâkin bunu yaparken bazen basmakalıp ifadelerin tuzağına düşebildiği de bir vakıa.

Ayrıca bu noktada Poe ve Lovecraft'ı, gotik öykünün iki büyük yazarının tarzlarını karşılaştırmak isterim. Poe şüphesiz Lovecraft'tan çok çok daha ince ve entelektüel bir yazardı, ama iki yazarın yansıttıkları dehşet hissini birbirinden ayıran en temel nokta ikisinin buna dair tarzlarındaki temel farklılıklardır. Korkunun kaynağını ikisi farklı şeylerde bulmuştur denebilir. Lovecraft onu çoğu zaman doğaüstü olgularda aramıştır. Öyküleri 20. yüzyıl insanının kaybettiği gizemin kötücül yanına odaklanmıştır hep. Karakterleri genelde bu zıvanadan çıkmış doğaüstü olguların karşısında hayret ve korkuya düşmüş pısırık kimselerdir. Lovecraft'ın dünyası unutulmuş ve bilinmeyen bir geçmişin tehlikeli izlerinde yürüdüğümüzü işaret eder bize. Bu yüzden insanın algı düzeyinden doğan çevresi ile bağlantı kurma yetersizliğini yeryüzündeki en merhametli şey ilân etmeye kadar varmıştır Lovecraft. Poe ise yukarıda dikkat çektiğim üzere dehşeti insan ruhuna özgün bir şey olarak görmüş ve öykülerini de insanın psikopatolojisi üzerine kurmuştur. Onun karakterleri sonuçta kendi korkularının ve suçlarının meydana çıktığı o amansız farkediş anında ya çılgın kahkahalar atarlar suratlarımıza ya da dipsiz bir melankolide boğulup giderler. Berenice adlı öyküsü İbni Zeyyat'ın son derece hüzünlü ve masumane bir sözünden yola çıkar: "Arkadaşlarım bana sevgilimin mezarını ziyaret edersem acılarımın hafifleyebileceğini söylediler." Ama sonra görürüz ki, bu masumane söylem takıntılı bir zihnin elinde bir dehşete dönüşüverir. Sözün özü, Poe'da kötülük doğaüstü durumların yarattığı bir olgu değildir, bizzat insanın ruhsal potansiyelinin bir ürünüdür.

Burada durup, öykümüze devam edelim; Lovecraft dışında, Weird Tales bünyesindeki başka bir önemli isim de Cimmeria'lı Conan öyküleri ile Kılıç ve Büyü türünün en güzel örneklerini veren R.E.Howard'dır. Adını daha sonraları Fritz Leiber'dan alan Kılıç ve Büyü(Sword and Sorcery) türü Howard'ın öyküleri ile popkült hale gelmiştir. Conan çizgi romandan sinemaya kadar yayılmış ve büyük bir hayran kitlesi edinmiştir bu süreçte. Özellikle sinemada iki film boyunca Arnold Schwarzenegger'in canlandırdığı Conan filmlerinin fantastik filmler arasında son derece başarılı yapıtlar olduğunu söylemek gerek. Sonuçta sandaletli ayaklarıyla kralların tahtlarını ezme düşüncesi ile kafayı bozmuş olan Conan adı tüm fantastik kahramanların en bilineni haline gelmiştir.

Kılıç ve Büyü öyküleri temelde bir fantastik tarih yazımına dayanır. Kökleri bu dünyaya ait olan ama unutulmuş, karanlıkta kalmış çağların, kılıç ve büyüyle parıldayan, biraz kaotik öyküleridir bu öyküler ve bu hâlleriyle modern fantastik yazına sadece bir adım bırakırlar. Tarih yazımı deyince, sözgelimi Howard'ın öykülerinde geçen Kimmerya antik dönemde Karadeniz'in kuzeyinde, Azak denizi kıyısındaki bir coğrafyanın adıydı ve bugünkü Kırım ismi onlardan gelir. Ayrıca Azak'ı Karadeniz'e bağlayan Kerç Boğazı Kimmerya Boğazı diye de bilinir. Kimmeryalılar savaşçı göçebelerdi ve MÖ 8. yüzyılda Anadolu'yu işgâl ettiklerine dair rivayetlere bile rastlanmaktadır. Yine Karadeniz'in kuzeyinde yaşayan Hiperborealılar antik dönemin uygar ülkelerinde efsanelerle süslü olarak biliniyorlardı.

Weird Tales bağlamında son olarak, Kara Fantazya'nın üç büyük isminden biri ve en az Lovecraft ya da Howard kadar becerili bir yazar ve çok yönlü bir sanatçı olan Clark Ashton Smith, Frank Belknap Long, Seabury Quinn ve diğer başka pek yazardan bahsedebiliriz.

MODERN BÜYÜLER

Nasıl oluyordu da âli meseleler ve derin sanatlar hakkında hiçbir şey bilmeyen bir köy sihirbazı bir karadan bir karaya, büyücüden hükümdara, yaşayandan ölene bu yolculukları yapıyordu?

Ursula K. Le Guin - The Other Wind

19. ve 20. yüzyılda Alice's Adventures in Wonderland, Peter Pan, The Wonderful Wizard of Oz gibi çocuklara dönük pek çok fantastik öykü yazılmıştır. Fakat günün birinde bir İngiliz dili ve edebiyatı uzmanı bir kovuk ve onun içinde yaşayan bir yaratığı düşler ve ortaya toprak altındaki bir kovukta yaşayan, yemeyi-içmeyi ve eğlenmeyi seven, o pek tasasız ve bayağı da bodur yaratıkların adını taşıyan Hobbit adlı bir fantastik öykü çıkıverir. İlk bakışta peri masalı biçimli bir çocuk kitabı gibidir, ama Tolkien'ı yakından takip edenler ya da dikkatle okuyanlar bilirler ki, bu öykü aslında çok daha geniş ve derin bir öyküyü gizlemektedir satırları arasında. Öykünün içinde bulunduğu coğrafya ve tarih, öncesindeki hiçbir fantastik öyküyle kıyaslanamayacak kadar geniştir. Yine fantastik çocuk masalları ile tanınan ve Tolkien'le çok yakın bir dostluğu da olan C.S.Lewis, bu arkaplanı çok iyi bildiği için o günlerde bir kritiğinde şöyle yazar:

"Profesör Tolkien'ın yarattığı yaratıklar öyle köklü geçmişlere ve yerel özelliklere sahiptir ki, yerleşik yöntemlerle yazılan hiçbir çocuk kitabındaki karakterler, onlarla boy ölçüşemez. Profesör Tolkien'ın bu yaratıklarla, kitabın gerektirdiğinden fazla haşır neşir olduğu besbellidir."

Velhâsıl-ı kelam Hobbit çok önceleri kurgulanmaya başlanmış bir anlatının üzerine oturtulmuş daha naif bir öyküdür sadece ve esas öykü hâlâ kuluçkada beklemektedir.

J. R. R. Tolkien kitabının umulmadık başarısının ardından, yeni beklentileri de karşılamak için taze bir maceraya girişir. Yayınlanması 17 yıl alacak bir maceradır bu, fakat buna değecektir doğrusu. Bütün o ince eleyip sık dokumaların ardından sonuçta ortaya tüm zamanların en özel eserlerinden biri çıkar: The Lord of the Rings. İlk cilti yayınladığında takvimler 1954'ü işaret etmektedir ve artık dünya geriye dönülemez biçimde değişmiştir. Muhteşem bir epikle karşı karşıyadır herkes. John Clute asrının Yüzüklerin Efendisi karşısında düştüğü hayreti ve hayranlığı şöyle dillendirir. "....yirminci yüzyılın öyküsünün karşıtı olan muazzam bir mit... doğru düzgün gözüken bir evrenin tanımı... ruhun bu çorak yüzyılda ihtiyaç duyduğu bir başka gerçeklik."

Bu satırlar şaşırtıcı değildir, zîrâ İkinci Dünya Savaşı'nın barut ve kan kokuları hâlâ duyumsanırken ve amansız yıkımı zihinlerde henüz tazeyken, Yüzüklerin Efendisi'nin, eğer yapabiliyorsan yapmalısın diyen ve bu süreçte hiçbir engel tanımayan moderniteye karşı bir manifesto olduğunu düşünmek oldukça anlaşılır bir yaklaşımdır. Kitap hâlâ bu etkisini korumaktadır ve sanıyorum koruyacaktır da.

Üçlemenin(ki aslında yapay olarak üçe bölünmüş tek bir kitaptan ibarettir) tamamının yayınlanışının ardından pek çok eleştirmen onu hemen klasik olmaya namzet ilân ettiler. Fakat ne yazık ki, başka bazı eleştirmenler saygın bir Oxford profesörünün kaçış edebiyatı yazmasını bir türlü içlerine sindiremediler. Hattâ okudukları kursaklarında kalınca Yüzüklerin Efendisi'nin kurgusunu iyi ve kötüyü kesin biçimde ayırma basitliğiyle suçlamaya kadar vardırdılar bu işi. Hâlbuki bu tür bir dualizm mitlerde ve masallarda zaten hep vardı ve sembolizmin önemli bir ögesiydi. Nitekim daha sonraki okumalarda fantastik karakterler arketipsel bir bağlamda okunmaya başlanınca bu tür eleştirilerin etkisi giderek zayıflamaya yüz tutmuştur. Dahası böylesi epik bir masalı görüngüsel dünyanın standartlarının içine hapsederek, kambur bir okuma yapmak zaten başlı başına bir sorundur. Yine de ünlü Amerikalı edebiyatçı W. H. Auden o zamanlar bir radyo programında belki tüm eleştirilere kesin ve net bir biçimde şöyle cevap veriyordu: "Bu kitabı beğenmeyenlerin edebiyat bilgisinden şüphe ederim."

