Hayali Yerler Sözlüğü ve Minyatürlerle Osmanlı-İslâm Mitologyası

3 Aralık 2010 Cuma

Acaba Aburcubur Bölgesi adında bir yer duymuş olabilir misiniz? Hayır, bir esinlenme hâricinde mutfağınızın güzide bir köşesinden bahsetmiyoruz burada ve eğer Charles Kingsley’in sadık bir okuru değilseniz ya da The Dictionary of Imaginary Places(Hayali Yerler Sözlüğü) adlı çalışmayı okumadıysanız, cevabınız muhtemelen olumsuz olacaktır. Merak edenler için söyleyeyim, bahsi geçen yer, Bulaşık Suyu Denizi’ni çevreleyen üç alandan biridir ve doğrusu, Hiçbir-Yerin-Öbür-Ucu’ndan daha tuhaf bir yer de değildir.

Bakın mesele şu: Alberto Manguel ve Gianni Guadalupi adlarını taşıyan iki fâni, bir gün oturmuş ve bir sözlük yazmaya karar vermişler, lâkin iş bu sözlük gerçek şeyler hakkında olmasın arzu etmişler; zîrâ herkesin bildiği üzre onlardan çok varmış etrafta. Böylece rûyalar ülkesinde az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmişler ve ortaya, yazılı tarihimiz boyunca zihnimizin şu sıkıcı devrânla yetinmeyi pervasızca reddettiği anlara dâir ansiklopedik bir çalışma olan Hayali Yerler Sözlüğü çıkmış.

Kitabı hazırlayan iki isimden Alberto Manguel daha önceden takip ettiğim bir yazar. Oldukça büyük bir kişisel kütüphanesi vardır(kıskanırım seni ben) ve kitaplar, yazarlar ve okur olma hâlleri üzerine keyifle okunan çok sayıda metin kaleme almıştır şimdiye kadar. Dolayısıyla onun bu çalışmanın yazarlarından biri olduğunu gördüğümde ayrıca memnun olmuştum.

900 küsür sayfalık ve iki ciltlik bu ağır çalışmanın satırları arasında Aburcubur Bölgesi gibi pek çok egsantrik diyar mevcut elbette. Kayda değer hemen her fantastik ülke ve mekân hakkında ciddi bir muhteva bulabilirsiniz kitapta. 1200’den fazla başlık olduğu söyleniyor kapakta. Bu sayının içinde cennet ve cehenneme dair ve bilim-kurgusal anlatılara ait gelecekte geçen yerlerin olmadığını düşünürseniz, bu çok ciddi bir rakama tekabül ediyor demektir. Doğrusu bunların hepsini orijinal kaynaklarından bulup okumaya çalışmak ömürden ömür çalmaya yeterdi. Ayrıca başlıkların beraberinde çok sayıda harita ve resme de yer verildiğini eklemeliyim.

Peki, kitabın hiç mi eksiği yok? Düşsel anlatıların genişliği düşünüldüğünde olmaması pek mümkün değil. Örneğin Tolkien ve Le Guin’inki gibi kalburüstü örnekler dışında popüler fantastik dünyalara pek az yer verildiğini görüyoruz. Genellikle türün klasiklerine odaklanılmış ve bu arada daha tecimsel olanlar elenmiş. Doğrusu aksi halde ucu bucağı olmazdı bu işin ve özgünlük bağlamında birbirinden pek de farklı olmayan sayısız başlık açmak gerekirdi. Dolayısıyla bu tür bir elemeyi hiç yadırgamadım. Yine de klasiklerde bile birkaç elzem eksiği bulunabilir, fakat hâlihazırda zaten çok geniş bir dağarcık sunuyor okuruna.

2005 yılında özenli bir baskıyla Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlanan kitabın Türkçe çevirisini Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutlu birlikte yapmışlar. Özellikle düşsel öykülerle ilgilenenler için eşi bulunmaz bir kaynak metin olduğunu söyleyebilirim gönül rahatlığı içinde.



Dedi Yûsuf o demde yâ Settar
Beni setr eyle görmesin ağyâr
Dahi pâyâne ermeden bu du'â
Oldu peydâ sudan bir ejderhâ


- Yûsuf u Züleyhâ -

Geçenlerde minyatürlerle ilgili bir çalışma ararken, karşıma daha önce neden fark etmediğime çok şaşırdığım bir kitap çıktı. Metin And'ın Minyatürlerle Osmanlı-İslâm Mitologyası adlı metninden söz ediyorum. Doğrusu olağanüstü bir metin ve aldığım yerde karıştırırken önceki bilgisizliğimden gerçekten utandığımı itiraf etmeliyim.