Tolkien eserini yazarken pek çok kaynaktan etkilenmiş gözüküyor. Sir Walter Scott'ın tarihsel romanları, Tolkien gibi dindar bir katolik olan Chesterton'ın öyküleri ve bir romantik-sosyalist olan William Morris'in bazı eserlerinin onu etkilediği bilinmektedir. Ayrıca çocukluğunda çok sevdiği George MacDonald'ın Princess and Goblin adlı peri masalındaki ya da Lord Dunsany'nin The Hoard of the Gibbelins'i gibi öykülerdeki yaratıkların Tolkien'ın kurgusunda bir esin kaynağı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fakat o belki en büyük esinini Kuzey Avrupa ve İskandinav söylencelerinden almıştır. Beowulf ve Hobbit arasındaki benzerlikler çok da dikkat gerektirmez ya da ünlü Germen destanı Nibelungenlied ya da daha kuzeyde ve biraz farklı bir biçimiyle Volsung Sigurd'un Yüzüklerin Efendisi üzerindeki etkileri belirgindir. Veyahut ünlü Fin epopesi Kalevala'daki atmosfere yer yer Tolkien'de de rastlandığını ve adların oluşturulmasında özel bir payı olduğunu görmek mümkün.

Sonuç olarak Yüzüklerin Efendisi fantastik edebiyatta bir dönüm noktası olarak görülmelidir. O sadece şiirsel zarafeti, pastoral yapısı, sembolik okumalara tanıdığı genişlik, öyküsünün derinliği ve muhteşem epiği ile değil yazınsal biçimi ile de farklı bir yer tutar. Richard C. West bir makalesinde, Yüzüklerin Efendisi'nin ortaçağ romansların dolamalı kurgusunu modern bir yapı içinde yeniden kullanıma açtığı bahsederken, başka bir eleştirmenin Yüzüklerin Efendisi üzerine yaptığı şu tespiti alıntılama ihtiyacını hisseder: "Ortaçağ'ın son büyük edebiyat şahaseri"

Peki bu eser fantastik edebiyatın tarihsel gelişimi için niye bu kadar önemli diye sorabiliriz kendimize. Çünkü Yüzüklerin Efendisi Kılıç ve Büyü öykülerini de aşan yeni bir tarzı yüreklendirmiştir. Edmund Fuller'ın hem de daha Silmarillion'un bilinmediği zamanlardaki şu alıntısı bize epeyce yardımcı olacak bu mevzuda: "Bu dünya için ayrı bir mitoloji, ayrı bir sözlü edebiyat, tarihin zaman uzamını taşan son derece derinlikli, bütüncül bir tarih ve kendi içinde bağımsız bir coğrafya yarattı."

Bu yerinde tespitin eğer açılmaya ihtiyacı varsa ve açarsak, hatırlarsak bu yazının başlarında klasik fantastiğin gerçeklikte sadece bir yırtılma yarattığını belirtmiştik. Öte yandan Yüzüklerin Efendisi'nin fantastiği gerçekliğin zaman ve mekânının tamamen dışına taşar. Dünyamızın geçmiş gerçekliğiyle açık bir bağ kurmaz; kendi kendine yeten bir anlatıdır. Bu anlamda da klasik Kılıç ve Büyü öykülerini aşar. Örneğin, yukarıda değindiğimiz üzere R. E. Howard'ın Conan öykülerine mekân olan ünlü Hyboria Çağı bu dünyanın efsanevi bilinmeyen geçmişi üzerine kurulmuştur ve bilinen tarihle iç içe geçmiştir. Buna karşın Yüzüklerin Efendisi ise Tolkien'ın ifadesiyle başka bir dünyanın tarihi olarak okunmalıdır. Zîrâ kendine özgü bütüncül bir kozmolojisi vardır, coğrafyası, halkları, hattâ kendine özgü dilleri bile vardır. İşte bu yapıdır modern fantastik kurgunun temel şablonu.

Yüzüklerin Efendisi fantastik edebiyatı çağının literatüründe yeni ve saygın bir yere doğru taşırken pek çok ardılı da beraberinde getirdi elbette. 1970'lerden itibaren seri kitaplar biçiminde yazılan fantastik öyküler aldı başını gitti. Ama bunlara geçmeden önce, kronolojik olarak daha önce ve aynı dönemlere rastlayan iki esere değinmek gerekecek. Yukarıda C. S. Lewis'ten bir alıntı yapmıştık. O, bugün çok yönlü bir yazar ve eleştirmen olması ile iyi tanınıyor. Özellikle Tolkien'ın etkisi dâhilinde agnostizmden protestanlığa geçen Lewis, bu konuda yazdığı kitaplarla 20. yüzyıl Hristiyan edebiyatının en fazla referans gösterilen yazarları arasındadır. Ayrıca Narnia Günlükleri(Chronicles of Narnia) adı verilen ve bugünlerde sinema filmi serileri çekilen ünlü fantastik çocuk kitaplarının da yazarıdır. Yine Ransom üçlemesi diye bilinen çağının bilim-kurgu damarını aşacak derecede başarılı bir bilim-kurgu üçlemesine de imza attığını belirtmeliyiz.

Kısmen Tolkien öncesi yazılmış ve tamamen nev'i şahsına münhasır bir başka yapıt da Gormenghast üçlemesidir. Mervyn Peake'in üç cilt halinde aralıklı olarak 1946 ve 60 arası kaleme aldığı seri, fantastik literatürün en görkemli eserlerinden biridir. Gotik bir atmosfer üzerinde yazılmış ve şiirsel bir dille örülmüş fantastik bir büyüme öyküsüdür söz konusu olan. Onda Kafka, Poe ve Dickens'ın tuhaf bir kimyasını bulabilirsiniz. Başka bir yazıda bu üçleme üzerine uzunca yazdığım için burada kısa geçiyorum, ama şu kadarını tekrar belirtmeliyim ki, Gormenghast serisi fantastik edebiyatın Yüzüklerin Efendisi ile birlikte anılmayı hak eden muhtemelen en önemli eseridir.

Yetmişlerden itibaren fantastik edebiyatın atağa geçtiğinden bahsetmiştik. Bu tarz eserler otuz yıl içinde öylesine bir popülerliğe ulaştı ki artık daha önce baskın duran ve aslında komşu ya da kardeş bir anlatı olan bilim-kurgu türünün boşalttığı rafları fantastik edebiyat ürünleri hızla doldurmaya başladı. Fakat popülerlik iyi bir şey olmayabilir. Fantastik edebiyat bu süreçte içeriği salt eğlence amaçlı olan ve anmaya değecek bir özgünlük ve sağlam bir altmetin barındırmayan, kötü kurulmuş ve kötü anlatılan kurgulardan ibaret bir edebiyat olmaya meyil verdi ne yazık ki. Ama şükür ki, yetmişlerden sonra pek çok iyi yazar pek çok kayda değer fantastik eser kaleme alabilmiştir. Bunların en başında gelen isim Ursula K. Le Guin olmalı. Altmışlarda bilim-kurgu türünde yazmaya başlayan Le Guin, The Left Hand of Darkness(Karanlığın Sol Eli), The Dispossessed(Mülksüzler) gibi pek çok Hugo ve Nebula ödüllü bilim-kurgu eserinin yazarıdır. Başka birkaç yazarla birlikte bilim-kurguya tabiri caizse çeki düzen verdikten sonra, yetmişlerde yayıncısının da yüreklendirmesiyle ile fantastik kurgular yazmaya başlar. Bu açıdan en iyi bilinen eserleri toplam 5+1 kitap olan Earthsea(Yerdeniz) serisidir. Ayrıca son dönemlerde kaleme aldığı Annals of the Western Shore serisi de mükemmel örneklerden bir diğeridir. Ayrıca Le Guin yazdığı ufuk açıcı denemelerle bu edebiyatı en iyi anlayan ve anlatan yazarlardan biri olduğunu da göstermiştir.

Bir başka yazarımız da Marion Zimmer Bradley. O da Le Guin gibi bilimkurgu türünde de yazabilen fantazi yazarlarından biri. Özellikle Kral Arthur söylencesinin yeniden yazımı olan The Mist of Avalon(Avalon'un Sisleri) serisi ve kadim Atlantis efsanesine eklemli, "Mısır Firavunları'nın taş üstüne taş yığmalarından çok uzun zaman önce batan bir dünyanın gölüne atılmış bir taşın öyküsü" olan The Fall of Atlantis(Atlantis'in Çöküşü) adlı yapıtları çok başarılı birer fantastik edebiyat örneği olarak öne çıkıyorlar. Özellikle Atlantis'in Çöküşü benim dilim döndükçe takdir edeceğim bir şaheserdir.

Sayılanlar hâricinde pek çok başka seri yazıldı elbette. Kalbur üstü olanları arasında Micheal Moorcock'un Elric destanları, Roger Zelazny'nin Chronicles of Amber(Amber Yıllıkları) serisi, Stephen Donaldson'ın Chronicles of Thomas Covenant the Unbeliever(İnançsız Thomas Covenant Yıllıkları), Robert Jordan'ın The Wheel of Time(Zaman Çarkı) külliyatı, Anne McCaffrey'nin Pern serisi, Robin Hobb'un Farseer serisi, George R.R. Martin'in Song of Ice and Fire(Buz ve Ateşin Şarkısı) serisi, Terry Prachett'ın Discworld(Disk Dünya) serisi gibi eserler sayılabilir.

Bunlar arasında Zaman Çarkı yazılmış en uzun macera olması ile öne çıkıyor. Fakat bu hâliyle fazla dağınıklaştığı ve tekrarlara sığındığı da söylenebilir. Robin Hobb'un diğerlerine nazaran daha yeni olan Farseer serisi ise son dönemlerde okuyabildiğim en kayda değer örneklerden biri.

Bu arada değinmeden geçmenin mümkün olmadığı bir yazar da Stephen King olacak. Uzun bir döneme yayılmış büyük anlatısı The Dark Tower(Kara Kule) asla geçiştirilecek bir eser değildir. "Siyahlı Adam çölde kaçıyordu. Silahşor da peşindeydi." 1970'lerde böyle tumturaklı bir başlangıç cümlesi ile yazılmaya başlanmış ve büyük badirelerle ve düzensizliklerle, çorak toprakların tozunu da sürüyerek 2005 yılında başlangıcı tekrar ederek biten bu seri okuyan hemen herkesi yeterince tatmin etmiştir sanırım.

The Stand, The Shining, It gibi korku hikâyeleri ile bütün dünyada çok okunan ve büyük bir hayran kitlesi ve servet biriktiren King, sonunda kapsamlı bir fantastik yolculuk anlatısıyla kendi yazarlık becerilerini de epey aşmış görünüyor. Aslında Kara Kule tam anlamıyla Tolkien sonrası fantastik kurgunun genel şablonuna uyum göstermez. Onun alternatif gerçekliği bizim gerçekliğimizden kopuk değildir. Bu anlamda kendisinin de bolca göndermede bulunduğu Oz Büyücüsü'ne -sanıyorum artık Kansas'da değiliz- yakın bir alternatif gerçeklik şablonuna sahiptir.

Stephen King gibi korku öyküleri yazan ama kendine özgü nitelikleri nedeniyle epik-fantezi diye adlandırılan; Book of Blood(Kan Kitabı) öyküleri ile korku edebiyatına yeni bir soluk getiren ve dilsel becerisi, özgün fantastik olgular ve yaratıklar kurgulayabilme ve bunları gerçeklik içine başarıyla monte etme yeteneğiyle Clive Barker da hatırlanmalı. Yine 20. yüzyıl vampir anlatılarının en tanıdık ismi olan Anne Rice'ı unutmamak gerek.

2003 yılında Hugo ve Nebula ödüllerini de alan American Gods(Amerikan Tanrıları)'ın yazarı Neil Gaiman anılması elzem bir isimdir. Yıllarca çok ödüllü Sandman çizgi romanlarının metin yazarlığını yapan, Good Omens, Neverwhere, Stardust, The Graveyard Book gibi başka pek çok kayda değer esere de imza atmış olan Gaiman, özellikle Amerikan Gods ile zirveye çıkmış görünüyor. Zorla ya da istekli olsun fark etmez, bütün bu göçmen insanların Amerika kıt'asına ayak basma pahasını yitirdiklerine odaklanıyor metin. Yeni tanrılara neler kurban edildi ve edilmekte? Bütün bunlar üzerine görkemli bir ağıt...

Aslında daha önce bahsetmemiz gereken ama geç kaldığımız, zengin imgelemi ve dünya edebiyatına dair geniş dağarcığı ile insanı şaşkına uğratan bir yazara değinmek gerek. Jorge Luis Borges, yazın hayatında elbette sadece fantastik eserler ortaya koymamıştır. Fakat klasik fantastiğin ardılı olan bir çok kısa öyküsü bu türe dahil edilmek durumundadır. Öyküleri önemli ölçüde kendine özgü niteliklere sahip. Sıkça tarihin yeniden yazımı biçiminde tezahür ederler. Özellikle kütüphane ve kitap imgesi ya da zaman algısına dair tuhaflıklar, labirentimsi örgüler Borges'in öykülerinde önemli bir yer tutar. Çok sıkı bir okuyucu olan yazarın denemeleri de pek çok tuhaf noktaya ışık tutmaları ile ilginçtirler.

Bu bahsi kapatmadan önce ayrıntılara hiç girmeden Micheal Ende, Ray Bradbury, Fritz Leiber, T.H. White gibi büyük yazarları da sadece anarak geçmek zorundayım.

Yeniden Tolkien sonrası modern fantastik edebiyata dönersek ve gözlemleyebildiğim mevcut problemlere bir bakacak olursak, öncelikle edebiyatın edebiyat dışı olgularla içli dışlı oluşuna dâir sorunlar göreceğiz. Fantastik edebiyat popüler olduktan sonra, Ed Greenwood adlı bir yazar hepimizin öyle ya da böyle farkında olduğu FRP denilen bir mefhumu ortaya çıkarttı ve ne yazık ki, sorunlarını da beraberinde getirdi. Bir masaüstü rol yapma oyunu konseptinin edebiyat alanından beslenmesi çok doğal elbette. Fakat özellikle TSR firmasının da katkısı ile fantastik edebiyat bu oyuna hizmet eden ikincil bir unsur hâline getirilmeye çalışıldı. Pek çok yazarın tuhaf bir biçimde katkıda bulunduğu Forgotten Realms, DragonLance gibi karma popüler fantastik anlatılar bu masaüstü oyunlara konu ve mekan sağlayan edebiyat ürünleri olarak pazarlandılar. Maalesef bu kitapların çok önemli bir yekûnu edebi kaygıdan çok uzak tecimsel ürünlerdir. Bu tür popüler dünyalara yazılan eserlerde yazarın bağımsız bir imgelemle yazabilmesinin önü ister istemez tıkanmıştır. Bir anlamda ısmarlama bir yazımdır meydana gelen şey. Aynı problem bir takım bilgisayar oyunlarının popülerliğinden beslenen Warcraft, Diablo serileri gibi iyice sulandırılmış anlatılar için de söylenebilir. Tabiî burada bu tür eserlere özel kin besliyor izlenimi vermek gereksiz, ama şu gerçek açıktır ki, bu tür kitaplar üstte saydığımız diğer başarılı eserlere oranla çok daha fazla rağbet görüyorlar ve bu durum okurda doğru bir fantastik edebiyat bilinci oluşmasına hiç yardımcı olmuyor.

Bu eserler asgarî kurgusal özgünlükten büyük oranda yoksunlar. Çoğu zaman hem daha başarılı hem de kendi düzeylerindeki kötü anlatıların kaba birer taklidi olmaktan öteye geçemiyorlar. Ciltlerce uzayıp giden ve hangi edebî güdülerle yazıldığını kavramakta dahi güçlük çektiğimiz bu başarısız öyküler fantastik edebiyatın estetik gelişimi açısından hem okur hem de yazar bazında dikkatle sorgulanmalılar.

FANTASTİĞİN ZORLU YOKUŞLARI

Simgeler ve umulanlar yoluyla ruh durumlarını dile getirmek değilse yazın nedir?

William Butler Yeats - The Celtic Twilight

Bu kadar değiniden sonra, sormak gerekecektir: nedir bu eserleri okunmaya değer kılan; bazen eleştirildiği gibi boş bir oyundan ibaret midir fantastik? Yoksa insanların bu kadar tutkuyla sarıldıkları bu anlatılara bizi çeken nedir? İnsanı fantastik öyküler yazmaya ve okumaya ne itiyor?

Aslında edebiyat hangi bağlamda anlamlı ve gerekliyse, fantastik de o bağlamda anlamlı ve gereklidir deyip çıkabiliriz işin içinden. Acılarımızı teselli edecek, dünyayı ve başkalarını anlamımızı ve kendi tecrübelerimiz üzerine daha derin bir düzlemde düşünmemizi sağlayacaktır edebiyat. Tolkien bir keresinde, mitoloji ve peri masallarını yalanlar olarak tanımlamış bir adama yazdığı mektupta fantaziyi doğal bir insan etkinliği, bir insan hakkı ve yaratıcıyı taklit etmenin bir parçası olarak gördüğünü şöyle ifade ediyor:

"...
Her ne kadar dünyanın tüm çatlaklarını
Elfler ve Goblinlerle doldurmuş olsak da,
karanlıktan ve ışıktan Tanrıları
ve onların evlerini inşa etmeye cesaret etmiş
ve ejderlerin tohumlarını ekmiş olsak da -
bu bizim hakkımızdı.
(yerinde ya da yanlış kullanılmış)
Bu hak azalmadı: hâlâ içinde
yaratıldığımız yasayla yaratıyoruz."


Tolkien ayrıca yaygın bir eleştiriye karşın fantazinin usdışı bir etkinlik olmadığı, ussal olduğunu da ekler. Eğer der, insanlar gerçekten kurbağalarla insanları ayırt edemeyecek olsalardı, kurbağa-krallar hakkındaki masalları yazmazlardı. Fakat bazı insanların fantazinin cezbedici gücünden hoşlanmadıklarını da iğneleyici bir dille ekler. Ona göre bu insanlar Birincil Dünya dedikleri dünyalarına müdahale edilmesinden hiç hoşlanmazlar. "Gerçeğin" ve "aklın" yılmaz savunucuları olarak görürler kendilerini. Masallar, mitler ve fantaziler ise saçma ve hattâ gerici uğraşlardan başka bir şey değildir. Bir bakıma bunlarda fantastik dış kabuğu kırabilecek ve yumurtanın içini tadabilecek yetenek ya da ilgi yoktur diyebiliriz. Bu yüzden orada fantastik bir biçime bürünmüş öykünün anlatmak istediğini gözden kaçırırlar. Dolayısıyla iyi bir fantazi metninin neredeyse her zaman iyi bir yolculuk metni olduğunu da gözden kaçırırlar. Buradaki yolculuktan kastım, hem öyküde okuduğumuz görünür yolculuk, hem de bununla bağlantılı olarak kavradığımız, eşlik ettiğimiz içsel yolculuktur. Psikanalitik eleştiriden destek alarak şunu iddia edebiliriz kolaylıkla: fantastik yolculuklar dolaylı olarak bizim kişisel bilinçdışı yolculuğumuzun metaforlarıdır.