Sanıyorum kitaba uygun görülen başlığı bazılarımız biraz garipseyebilir. Ne demek "İslâm Mitologyası?" İslâm ve mitoloji nasıl yan yana gelebilir? Doğrusunu söylemek gerekirse, kolaylıkla! Metin And bu meseleye kitabın giriş bölümünde yeterli bir cevap veriyor. Kısaca söylersek, İslâm tarihi boyunca birikmiş inançlar ve metinler çeşitliliği bize mitoloji terimini kullanmamız için epeyce geniş bir imkân sağlıyor. Öyle ki, din ve mitoloji arasında bir sınır belirlemek ne derece mümkündür o bile belli değil. Kaldı ki, eğer olur da kitabı okursanız, göreceksiniz ki, Târih-i Taberî gibi, Zübdetü't Tevârih gibi, Acaibü'l Mahlûkat ve Garâibü'l Mevcûdât gibi, Şehnâme, Fâlnâme, İskendernâme, Battalnâme, Sûrnâme gibi çeşitli metinler yanında, geleneksel tefsir ve hadis kaynakları bu söylencelerle dolup taşıyor. Aslında biraz bu konulara merakınız varsa bu anlatıların pek çoğunu okumuş ya da duymuşsunuzdur mutlaka. Kitabın yaptığı şey, bunların mitolojik özellikleri ağır basan örneklerini bir araya toplamış olması. Böylece bölük pörçük bilinen bu söylencelerin ne kadar büyük bir yekûn tuttuğunu ve ayrıntılar açısından ne denli çeşitli ve zengin olduğunu görmek çok daha mümkün hâle gelmiş.

Simurg'un Zâl'i babası Sam'a getirmesi, (Şehnâme)
Bizde genellikle Şark klasikleri okunmaz. Mitoloji okuyanların okuduğu da genellikle Batı mitolojisidir. Bu konuda ciddi bir ilgi asimetrisinden mustaribiz ne yazık ki! İdeolojik olarak pompalanmış bir garabetin tarihsel neticesidir bu. Homeros'u bilmeyen yoktur haklı olarak. İskandinav mitlerinin bir dolu ayrıntısına hâkim pek çok kişi bulabiliriz şuracıkta ya da Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri bir çoğumuzun sınıf arkadaşı gibidir. Ejderha denilince aklımıza Sigurd ya da Sigfried'in gelmesi çok muhtemeldir, ama Zâl oğlu Rüstem gelmez bir türlü. Ya da sözgelimi, ilköğretim çağındaki herkes La Fontaine fabllarını ezbere bilir, ama üniversite bitirmiş olanlarımız Kelîle ve Dimne'den haberdarsa kendimizi şanslı sayarız. Bir kaynak sıkıntısı da var elbette. Ana kaynakların bir çoğuna sadece Osmanlıca olarak ve elbette nadiren erişmek mümkün. Bu metin gibi karma çalışmalar da pek yok ne yazık ki! Yeri gelmişken Mehmet Kösemen'in Türk-İslâm Tarihinde Hayali Varlıklar adlı çalışmasını da hatırlatabilirim burada.

Minyatürlerden bahsetmedik, halbuki kitap bütünüyle minyatürlerden müteşekkil. Minyatürün diğer resimleme yöntemlerinden ayrı bir dünyası var. Minyatür ikonografisi teknik ayrıntılar açısından tutumlu olabilir, ama başka bir bağlamda da denildiği gibi, "less is more!" Onların iki boyutlu, ışık ve gölge barındırmayan kompozisyonlarına vakıf olmaya çalışırken, renkler cümbüşünden dipsiz bir kuyuya düşmek, orada dalgın hayallere kapılmak gâyet mümkündür. Aslında kitabın içeriğine olan aşinalığım minyatürler konusunda da geçerliydi. Kendimi bildim bileli minyatürler ilgimi çekmiştir ve çocukken Kültür Bakanlığı'nın yayınlandığı oldukça iyi hazırlanmış Sanat dergilerini karıştırmayı da çok severdim bu yüzden. Dolayısıyla kitaptaki minyatürlerin bazılarını daha o zamanlardan biliyorum. Sonraları da başka vesilelerle pek çoğunu gördüm elbette. Fakat benim kişisel tecrübemi koyalım bir yana, kitabın asıl özelliği yazılı bilginin minyatürlerle desteklenmiş olmasıdır. Anlatılan öyküleri bir de minyatürlerin gözünden okuyorsunuz böylece. Her açıdan çok zevkli bir çalışma olmuş. Daha önce görmediğim minyatürler dışında, bildiğimi sandığım hikâyelerin hiç bilmediğim ayrıntılarını ya da tamamen farklı versiyonlarını okuma imkânı buldum bu sâyede.