"Büyük fantaziler, mitler ve masallar gerçekten de rüyalara benzer; bilinçdışından bilince seslenirler, bilinçdışının diliyle, simgeler ve arketiplerle. Kelimeleri kullansalar da, müzik gibi işlev görürler; sözel akıl yürütmeyi devre dışı bırakıp doğruca söylenemeyecek kadar derinde yatan düşüncelere giderler. Hiçbir zaman tam olarak aklın diline tercüme edilemezler; onların anlamsız olduğunu, ancak Beethoven'in Dokuzuncu Senfonisini de anlamsız bulan bir Mantıksal Pozitivist iddia edecektir. Oysa son derece anlamlıdırlar ve ahlak açısından, içgörü açısından ve büyüme açısından faydalı ve pratiktirler."(Le Guin)

Fantastik kahraman(lar)ın çıktığı yolculuk, o yolculukta geçtiği aşamalar bilinçdışı yolculuğumuzun parçalarıdır hep. Önemli bir karşılaştırmalı mitoloji uzmanı olan Joseph Campbell bu yolculuğun aşamalarını belirliyor ve buna monomit diyor. Ona göre bunun üç temel aşaması var: ayrılma-erginlenme-dönüş. Bunu basitçe şöyle ifade ediyor:

"Bir kahraman olağan dünyadan doğaüstü tuhaflıkların bölgesine doğru yola çıkar; burada masalsı güçlerle karşılaşır ve kesin bir zafer kazanılır; kahraman bu gizemli maceradan benzerleri üzerine üstünlük sağlayan bir güçle geri döner."

Burada sözü edilen kahraman ister Beowulf, ister Sigurd, ister Gawain, ister Buda olsun farketmez. Hattâ amacımıza da uygun olarak Frodo, yahut Ged, yahut Titus da olabilir. Joseph Campbell'ın bu basit çevirimi eğilip bükülerek ya da hattâ bazen başarısızlığa uğrayarak sürekli karşımıza çıkar. Modern fantastik edebiyat mitler ve masallar gibi bu döngüyü -daha sentetik bir yolla olsa bile- tekrar etmeye çalışır. Yolculuğun her aşaması bizim içsel yolculuğumuza dair karmaşık anlamlar taşır. Kendi yolculuğumuzu aydınlatan bir kandil yahut bir ayna oluverirler.

"Hiçbir tereddüt olamaz: Daha önceki kuşakların mitolojik ve dinsel miraslarının simge ve ruhsal araştırmalarının rehberliğini aldığı ruhsal tehlikeleri, bizler (inançsızlar olduğumuzdan, ya da inançlıysak eğer, bize kalan inançlar çağdaş yaşamın gerçek sorunlarını karşılamakta yetersiz kaldığından) yalnız başımıza ya da en iyisi deneyerek, hazırlıksız ve genellikle iyi bir rehber bulamadan aşmak zorundayız. Bu bizim gibi, bütün tanrı ve şeytanların akılcılaştırılarak yok edildiği modern, "aydınlanmış" bireylerin sorunudur. Yine de bize kalabilmiş olan ya da dünyanın dört bucağından toplanmış mit ve efsaneler bolluğunda bizim hâlâ insan olan yönümüzden bir şeyler bulabiliriz", diyor başka bir yerde Joseph Campbell.

Çağdaş fantastik yazın bu unutulmuş içsel yolculukta bir rehber olmaya adaydır. Çünkü cesaret aldığı kökler mitler ve masallardır, onlarla birlikte insanın tarihini kateder. Konuyla ilgili makalesinde "Peri masallarının tarihi insan ırkının fiziksel tarihinden daha karmaşık ve en az insanlık dilinin tarihi kadar karmaşıktır," derken Tolkien bu kadimliğe değiniyordu.

Fantastik yolculuk, ki bu çoğu zaman bir arayış macerası olarak ortaya çıkar(quest), öyle kolay çıkılabilir bir yolculuk değildir. Denildiği gibi, kapıdan dışarı adım atmak zor iştir, çünkü yolun nereye çıkacağı bilinmez. Bu yüzden kahramanlar çoğu zaman gönüllü değillerdir. Sözgelimi Frodo çok gönüllü bir kahraman sayılmazdı, ama bir gün yaşlı bir adam gölgelerden çıkageldi ve ona içinde bulundukları tehlikeye dair kıymetli öğütler verdi. Bu öğütlerdeki bilgeliği ve kendine düşeni fark edebildiği için Frodo o kapıdan dışarı adım atabilmiştir. "Kahraman yapılması uygun olanı gören kişidir."

Elbette yolculuk çok zordur, pek çok engebe ve tuzak vardır üzerinde, ama eğer başarılı olunursa patikanın sonuna Kıyamet Çatlakları'na varılacaktır. Oraya varmadan döngü tamamlanamaz. Mit ve masallarda, arayışın bir noktasında böylesi bir yer altına iniş ya da cehennemî bir sona ulaşmak içkin bir içsel keşifin, oradan çıkış da yenilenmenin metaforları olarak okunur genellikle. Gün ışığına tekrar çıktığınızda artık eski kişi değilsinizdir. Öz keşfinizi tamamlamış ve kendi çoğulluğunuzla, karanlığınızla yüzleşmiş olarak başka bir kimliğe bürünmüşsünüzdür artık. Frodo -dokuz parmaklı Frodo- eski Frodo değildir artık. Shire'lı Frodo olamaz o: "Yaralıyım," diye cevap verdi Frodo, "yaralı; asla tamamen iyileşmeyeceğim"

Bu türden arketipsel ya da psikanalitik çözümlemeler bir yana, peki fantastiğin bir kaçış edebiyatı olması eleştirilerine ne demeli? Doğrusu Tolkien üzerine çullanan bu nitelemeden çok da rahatsız olmamıştır. Aksine o işin tüm boyutlarının farkındaydı. Peri masalının ve fantazinin ana işlevlerinden birinin kaçış olduğunu iddia eder ve kaçışa yüklenen negatif anlamları reddeder. Bir yazısında şöyle diyecektir: "Geçmişten gelen hikayelerin çoğu, insanların elleriyle yaptıkları eserlerden zevk aldıkları zamandan, bir çok insanın insan yapımı şeylerden iğrendiği zamanımıza kadar sağ kalışlarından doğan bir çekicilikle, sadece "kaçışçı" olmuşlardır."

Ona göre "motorlu arabaların, insan başlı atlardan ya da ejderlerden daha 'canlı' olduğu görüşü tuhaftır ve atlardan daha 'gerçek' oldukları görüşü ise acınacak derecede saçmadır." Sonra da ekler, "Peri masalları gökte uçan ya da derinlerde yaşayan canavarlar icâd ediyor olabilir, ama en azından cennetten ya da denizden kaçmaya çalışmıyor." Peşinden daha cesur bir hamle yapar; "Peri masalı okurunun ve yaratıcısının artık kullanılmayan çok eski şeylerden "kaçış"tan: sadece ejderleri değil atları, şatoları, yelkenli gemileri, okları ve yayları; sadece elfleri değil, şövalyeleri, kralları ve rahipleri de tercih etmekten utanmaları gerektiğini sanmıyorum..."

Evet, böyle der, çünkü karşısına dikilmiş dünyanın fabrikaları, petrol rafinerileri, silah sanayisi, borsaları, politikacıları, sefil ve karanlık varoşları ve yalancı ve neon ışıklı metropolleri özde bu saydıklarından daha gerçek değildir. Modern fantastik edebiyat başarılı olduğunda en derinde böylesi bir hayal kırıklığını yansıtır. William S. Burroughs bunu şöyle ifade ediyor: "Büyülü ortamlar yerle bir oluyor. Artık Orman Parkında Yeşil Ren Geyiği yok. Melekler tüm kovukları terk ediyor, içinde Tek Boynuzlu Atın, Kocaayağın, Yeşil Ren Geyiği'nin bulunduğu ortam giderek azalıyor, tıpkı yağmur ormanlarında yaşayıp soluk alan diğer yaratıklar gibi. Ormanlar motellere, Hilton'lara ve McDonalds'lara yer açmak için yok olurken tüm büyülü evren yok oluyor."

Tolkien bu nedenle fantazideki bu kaçışı teselliyle de ilişkilendirir. İçine düştüğü çağda insanın teselliye ihtiyaç duyduğu kanısındadır. Dolayısıyla büyük mücadelelerin ve tüm o büyük kayıpların sonunda en azından teselli edici bir mutlu son olmasını gerekli bulmuştur anlatılarında.

Ayrıca Tolkien insanların doğal şeylerle ilişkilerini, onlara bakış açılarını değiştirmelerinde fantazinin yüreklendirici olduğunu düşünür. Bu anlamda mülkiyetçi olmayan bir bakış açısından yola çıkar. Çünkü sahiplenmek etrafımızdaki dünyayı gerçekten görmemizi engeller ona göre. Profesör Tom Shippey'in üzerindeki etkisi buna örnektir: "Tolkien beni bir gözlemciye dönüştürdü. Tolkien insanları kuş izleyicilere, ağaç görücülere, çalı tutuculara dönüştürür" diyor.

Fakat kaçış her zaman gerçekten anlamlı mıdır? Her zaman sizi içine çeken bataklıklardan bir sıyrılma işlevi görebiliyor mu acaba? Elbette hem nefret ettiğimiz hem de mahkumu olduğumuz bir yerden kaçmak hakkımızdır, ama sık sık kaçtığımız yerlere şöyle bir bakmalıyız? Acaba hedefimiz çıkış noktamızdan daha iyi mi her zaman? Le Guin'in bilim-kurgu hakkındaki bir yazısında dikkat çektiği üzere, ya yaptığımız sahtelikten değil de sahteliğe kaçışsa? Başarılı fantaziler ya da bilim-kurgularda kaçışın bir anlamı vardır, daha iyi bir yeri amaç edinirler en azından, fakat sırf onlar var diye, bu öykülerin dışında kalan ve çok daha popüler olan diğer öykülerin barındırdığı sorunları görmezden mi geleceğiz? Çünkü sanıyorum bunlar bizi çok da anlam taşımayan, kayda değer bir şeyler öğrenmenin mümkün olmadığı, yapay ilişkilerle dolu, bütünüyle önemsiz bir dünyaya kaçırıyorlar. Kaçtığımız her şey başka bir yüz, başka bir makyajla karşımıza dikiliyor orada.

***
Fantastik edebiyatın başka bir özelliği de -daha önce tanım çabalarında kısmen değinmiştik- ilk olarak Rus biçimcilerinin temelini attığı bir terimde yatıyor: ostranenie(alışkanlığı kırma.) Bu terim Brecht'in verfremdung kavramının da öncülüdür. Burada asıl olan edebiyat eserinin gerçekliği olduğu gibi yansıtmayıp, onu okurun dikkatini uyandıracak yeni biçimler altında sunmasıdır. Denildiği gibi yabancılaştırma "hipermetroplaştıran bir dünyaya karşı şifadır; uzağa, belirli bir mesafeye koyarak görmemizi sağlamanın yoludur." Buradan tekrar fantastiğe dönersek; gerçekçi edebiyatta görüngüsel dünyanın bilinen sınırları içinde sürekli anlatılmış, sürekli yakından gördüğümüz ve bu yüzden artık odak olmaktan uzaklaşan, zihnimizde silikleşen, etkisini yitiren uyuşuk bir olguyu, fantastik biçimlere altında anlatmak, bir anlamda onu uzaklaştırmaktır, bu da okur tarafından daha net fark edilmesini ve üzerine düşünülmesini sağlayacaktır. Örneğin Ged üzerinden düşünürsek; Yerdeniz Büyücüsü'nde anlatılan temel olgu kişinin bilinçdışı ile yüzleşmesi ve büyümesidir. Pek çok kez işlenmiş bir anlatı, ama bunu imgelemi zorlayan bir şekle sokup, Ged ve gölge üzerinden fantastik bir macera içinde anlattığınız zaman, velhâsıl olguyu koruyup biçimleri yabancılaştırdığınız zaman, olgunun kendisine daha net bir vurgu yaparsınız. Dikkatli okurlar fantastik biçemlerin altında gizlenenleri bulup çıkarmak için bir çaba sarf eder ve bu sayede sürekli tetikte kalırlar. Sonunda Ged dünyanın ucunda gölgeye dönüp ona kendi adıyla "Ged" diye seslenince, işte o zaman en uyanık olduğunuz andasınızdır.

Yine bununla bağlantılı olarak, fantastik biçem, bizi bir öykü anlatırken içine düşebileceğimiz bir takım somut sıkıntılardan da kurtarır. İlk Türkçe fantastik kurgu serisi olan Perg Dörtlemesinin yazarı Barış Müstecaplıoğlu bir röportajında buna işaret ediyor ve diyor ki: "Fantastik kurguyu özel yapan, en azından benim için özel olmasını sağlayan, belirli bireyler, olaylar ya da milletleri örnek göstermeden, tamamen olgular üzerinde durabilme özgürlüğü tanıması." Eğer güncel siyasal konjonktür, sosyo-kültürel yapı, tarihsel çerçeve anlatacaklarımızı gerçekçi bir kurmaca içinde istediğimiz serbestlikte anlatma imkânı vermiyorsa, fantastik edebiyat bizi bu dertten rahatlıkla kurtarabilir.

YERLİ FANTASTİKLER

Ve körün ünvanını ârif koyarak,
Görenin ismine dîvane denildi.

Ahmed Hilmi - Âmâk-ı Hayâl


Son olarak Türkçe'de fantastik yazına bir göz atmak gerekiyor. Türk edebiyatında son yıllara kadar fantastik edebiyata, özellikle batıda görülen biçimleriyle rastlamak kolay değildi. Tabii bu topraklarda romanın batıya kıyasla ne kadar geç oluştuğunu dikkate alırsak, o kadar şaşılacak bir durum olmayabilir. Romanın özünde fazla ampirik bir tür olarak şekillenmesi bir yana, bu eksikliğin ikinci ve önemli bir etkeni de bu toplumda batıdaki tarihsel gelişimi ile karşılaştırılabilecek bir pozitivizme rastlanmamasıdır. Berna Moran, ilk romancılarımızın Batı ve Doğu değerleri arasında birleşimi ararken fantastiği olabilir olanı anlatması gereken romanın düşmanı saydıklarını ifade ediyor. Bu yüzden bizim romanımızda fantastik olgular Peyami Safa ve Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın bazı eserleri dışında pek ortaya çıkmamıştır diyor. Bu eserler bile batılılaşma konusundaki farklı görüşleri savunmanın alegorik araçları olarak yazılmışlardır. Tabiî aslında fantastik gerçekçilik ya da büyülü gerçeklik bağlamında ele alınacak pek çok yazar var, fakat bu yazıda onlara değinmek mümkün değil.

Türk edebiyatındaki ilk fantastik yazın örneği Giritli Aziz Efendi'ye ait olan Muhayyelât-ı Aziz Efendi adlı, üç ana bölüm halinde yazılmış olan eserdir. Yayınlanması 1769 gibi oldukça geç bir döneme uzanıyor. Bariz bir Binbir Gece Masalları esinlenmesi kitabın içeriğinde görülebilir. Cinlerin, hortlakların cirit attığı eğlenceli bir kitaptır. Kaleme alınmasındaki amacı yazarı daha en başında özetliyor zaten: "Gönüldeki gamı dağıtmak"

Memleket sathında gotik alt türe de pek rastlanmıyor. Çünkü bu yazın, üstte işaret ettiğimiz üzere aydınlanmanın içindeki özel koşullarda doğmuştur ve rasyonalizme ve onun peşi sıra ilerleyen pozitivizme bir tepkidir. Dolayısıyla bizde pozitivizm kendi dinamikleri ile oluşmadığı ve ithal edildiği için gotik eser de pek bulunmaz. Bu anlamda elle tutulur ilk eser popüler aşk romanları ile bilinen Kerime Nadir'in Dehşet Gecesi adlı eseri olarak gözüküyor. Kitap vampirleri Karpat'lardan güneydoğunun ıssız dağlarına taşır. Fakat korku atmosferi bakımından yeterli olsa da, ne yazık ki, özgün bir eser sayılamaz. Olay örgüsü bakımından Dracula'ya olan benzerlikler kimsenin gözünden kaçmamıştır. Yine de adı Ruzihayâl olan bir Carmilla(ama Dracula karizmasında) benzeri vampirella öyküsü okumak tuhaf bir deneyim olacaktır herkes için.

Ayrıca İhsan Oktay Anar'a değinmemiz gerekir. Puslu Kıtalar Atlası ile yola çıkan yazarın hâli hazırda mevcut beş kitabı yayınlanmış durumda. Bu kitapların en temel özelliği tarihsel romanla fantastiği sağlam bir üslûpla harmanlamış olmalarıdır. Kendi adıma özel bir hayranlık duyduğumu söylemeliyim.

Tolkien sonrası fantastik kurgunun Türkiye'de oluşması ise ancak iki binli yıllara denk düşüyor. Bunda katalizör etki bu dönemde çok yoğun bir çeviri furyası başlamış olmasıdır elbette. Pek çok önemli fantastik yapıtın Türkçe'ye çevrilmesi ile okuyucunun ilgisi bu türe yoğunlaştı ve neticede Barış Müstecaplıoğlu, Orkun Uçar, Yiğit Değer Bengi gibi yerli yazarların fantastik türdeki eserleri raflarda yerlerini alabildiler. Bunların her biri aynı kıratta değil. Fakat Türkiye'de bu edebiyat henüz emekleme aşamasında olduğu için eleştirirken dikkatli olmak lâzım. İleride daha iyi öyküler görmeyi dileyerek bitirelim bu yazıyı.

Ve sizler görmediniz mi, şu güzel yolu
Eğrelti otlarıyla kaplı yamaçta rüzgârlar eser?
İşte bu da Periler Diyarı'nın yoludur,
Sizin ve benim bu gece mırıldandığımız.

J. R. R Tolkien - On Fairy Stories

Sadece ağıt...

30 Temmuz 2006 Pazar

Kapadım balkonumu
duymak istemiyorum ağıtı
ama yalnız ağıt var
gri duvarlar ardında

Çok az melek var şarkı söyleyen
çok az köpek var havlayan
bin keman bir avuca sığıyor;
Ama ağıt koskoca bir köpek,
ağıt koskoca bir melek,
ağıt koskoca bir keman,
gözyaşı ağzını tıkıyor rüzgârın
duyulmaz başka bir şey
ağıttan.