Kitap Hayali Yerler Sözlüğü gibi, Yapı Kredi Yayınları'ndan geliyor. Kuşe kağıda basılmış, ama keşke karton kapak değil de ciltli bir baskısı yapılmış olsaydı. Kalıbına çok daha fazla yakışırdı bu. İçeriğe tek itirazım kaynak vermekte cimri davranmış olmasıdır. Kullanılan kaynakların hepsi sondaki kaynakçada verilmiş, ama sayfa aralarında spesifik olarak verilen bir bilginin bu kaynakların hangisinden alındığını sık sık merak etmedim değil. Ayrıca cepte oluşturduğu delik de epeyce büyük sayılır, ki bu da eksik bir nokta olarak işaretlenebilir. Öte yandan paranızı harcayınız birçok lüzumsuz kitapla kıyaslanmayacak kadar dolu bir metin bu. Sizi tuhaf olaylar ve garip yaratıklardan mürekkep şarkî rüyalarla süslenmiş renkli bir yolculuğa çıkartacaktır en azından.



Sona gelmişken uzun zamandır yapmadığımız bir şeyi yapalım ve sayfa altı videolarımıza başvuralım yine. Dört parça seçtim bu kez. İlki bir asırdan fazla zamandır dinlenen ritmik ve neşeli bir Country şarkısının Youtube'da bulduğum oldukça hüzünlü, farklı bir yorumu: Mariah McManus - Oh Susannah. İkincisi de yine Country müzik tarzında. Iris DeMent söylüyor, Emmylou Harris de eşlik ediyor. Güzel insanlar ve en sevdiğim şarkılardan biri: Our Town. Bu parçaya bakarken Iris DeMent'in Wasteland Of The Free adlı doğrudan sert politik mesajlarla kurulmuş diğer bir şarkısının kaydını da gördüm ve onu da eklemek istedim. Sonuncu parça ise Fransa merkezli yeni bir gruptan, ki çok hoş ve ilginç bir tarzları var: Zaz - Les passants.

Serşâr-ı gamım fikr-i meâl eylediğimden...

14 Ekim 2010 Perşembe

Gökkuşağından Darağacı

Şimdi'nin bedeni yok,
Yontuyor geçmiş bilgisiyle
gelecek belki olur diye taşı,
                     taşını kokluyor
                     yontu dağılıyor...

Şimdi'si yitik
             bundan boyuyor
             boyuyor evine aldığı
             ağacın üzerine tüneyip
duvarını, tavanını, geçmişi
             ve geleceği ve her yanını;
             dal kırılıyor...

Şimdi'si yitik
             diziyor diziyor notalarını,
göğe ışık üzerine boncuklarını,
ucuza getiriyor varlığını
          sonsuzun sessizliğiyle
          sonlunun gürültüsü arasında,
O bitirince kıyısında gezindiği
                 yol çöküyor...

Şimdi'si yitik
             bundan yazıyor
             yazıyor enine boyuna
             içini ve dışını ve yeri
             ve göğü ve suyu,
bindiği kadırga
           o inince batıyor

- Nilgün Marmara -

***

694. 2

Sık sık inançsız olduğuma hükmediyorum,
en az Russell kadar inançsız...
ama yine de benimki onunki gibi yavan
ve aptalca değil.

Çünkü ben bunun için, sanırım, Eyyüb'e imanının
verdiği keder kadar ağır, karmaşık
ve bazen düşlerimde bana yüzümü, ellerimi
kurtlanmış yaralar içinde gösteren,
bazen de Cambridge'deki felsefe derslerimde beni,
bir filozoftan çok,
bir peygamber gibi konuşmaya zorlayan
sorular taşıdım her zaman yüreğimde.

Bu soruların yolu, döne dolaşa, her zaman
gelip şu seraba dayanıyordu:
Bir gün bu acılı inançsızlığın çölünden
bir tanrı filizlenip de çıkar mı?
bir tanrı, bütün dilleri konuşabilen,
bir tanrı, hiçbir sorunun cevabını
akıldan esirgemeyen.

- Cahit Koytak -

***

Harranlı Müneccim

sonunda yağmur yağacak,
hem öyle bir yağmur ki
yapılmayan işlerin,
ödenmeyen borçların,
tutulmayan sözlerin
mazereti olacak.
ve kefareti, uğruna bir tazenin
kalkıp yollara düşmeyi
ve kaderle güreşmeyi bu yaşta
göze alamamanın...

öyle bir yağmur ki, aylarca
belki yıllarca yağacak;
senatoyu su basacak,
sarayı, kiliseyi...
ve patriğin külahını
snodun çamurlu tortuları üstünde
yüzdürecek kadar
yükselecek sular;
yağlı takkelerini yüzdürecek kadar
çerçöple birlikte,
kavgayı kızıştıran ruhanilerin;
ve takma başı üstündeki
takma perçemini
biçare imparatorun.

elmas sertliğinde yağacak,
sabır inceliğinde...
ve yasaları eritecek yağmur,
töreleri - o yıkılmaz sanılan
kaleleri, kurumları falan...
yer gibi sağlam, gök gibi her yerde
diyerek şanını yücelttikleri
ama kanını emdikleri,
kökünü kemirdikleri
köhne devleti...

öyle bir yağmur ki...
allakbullak edecek piyasaları,
dinleri, sanatları, ülküleri;
maskaraların suratlarına sürdükleri
boyalı pudra gibi eritip akıtacak,
pudra şekeri gibi...
dilleri, üslupları, retorikleri.

ve siz ey, süslü seremonilerin,
sadakat gösterilerinin,
ödüllerin, nişanların altında
yamalı ciğerlerini,
tahta cambaz bacaklarını
gizlemeye çalışan
yeteneksiz saray şairleri!

o yağmur yağınca,
o büyük yağmur,
teranelerinize can katmak için
cıvıltılarına kulak kabarttığımız,
tahsisat-ı mestureden ödenekli
ilham perileriniz,
ilham fareleriniz
yuvalarından dışarı vuracak,
halkın yatağının, yastığının altından,
gardıroplarından fahişelerin,
akla gelen her kuburdan,
hatta ayak yollarından muhaliflerin;
hem de leşlerinin kuyrukları
sizin burunlarınıza
dolanmış olarak!

o yağmur yağınca,
o büyük yağmur,
kemerli, revaklı hayalhanelerinde
arp çalan, neşide söyleyen,
iskambil falı açan
ve tatlı ürpermeleri içinde
ölümlü ihsasların
aşk oyunlarıyla oyalanan
zarif ruhlarını çürütecek rutubet
ve rakik vicdanlarını
suskun entellektüellerin

ve yıkayacak o büyük yağmur,
silip temizleyecek
noktasına, virgülüne kadar,
halkın belleğine balçıkla sıvadıkları
bulanık satırlarını,
görece lekelerini şöhretimin;
o göçebe serazen güzeliyle yaşanan
küçük, masum macerayla ilgili...

bunları ben söylüyorum;
en uzak yıldızlara,
ziclere, atlaslara bakarak...
ben, El Harizmi'nin gözde tilmizi,
-öyle olduğu için de
Bağdat'a tutunamayan,
Roma'da anlaşılmayan,
ve Bizans'ta, elli yaşında
tam yıldızı parlayacakken
adı ikon kırıcıya
ve kart hovardaya çıkartılan-
ben, yıldızbilimci, şair
Harranlı Leon:

ben, matematikçi, mimar, ressam;
rum ateşinin mucidi;
hendesede hace-i hacegân;
yedi dilde konuşan,
üçünde yazan-bozan;
gizli ilimlerde,
bahusuz maraz-ı kalpte
ve inkisar-ı aşk ve muhabette uzman;
diline hâzik hekim,
eline mahir cerrah;
tarid-i cin ve sihir,
ilahiri ilahiri ilahir...

- Cahit Koytak -

Dor Faidwen...