Federico Garcia Lorca

Dönüş yok!

16 Temmuz 2006 Pazar

adam sordu:
ne yönedir dönüş,
keşkelere açılan kapı nerede?

keskin bir orak gibi yolunu açan
ve umudu takatsız bir dal gibi söküp alan
bir cevap yükseldi yanı başından.
dönüş yoktur, dedi ihtiyar,
artık yok!
hiç yok!
sözleri hırıltılı bir ağıt gibiydi
ve sadece bu kadar söyledi.
bu kadar öz
bu kadar mutlak
sonra değneğine bir yâr gibi yaslanarak,
adamı ardında çaresiz koyup gitti.

Büyümek üzerine ya da tam tersi...

29 Haziran 2006 Perşembe

Adam arkasından batmakta olan güneşin ufku kusursuz bir ressam gibi kızıla boyayışına aldırmadan ilerliyordu. Meçhul hedefine giden yolda zigzaklar çizmeden, sürekli akan kalabalıkların doldurduğu kaldırımlarda kendi yolunu açarak ilerliyordu. Zaman onun için yavaş akıyordu artık. Eğer dikkat edecek olsaydı korna seslerinin, insanların konuşmalarının, bağırışlarının yavaşlatılmış bir çekimdeki gibi uzayıp bozulduğunu farkedebilirdi. Eğer dikkat etseydi siyah çizmelerinin altından kaçan birikmiş yağmur sularının hava ile toprak arasında çizdiği kısacık yolu bütün ayrıntılarıyla takip edebilirdi.

Ama bu siyahlara bürünmüş adam bütün bunları farketmiyordu. Karşısına dikmiş olduğu gözleri gereğinden fazlasını görmüyorlardı. Asıl gördüğü şeyler dünyanın göreceli karmaşasında olup bitenler değil, zihninin puslu yollarındaki yürüyüşünde gördükleriydi ve onlar ağır, yansıması yüzüne vuran bir hüzne bulanmışlardı.

...

Çocukluk anılarına açılan kapının demir kolunu ittirdi ve menteşelerin gıcırtısı ile ağır kapı geriye doğru savruldu. Ve siyahlı adam içeriye baktı.

Bir çocuk vardı, kaygıları ve tasaları bile sevimli olan bir çocuk. Küçük ve boş bir odada kırmızı bir halının üstünde plastik askerleriyle oyunlar oynuyordu. Onlarla şehirler kuruyor, savaşlar ve bazen spor müsabakaları düzenliyordu. O günkü yaratıcılığına şaşırmaması elinde değildi. Adam gülümsedi. Hatırlamak ne kadar da hoştu. O askerlerden satın almak için eline para geçmesini hevesle bekler ve parası olunca hemen aşağıdaki tanıdık mahalle bakkalına koşar ve bakkal sağolsun ona fazla fazla verirdi, hatta şahsi muhabbeti sebebi ile olsa gerek, üstüne gözünün kaldığı çizgi romanlar da hediye ederdi. O da hemen eve koşar, küçük odaya kapanır ve işte imgesi hatıralarından asla silinmeyen o kırmızı halı üstünde kurulan ve dünyanın kara tasasıyla lekelenmemiş rengârenk çocukluk düşlerine bırakırdı kendini peşinden. Mutluluk buydu işte!

Daha ilkokuldayken o tüylü halının üstünde uzanır ve Jules Verne maceraları okurdu. Tüm okudukları arasında Pal Sokağı Çocukları onu ilk hüzünlendiren öyküydü. Çocukça saf ve kirlenmemiş bir gözyaşı bile dökmüştü sonunda. Keşke hep böyle kalsaydı yaşam. Ama heyhat! Sonra bir gün o askerleri ateşe attığı vakit de geldi. Kalbini doğruyor ve parçalarını kendi eliyle ateşe atıyordu sanki. Büyümek buydu işte!

Büyümek, sen neler ettin bu adama böyle? Halbuki bu adam başkalarına kıyasla çocukluğunu asla tam olarak kaybetmiş olduğuna inanmazdı. Ergin olmanın çocukluğu kaybetmek olmaması gerektiğini bilirdi. Hep çocukluğun kendine özgü bilgeliğine ve neşesine sarılmıştı, ama gel gör ki, büyümenin eskisinin yerine koyduğu yeni bilinç ve yeni algıları engelleyememişti, engelleyemezdi. Büyümek anlaşılmaz acılar çekmek demekti, hem kendisi hem dünya için. Büyümek masumiyeti kaybetmek demekti, artık masumiyete inanamamak demekti. Büyümek bitmeksizin bir yarın kaygısına gömülmek demekti. Büyümek göze yavaşça bir tül indirmekti, renkleri silikleştiren bir tül. Dünya onun ardından bakıldığında asla eskisi kadar renkli ve şen olamazdı. Büyümek kendini ipe asılmış bir çamaşır gibi gergin ve çaresiz hissetmek demekti. Şair ne güzel söylemiş:

Çocukken haftalar bana asırdı;
Derken saat oldu, derken saniye...


İşte böyle; büyümek zamanla anlamsız bir yarışa zorlanmak demekti.

Adam sonunda dayanamadı, kendini dışarı attı geçmişin koridorlarından. Kalabalık hâlâ akıyordu etrafında, durmamacasına. Bu telaş, bu labirentlere dönüşmüş dünyadaki koşturmaca ne zaman bitecekti. Sonra kimdi bu ahali ve örneğin kendisi bu garip dünyada ne arıyordu? Bu anda, geçmiş hatıralarla sarılmış bu bezginlik anında bu sorular cevapları zor sorulardı.

Adam kafasını kaldırdı ve henüz taze karanlığın gelişini müjdeleyen ve sessizce ışıldayan yıldızlara baktı. Şöyle düşündü: yanı başında bir merdiven peydahlansa birden, gökyüzüne uzanan, yıldızların ötesine, evrenin sınırlarının dışına uzanan bir merdiven. Ona tırmansa; attığı her adım onu biraz daha yaklaştırsa çocukluğuna. Tırmansa, tırmansa, tırmansa... ve sonunda zaman denilen mefhumun olmadığı yere varsa. Bir kırmızı halı üstünde hep çocuk kalınabilen yere.

Ama ne yazık! Bu da yine yavan bir düştü işte, payına kalanlardan bir düş...

Tasarım çalışmaları sonlandı (şimdilik)

25 Haziran 2006 Pazar

Evet, yeni halimiz budur. Fena bunaldım kodların arasında. Gerçi hâlâ bazı istediğim şeyleri oturtabilmiş değilim. İleride yavaş yavaş bir kaç grafiksel değişim getirebiliriz. Tabii komple daha uygun bir şablon bulursam onu uyarlamayacak da değilim. Dün gece Internet'i şöyle bir taradım, template sitelerine baktım ama çok da tatmin olamadım aslında. Kanımca mevcut en iyisi buydu.

Tasarım bu kez daha koyu renklerden oluşuyor. Bu seçimin önceki haline göre okumada daha fazla zorluk çıkartacağı kesin. Fakat umuyorum çok büyük bir sorun olmayacaktır. Aslında arkaplan rengini daha açık tonlara değiştirmeyi düşündüm, fakat bunu yapınca koyu renkli hazır grafiklerle sorun çıkartacaktı. Onların hepsini değiştirmeyi şimdilik göze alamadığım için böyle bıraktım. Beğenmezseniz de gelin bas bas bağırın.

Sağ sütuna görebileceğiniz üzere iki yeni bölüm daha ekledim.

Ayrıca diğer işlerde çok hızlı ve sağlam olan Opera'da bu bloga yazılan yazıları düzenleme konusunda bir sorun var. Compose kısmını kullanarak iki güzellik yapalım diyorsun, insanı çileden çıkartan hatalar vermeye başlıyor.

Ben ve Oyunlar...

25 Mayıs 2006 Perşembe

Ne zamandır bilgisayar oyunları ile aram pek iyi değil. Arada açıp oynadıklarım da hep daha eski bir takım oyunlar. Tekrar kuruyorum ve biraz bakınıp bırakıyorum. Halbûki hiçbir zaman bilgisayar oyunu delisi olmamama rağmen eskiden oyunlara zaman yetiştirmek mümkün değildi. Geçen sene Half Life 2, Doom 3, Quake 4 gibi oyunlar peşi sıra çıktılar. Hepsi bir şekilde hatıramız olan kült oyunların devamıydı. Ve evet, bunların hepsini oynadım ve bitirdim, ama gerçek bir zevkle oynadığım söylenemez. Onlara gösterdiğim ilgi sırf uzak kalmamak içindi âdeta. Geriye dönüp bakıldığı zaman uzak geçmişte sadece Quake I'i hatırlayamayacağım kadar çok baştan başlayarak oynamışlığım vardır. Hattâ birkaç haritasını gözüm kapalı iken bile geçebilecek kadar ezberlemiştim. Şimdi dahi yüklesem benzer bir zevk alabilirim sanırım, fakat son Quake ya da Doom'u bir daha tecrübe etmem pek olası değil.