5 Ekim 2010 Salı

Uzun bir süredir öksüz çocuk muamelesi gören Dor Faidwen için nihayet yeni bir yazı yazabildim. Söz konusu metin, J.R.R.Tolkien'in uzun yazınsal macerasının oğlu Christopher Tolkien'in emeğiyle su yüzüne çıkan en son parçası The Legend of Sigurd & Gudrún adlı kitap hakkında biraz olsun malumat vermeyi amaçlıyor.  

Alphonso Lingis ve Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı...

14 Eylül 2010 Salı

Alphonso Lingis'ten kaçınızın haberdar olduğunu bilmem mümkün değil, ama sanıyorum fazla değildir, zîrâ ismi kulağıma çok, ama çok az çalınıyor bu diyarlarda. Halbuki Lingis "öteki"nin izinde gezgin bir feylesof ve şu garip devranda bizimle hiçbir bağı yokmuş gibi görünen insanlara dair işitmeye/okumaya gereksinim duyduğumuz kelimeleri var, ki o kelimelerde düşüncemize ve yaşamımıza katabileceğimiz bir incelik payı bulabiliriz en azından.

Bugün sıkıntılı bir ruh hâli üzere('let it be' mi?) kitap raflarını yoklarken yine, ufacık boyutuyla sözünü ettiği insanlar gibi neredeyse görünmez olmasına rağmen, parmaklarım garip bir şekilde Lingis'in "Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı" adlı kitabına doğru çekiliverdi ve güç belâ çekip çıkardılar onu sıkıştığı cendereden. Böylece yeniden ve yeni bir gözle okumaya başladım kitabı, ki ilk okuyuşumun üzerinden kayda değer bir zaman da geçmişti. Sonra neden metinden ufak bir kesit olsun, başkalarıyla da paylaşmıyorum diye düşündüm, düşünmekle de kalmak istemedim ve işte netice:


I. Öteki Cemaat

(...)

Rasyonel söylem ve pratik, doğayı bir cemaat eseri, kendi doğamızı da kendi eserimiz kılar. Biz, kendi çevremizi üretmiş olan insanlar ondaki her şeyde, rasyonel söylem pratiği tarafından üretilen kolektif insani niyet ve çabaların doğanın sunduğu hammaddeye verdikleri biçimi ve sureti görürüz. Kendi ürettiği bir ortam içinde kendi doğasını üreten, insan-yapımı bir tür olan türümüz kendi içinde kendisine yabancı, kendi kavrayış gücünün ötesinde hiçbir şey bulmaz. Kendini devredilemeyen haklarıyla onaylayan ve kendisini kendi yasalarının koyucusu olarak kuran modern kültürün bireyi, kendi bireyliğini kendi üstüne kapanmış bir doğanın bireyliği olarak üretmeye koyulur. İnsan cemaatinde kendi içinde kapanmış ve bireyin kendi düşüncesini temsil eden bir eser bulur. Birey kendi düşüncesinin bütün rasyonel düşünce sisteminin temsilcisi olduğunu keşfettikçe, cemaatindeki diğer insanlarda sadece kendi rasyonel doğasının yansımasını görecektir.

Rasyonel cemaatten önce, ötekiyle, davetsiz misafirle [intruder] karşılaşma vardı. Bu karşılaşma biri kendini ötekinin talep ve itirazlarına açtığında başlar. Rasyonel cemaatin, bu cemaatin her aklı başında kafanın birer temsilcisi olduğu ortak söyleminin ve herkesin çaba ve ihtiraslarını massedip gayrişahsileştiren girişimlerinin altında bir başka cemaat vardır; kendine ait bir cemaat kimliği olan, kendi doğasını kendisi üreten kişiden kendisini, onunla ortak hiçbir şeyi olmayan kişiye, yabancıya açmasını talep eden cemaattir bu.

Bu öteki cemaat rasyonel cemaat içinde massedilmiş değildir; tekrar tekrar ortaya çıkar, ikizi ya da gölgesi gibi taciz eder rasyonel cemaati.