Ben mi değişiyorum, yoksa oyunlar mı? Doğrusu ikimiz de değişiyoruz ve sanıyorum birbirimize yabancılaşıyoruz da. Bilgisayar oyunları ile ilgili organizasyonları pek takip etmiyorum artık. Dahası 8 yıldan beri sürekli aldığım ve bu arada beş yıl hiçbir sayısını kaçırmadığım Level dergisine bile uzun bir süredir ilgisizim. Uzun zamandır dergide yer alan fakat asla oynamadığım oyunların incelemeleri beni pek cezbetmiyordu açıkçası. Önceden tekrar tekrar okuduğum göz önüne alınırsa bu değişim epey ilginç hâle gelecektir elbette.

Geçen aylarda Call of Cthulhu çıktı. Yapılmaya başlandığını duyduğumdan beri görmeyi beklediğim bir oyundu bu. Fantastik edebiyatın her türüyle ilgilenen biri olarak H. P. Lovecraft'ın bende özel bir yeri var ve onun öyküleri üzerine kurulu bir yapımı merak etmemem de hâliyle kolay değil. Sonuç olarak çıktığında bir koşu gittim aldım, ama oynamaya başlayınca bütün hevesim kayboldu. Oyunda gözle görülür bir problem yoktu, doğrusu sistemi de zorlamıyordu ama açıklaması güç bir biçimde oynanamaz buldum ve bir daha ne zaman denerim bilmiyorum.

Belki de özellikle FPS türü aksiyonlar beni artık çok da ilgilendirmiyordur. Çünkü 2006'da CoC'u ile birlikte edindiğim iki oyundan biri olan Heroes V'i birkaç gün önce aldım ve günde bir, bazen iki saat kadar oynamaya çalışıyorum. Sistemimi zorlamasa daha da çok seveceğim onu, ama sistem harita büyünce bir ölüp bir dirilecek hâle geliyor. Yeni 3D oyunların çok büyük bir kısmının iflah olmaz problemi bu. Hepsi delicesine bir sistem arıyor, eğer bulamazlarsa da oynarken stabil kalamıyorlar. Evet, bundan da bezmiş bulunmaktayım. Oyun firmaları herkesin üst düzey donanımları olduğunu düşünmeyi bir yana bıraksalar çok iyi olacak. Ben her yıl niye sistemimi yenilemek zorunda olayım? Niye bir strateji oyunu, birkaç kez dikkat etmek hâricinde kanıksayacağım ve artık görmemeye başlayacağım efektler ya da kaplamalar yüzünden bir sistemi bu kadar tüketmek zorunda olsun? Bir oyunun keyif vermesi için, afili grafikleri olması gerekmiyor, dün de gerekmiyordu, bugün de gerekmiyor. İki yıl kadar önce, ya 99 ya da 98'de çıkmış olmalı, Hexplore adlı RPG'yi bulup tekrar oynadım. Onun erken dönem 3D grafikleri oynadığım gün için rezil sayılırdı, ama oyun, yeni pek çok oyundan çok daha keyifliydi. Sonuç olarak bilgisayar parçası tüketimine dönük çılgınlık da beni rahatsız ediyor diyebilirim.

Velhâsıl-ı kelâm yaşlanıyorum da(hep yaşlanıyordum şüphesiz ama bir şeyden bahsedilmek için onun iyice farkına varabilmek lâzım ve ben yaşlanmanın ne demek olduğunu bir süredir daha fazla hissediyorum) ve çoğu bu yüzden olmak üzere bilgisayar oyunları beni yeterince cezbetmiyor. Eski günlerin o naif heyecanını kaybetmiş bulunmaktayım vesselam.

Asaf Halet Çelebi'den Şiirler

17 Mayıs 2006 Çarşamba

Şehir

allahtan pencereler açmışlar içi sıkılan evlere
pencereler olmasaydı
nasıl gezerlerdi
karanlıklarda
ayağa kalkmış büyük böcekler
nasıl tırmanırlardı
merdivenlerden

tahta evler eski kutulardır
apartmanlar yaldızlı nisan şekeri kutularıdır
içinde siyah ve sarı başlı böcekler oturur
başka küçük bir kutudan
uzaktaki başka böceklerin
cızırtılı seslerini duymaya meraklıdırlar

sevgilim bir böcektir
taşdan duvarlar içinde
karafatmalarla yaşar
beş senedir getirdiğim şekerleri yiyip
elimi ısırmıştır

karafatmalar onu benden ayırdılar
o şimdi bana küsülüdür
kutu duvarları içinde


Adımı Unuttum

adımı unuttum
adı olmıyan yerlerde
ne in
ne cin
ne benî âdem

zamanlar içinde
kuşlar uçuyor
kervanlar geçiyor
bir iğne deliğinden

çarşılar kuruluyor
sarayları oyuncak
insanları karınca şehirler
zamanları gördün mü
bir iğne deliğinden

adımı unuttum
adı olmayan yerlerde
geçip gidenlere bakarak


Hırsız

pencereden giren mehtap
bu evde hırsız var
mehtapta
pencerede oturmuş
beni görüyorum

kapıyı çalsam
içerden ben çıkacağım
içerden çıkacak beni
ne kadar görmek istiyorum

penceredeki beni uyandırmalıyım
içerde hırsız var
içerdeki hırsızın
ben olacağımdan korkuyurum


Çingenelerim

deniz kenarına inen çingenelerim
sulara içmeden bakarlar
o sular tuzludur
balıklar içer

yeşil otların içine gömülen çingenelerim
otları yemezler
o otlar tatsızdır
katırlar yer

çiçekli şalvar seven çingenelerim
çiçeği sevmezler
kalem parmaklı çingenelerim
kalem tutmazlar
falıma bakarlar da
yüzüme bakmazlar
elime bakarlar da
ayağıma bakmazlar
paramı isterler de
beni istemezler

yüzlerini güneşle yıkayan çingene kızlarım
kibarım diye bana gönül vermezler


Cüneyd

bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim

gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim

aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni

cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu

kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu


Nûrusiyâh

bir vardım
bir yoktum
ben doğdum
selim-i salisin köşkünde

sebepsiz hüzün hocamdı
loş odalar mektebinde
harem ağaları lalaydı
kara sevdâma
uyudum
büyüdüm
ve nûrusiyâha ağladım

nûrusiyâha ağladığım zaman
annem süzudilâra idi
ve babam bir tambur
annem süstü
babam küstü
ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh


He

vurma kazmayı
ferhâaad

he'nin iki gözü iki çeşme
âaahhh

dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var
ferhâaad

ejderha bakışlı he'nin
iki gözü iki çeşme
ve ayaklar altında yamyassı

kasrında şirin de böyle ağlıyor
ferhâaad


Yamyam

zaman zamanına dönsün
hasta çocukları yiyen
kromanyon adam
kovuklarındaki yılanları ye
taşların altındaki böcekleri ye
yalnız
sakın beni yemekten
mağaranın hasta çocuğu zehirlidir

zaman bu zamandır
ihtiyarları ağaçlara çıkaran
silken
düşüren
ve yiyen ostralya adamı
kokmuş leşleri ye
aşina kafaların bitlerini ye
yalnız
sakın beni yemekten
acıların ihtiyar adamı zehirlidir

zaman zamana uymuyor
doğurduğunu yiyen
yamyam kadını
çocuğun aşkımdı
pişirmeden yemişe benziyorsun


Mâra

bilmemek bilmekten iyidir
düşünmeden yaşayalım
mâra
günü ve saatleri ne yapacaksın
senelerin bile ehemmiyeti yoktur
seni ne tanıdığım günleri hatırlarım
ne seneleri
yalnız seni hatırlarım
ki benim gibi bir insansın
tanımamak tanımaktan iyidir
seni bir kere tanıdıktan sonra
yaşamak acısını da tanıdım
bu acıyı beraber tadalım
mâra

başım omzunda iken sayıkladığıma bakma
beni istediğin yere götür
ikimiz de ne uykudayız
ne uyanık

Mervyn Peake - The Gormenghast Trilogy

10 Mayıs 2006 Çarşamba



Gormenghast gibi özel ve biraz da unutulmuş modern bir klasik hakkında yazmaya başlamadan evvel, öncelikle bu eserin yazarı olan Mervyn Peake'in kim olduğuna bakmamız gerekiyor, zîrâ bu diyarlarda pek bilindik bir isim değil kendisi.

Peake, 1911'de Çin'de doğmuş. Babası uzak-doğuda görev yapan misyoner bir doktor. Kendisi İkinci Dünya Savaşı'na fiilen katılmış ve orada çizdiği illüstrasyonlarla adını duyurmuş. Bugün o, eşine az rastlanır derece çok yönlü ve başarılı bir sanatçı olarak hâtırlanıyor. Ressam ve şâir olması yanında oyun ve roman yazarlığı da yapmış ve bu üç yeteneğinde de kalbur üstü işler çıkarmayı başarmış nâdir isimlerden biridir. 1968 yılında ne yazık ki, nispeten genç bir yaşta Parkinson hastalığı nedeniyle hayatını kaybetmiştir.

Gormenghast serisinin giriş kitabı olan Titus Groan ilk kez 1946 yılında yayımlandı. Daha sonra 1950 yılında Gormenghast, bundan 9 yıl sonra da yazarın geçirdiği Parkinson hastalığı sebebiyle büyük zorluklarla Titus Alone adlı son cildi raflara sürülmüştür.