Bu öteki cemaat işte değil, işe ve çalışmaya ara verildiğinde oluşur. Ortak bir şeye sahip olunduğunda ya da ortak bir şey üretildiğinde değil, kişi kendini onunla ortak hiçbir şeyi olmayan kişiye -Azteğe, göçebeye, gerillaya, düşmana- açtığında gerçekleşir. Öteki cemaat, kişi ötekinin yüzündeki buyruğu fark ettiğinde oluşur. Sadece ötekinin dışlandığı ortak söyleme ve cemaate değil, kişide ötekiyle ortak olan ya da ortak olmasını sağlamaya çalıştığı her şeye de kafa tutan bir buyruktur bu. Kişi kendini bir buyruğa salt rasyonel zekâsıyla açmaz. Rasyonel zekâmızın ortaya çıkabilmesi için çevreden anlaşılabilir ve düzenli bir biçimde veri toplaması gereken duyarlılığımıza hükmetmesi, pratik faaliyet alanındaki güçleri, engelleri ve nedensellikleri anlaşılabilir ve düzenli bir biçimde ölçecek motor güçlerimize hükmetmesi ve toplumsal alandaki komuta ve itaat ilişkilerini anlaşılabilir ve düzenli bir biçimde kaydedecek (ötekine yönelik) duyarlılığımıza hükmetmesi gerekir. Gözlerinin çıplaklığıyla, eşyayı sıkı sıkıya kavramış ellerini ötekine doğru dönüp açarak, öbürünün sesiyle tedirginleşmiş sesinin zırhlarından soyunmuş zayıflığıyla açar kişi kendini ötekine.

Kişi ötekine -yabancıya, muhtaç olana, yargıca- salt görüşleri ve fikirleri sınansın diye, onlarla açılmaz; kişi gözlerinin çıplaklığıyla, sesi ve sessizlikleriyle, boş elleriyle de açılır. Çünkü öteki, yani yabancı, kişiye yalnızca inançları ve yargılarıyla değil, zayıflığı, yaralanabilirliği ve ölümlülüğü ile de döner. Kişiye yüzünü, putunu ve fetişini döner. Karbon bileşenlerinden, yine toza dönecek tozdan yapılmış yüzünü, topraktan ve havadan, kandan, ışıktan ve gölgeden yapılmış yüzünü döner. Yaralı, acıdan ve ölümlülükten kırışmış tenini döner. Cemaat, kişi kendini çıplak olana, muhtaç olana, toplumdan atılmış olana, ölmekte olana açtığında oluşur. Kişi cemaate kendini ve sahip olduğu güçleri onaylayarak değil, kendini harcanmışlığa, kurban edilmişliğe açtığı zaman girer. Cemaat, kişinin kendini ötekine, kendi dışındaki güçlere, ölüme ve ölenlere açtığı hareketle oluşur.

Enformasyon mübadelesiyle oluşan rasyonel cemaat, soyut birimleri, idealize edilmiş göndergelerin idealize edilmiş göstergelerini mübadele eder. İletişim, mesajın bağıntısız ve karışıklık yaratan sinyallerden, yani gürültüden çekilip çıkarılmasıdır. Muhataplar gürültüye karşı ittifak halinde mücadele ederler; ideal iletişim şehri gürültüden azami oranda arındırılmış olacaktır. Ama mesaja içsel olan bir gürültü vardır: Onu ileten sesin donukluğu. Ayrıca artyörede, kendi seslerimizi de susturmadan susturulması imkânsız olan dünyanın gürültüsü vardır. İnsan sesini evrim biyolojisinin perspektifi içinde tahayyül ederek dünyanın mırıltısını duymayı öğreniriz; insan sesleri bu mırıltıyı sürdürüp birbirleri için yankılarlar.

Dünyanın gümbürtüsüne karşı müttefik olmuş cemaatte birbirimizle sinyaller, soyut birimler aracılığıyla kurduğumuz iletişimin ötesinde, insan dışındaki şeylerle de formlarını ve maddelerini kucaklayarak temas kurarız. Ayrıca birbirimizin formunu daraltıp, kendi maddi varlığımızı dönüştürerek de birbirimizle temas kurarız.

Ortak bir şey üreten, hakikati tesis eden ve şimdi de teknolojik bir simulakr (benzeti) evreni kuran cemaat, vahşileri, mistikleri, psikotikleri dışlar; onların sözlerini ve bedenlerini dışlar. Onları kendi mekânında dışlar: İşkence eder.

Rasyonel cemaatin yaptığı işlerin orta yerinde, hiçlik, ölüm ve kendi ölümlülükleri dışında ortak hiçbir şeyleri olmayanların cemaati oluşur. Ama her birini tecrit eden ölüm ortak bir ölüm müdür? Ve ona hiçlik denebilir mi?