Gormenghast Titus Groan'ın önsözünde Anthony Burges'in deyişiyle "...durmuş, hareket etmeyi reddetmiş, kendi kendini besleyip motive etmiş ve kendi içine kapanmış" bir dünyadır. İçinde yaşayanlar için dünyanın kendisi olan devasa bir şatodur. Dışarıdan ayrık ve soyutlanmış kafkaesk bir gerçeklik! Üçüncü kitaba geldiğimizde daha net anlayacağımız gibi, Gormenghast kendi alternatif gerçekliği içinde bile başka bir zamandan kalmış bir alandır. Heyula gibi dikilir orada. Dışarıda Gormenghast'tan bahsedildiğinde insanlar kavrayamazlar ve bir ara Titus'a şöyle der bir karakter:

Gerçek gibi gelmiyor. Böyle ünvanlar başka bir çağda kullanılırdı. Geceleri rüya görüyor musun? Hafıza kaybına uğruyor musun? Şair misin? Yoksa bütün bunlar ustaca hazırlanmış bir şaka mı?

Anlaşılacağı üzere Gormenghast zamanın akmayı bıraktığı yerdir âdeta. Üçlemeyi okumak tavan arasında kalmış küflü sandıkları karıştırmak gibi bir şeydir bu yüzden. Bu tuhaf dünyada tek bir otorite vardır: Kadim kanunlar ve onların ördüğü tartışılmaz ritüeller. Gormenghast'ın her zerresi bu ritüellerle soluk alıp verir. Kitapta da denildiği gibi, yazgıdır onlar, Gormenghast'ın yaşlı ve soğuk taşları için, öyle ki, onları gevşetmenin düşüncesi bile kâfirce bir isyan olarak görülecektir. Öğretmenler her gece bir şiir okurlar, son bölümü şöyle der:

Ta ki ilkin
Sonuncusu
Gidene
Ve geçmişin
En önemsizi
Toza dönüşüne
Ve toz
Kaybolana dek.
Kanuna uy!

İşte böylesi mutlak ve acımasızdır kanun!

Peake tüm bu kasvetli yapının içine garip de bir mizah katmış. Güldürecek mi ağlatacak mı belli olmayan cinsten. Söz gelimi karakterlerin isimleri bütün o ciddiyetin bir parçası olmaktan çok uzak. Tam bir tezat bu hâl, hayatın kendisi gibi bir tezat. Bütün bu gülünç isimli karakterler tekdüze bir hayata gömülmüşlerdir. En üsttekinden en alttakine kadar herkes neyi simgelediği bile çoktan unutulmuş ritüellerle sıkıca sarmalanmış durumdadırlar ve bundan hiç kaçışları yoktur. Dolayısıyla Gormenghast'ı, şatonun bizzat kendisini tüm bu durağan akış içinde bir karakter olarak okumak zor olmayacaktır.

Ve bir gün Steerpike denen bir yaratık mutfakların rezilliğinden 'yaz sümüklüböceği' gibi sürünerek çıkar güneş ışığına ve sinsice tuzaklar kurar kendi şeytanca emelleri için. İşte o zaman dayanamayıp kükrer Gormenghast'ın öfkesi...

Bu yapıtın edebiyat coğrafyasının hangi bölgesine düştüğü çok karmaşık bir mesele. Üçlemenin gotik romandan beklenmeyen türden bir içerik ihtiva ettiği iddiası var. Bu yabana atılacak bir iddia değil. Öte yandan Mervyn Peake'in Alman toplama kamplarından Bensen'i ziyareti ile bu kitap arasında, özellikle Titus Alone arasında bir ilişki olduğu iddiaları mevcut (Richard Davenport-Hines - Gothic). İddia edilen bu yansımalar da gotik romanın işlevine uygun türdendir. Ben bu yapıtın gotik-fantezi olarak tanımlanmasının en uygun tanımlama olacağını düşünüyorum. Şunu da eklemek lazım; üçüncü kitapla birlikte anlatı Gormenghast'ın dışına çıkıyor ve usulca bilim-kurguya doğru yön değiştiriyor. Titus Alone zaten buhranlı bir kaçış öyküsüdür. Gormenghast'ın ötesinde başka, daha güzel bir dünya arayışıdır, ama heyhât, tepelerin ardındaki dünya daha iyi, daha az çürümüş bir dünya değildir. Yine son iki kitap Jungvari arketipsel okumalara uygun bir kahramanlık öyküsüdür. Titus burada merkezî bir yer tutuyor, dramatik yapının tam merkezinde bulunuyor. O aslında içinde bulundukları dünya ile uyumsuz ruhların hepsinin temsilcisi, Gormenghast'ın ruhu için bir isyankâr. Şöyle tanımlıyor onu kitap:

Parlak kanın armağanı. İlkeler "Ağla," diye mırıldandığında gülen kanın. Yakıcı kanunlar "Sevin" diye mırıldandığında kederlenen kanın. En büyük gölgelerin içindeki küçük devrim!

Ama gel gör ki, eninde sonunda nefret ettiği Gormenghast için savaşan da yine odur.

Mervyn Peake'in ressam ve şâir oluşu kitapların üslûbunda belirgin olarak görülebiliyor. Onun betimleme gücü karşısında hayrete düşmemek mümkün değil sanırım. Bol ve zarif betimlemelerle örülü, ağdalı ve lirik bir dille coşmuş, şaşaalı bir eserdir Gormenghast. Bu kitapları sadece anlatı açısından değil, edebî zarafetleri bağlamında da kendilerine özgü, eşsiz bir yere koymak gerekiyor. Büyülü bir kalemin elinden çıkmış bir efsun gibidirler.

Mervyn Peake Edgar Allan Poe'dan ince bir şâirdir ve bu nedenle üç roman boyunca fantazi dünyasını parıltılı bir şekilde sürdürmeye muktedirdir. Çok, çok büyük bir çalışma... çağımızın bir klasiği."

Böyle diyor Robertson Davies.

Dost Körpe kitaplara yazdığı önsözde Mervyn Peake'in fantastik edebiyatın tahtına oturmada Tolkien dışındaki tek aday olduğunu iddia ediyor. Bu tespite tamamıyla katıldığımı söyleyebilirim. Gerçi Mervyn Peake yazınsal olarak Tolkien'la ortak bir yanı olmadığını ifade etmiştir geçmişte. Evet, Mervyn Peake'in Gormenghast'ı daha çok Kafka, Poe ve Dickens çizgisinde gözüküyor ve bütüne bakıldığında olabildiğince kendine özgü bir yapıt. Yine de Peake ve Tolkien'ın yazdığı eserler anlatı olarak ne kadar farklı olurlarsa olsun, aynı çerçeve içinde ele alınabilirler. Mervyn Peake bir kılıç ve büyü öyküsü anlatmaz şüphesiz; olağanüstünün imkânlarına kısmen başvurarak bireylerin içinde bulundukları dünya ile olan uyumsuzluklarına, tezatlarına ve çatışmalarına eğilir. Lâkin ne olursa olsun sonunda geldiği yer daha dar bir çerçevede ve kendi tarzında olsa da bir kahramanlık öyküsüdür.

Ayrıca Gormenghast yazılış tarihi itibari ile Yüzüklerin Efendisi'nin selefi olmasına rağmen onun gibi kitleleri peşinde sürükleyen bir yapıt olamamıştır hiçbir zaman. Çok geniş okuyucu fanları yoktur ve kısıtlı bir çevrede ilgi görmüştür her dâim. Bunda nispeten ağır ve zor bir anlatı olmasının payı vardır şüphesiz, ama şöyle bir baktığımızda basmakalıp fantezi romanlarına, iki-üç göstermelik değişiklikle piyasaya sürülmüş birbirinin aynısı kılıç ve büyü öykülerine ilgi muazzamken, Türkiye'de Gormenghast gibi modern bir klasik topu topu 2000 âdet bile satamamış gözüküyor. Buna ne tür haklı sebepler bulunursa bulunsun, hoş bir durum olmadığı kesin.

Son yıllarda BBC üçlemenin dizisini yaptı. O dizinin bir bölümünü seyrettim fakat açıkçası hiç beğenmedim. Her şey gereğinden fazla renkli ve karikatürize hâle getirilmiş, hâlbûki Gormenghast ince ve tuhaf mizahına rağmen çok karanlık ve kasvetli bir eser.

Netice itibariyle tek söyleyebileceğim, bu başka hiçbir şeye benzemeyen düşsel yapıtın okunmasının elzem olduğudur. Kişi kendisini böyle bir keyiften asla mahrum bırakmamalı. 

Açıl susam açıl!

5 Mayıs 2006 Cuma

Evet, bu mesajla birlikte arşa değer belki başım. Çünkü artık ben de bloglandım!

Gerçi kaç zamandır bazı kişisel isteklerimi barındıran bir site açacağım düşüncesiyle kendimi avutuyordum ama gel gör ki, tembellik sarmış her bir yanı, ertelendikçe erteleniyor lânet. Kim kalkıp uğraşsın onu tasarlamakla ve güncellemekle değil mi?

Derken, son zamanlarda Level forumlarında bakın ne güzel blogum var diyerek hava atanlar karşısında boynu bükük kalmamak için ben de şu meretten bir tane edineyim dedim. Ve işte ben, lânetlenmiş ruh karşınızdayım. Yalnız hayat boyu bir satır günlük yazmamış ve başkalarının günlüklerini aşırıp okumuş bir kimse olarak burayı ne amaçlı kullanacağımı henüz bilmiyorum. Hayır, ben içimi dökmeye niyetlensem, çoğu zaman yazıdan çok, doğrudan simsiyah bir sayfa koymak daha uygun bir döküm olur gibime geliyor, ama yine de bakacağız bir şeyler.

Neyse sabırsızlandığınızı işitiyorum. O halde uzatmayalım da 'vatana millete hayırlı olsun' dileklerimizle keselim şu kurdelayı.

...

Ve kestik!