Müptelâyı gama sor kim geceler kaç saat

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Oda

I
Ben o doğum sancılarıyla kıvranan odamda
Bir süredir hiç kımıldamıyorum
Hiç kımıldamıyorum, dersem, ölümün eskizlerini çiziyorum eskisi gibi
Yüzümün rüzgârıyla oynuyorum arada
Yüzümün rüzgârıyla... bu ufak yolculuk değiştiriyor beni
Bir koltuktan başka bir koltuğa geçiyorum meselâ. Kendimi
Yerlerde sürerekten. Yerler ki taş gibi soğuk
Soğuk bir taş kabartmasına benzetiyor gövdemi
Ne zaman - Ben bunu hiç bilmiyorum
O zaman - O zaman mı, bilmiyorum
Eski bir uygarlık kalıntısı gibi
Bir başıma duyuyorum artık yalnızlığımı
Bir başıma duyuyorum artık yalnızlığımı. Ve beni
Bu çağ üstü duyarlık azıcık yatıştırıyor
Ayağa kalkıyorum birden, boşluğa uzatıyorum ellerimi
Mırıldanıyorum sanki ara vermeden
Sesi yitmiş bir tanrının bana diyeceklerini.

- Edip Cansever -

***

Tevekkül

kendi aynasında gezinen, ırmak ve kül
gibiyim bu kentte, rûhum su sızdırmaz
artık, bedenim kandil.-

yalnızlıklar da vardı, kimi "nitrik
asit terlerken mendil mendil" kaptan'ın
düşlerinde -arada ışık sandığımız yaz,
o kumarbâz ve kehribar tesbih, o gül-
ıssız gemilere binip giderdi kimileri
insan diye/bildiğim sâhipsiz adalardı.-

işte ancak o kadardı şarabın ve şark'ın
tanrısı, tuhaf bir gülüş edindiğim akşam
larda meneviş bir hüzün kadardı, utanmasam
aynasında gezinen ırmaklara bakıp
ağlardı diyeceğim, utanmasam kirpiğimde
açan kar karanfilleri kadardı,
yorgun ve mütevekkil.-

yüreğini aynasına asmış bir derviş
gibi miyim? dağlara gebe olduğum zaman
sıradağlardı topuğumda gezinen cinnet,
-uçar giderdim ardından koyu tenhâ
kısrakların- dağlardan gebe kaldığımda
bu müntehir cemiyet, cennetini saçlarımda
arardı.-

âh,
insan diye/bildiğim sâhipsiz adalardı.-

- Sefa Kaplan -

Feyerabend ve Anarşizm Üzerine...

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Bir dönem bilim felsefesi ile ilgilenirken yolum kaçınılmaz olarak Paul Feyerabend’e çıkmış ve o süreç içinde Against Method(Yönteme Karşı), Science in a Free Society(Özgür Bir Toplumda Bilim) gibi merkezî çalışmalarına vakıf olma bahtiyarlığına erişmiştim. Steven Soderbergh’in Sex, Lies and Videotape adlı filminden ilham almış gibi görünen şu tuhaf günlerde ise, daha evvel okuma fırsatım olmayan bir kitabına göz atma imkânı buldum. Kitap anarşizm üzerine önemli bir dizi olarak kabul edilen Unter dem Pflaster liegt der Strand(Kaldırımın Altında Kum Vardır) bünyesinde Thesen Zum Anarchismus(Anarşizm Üzerine Tezler) başlığıyla yayımlanmış bir derleme ve Feyerabend’in diğer metinlerinde detaylı olarak gördüğümüz düşüncelerinin bir özeti olma meziyetine sahip. Mevzu bahis bu kitap vesilesiyle Feyerabend hakkında birkaç kelâm ederek kendimi oyalamak ve bloga karşı sorumluluğumu yerine getirmek niyetindeyim, bu esnada birilerinin merakını cezbedecek bir şeyler yazabilirsem de ne hoş!

Yaşamının ana hatlarına dair kısa bir özet vererek başlayalım o hâlde. "Her çeşit çatlak kafalı kült Viyana'dan çıkar", demiş bir İngiliz romancı ve sonra bunun kentin havasından kaynaklandığını iddia etmiş. 1924 yılında güneş sistemindeki macerasına başlayan Paul Feyerabend de bir Viyanalı ve bu vasfıyla nüktedan romancımızın yüzünü kara çıkarmadığını söylemek pekâlâ mümkün. Soyadının aslı paydos vakti anlamına gelen Feierabend imiş ve çocukken kendisine büyüyünce ne olmak istediğini soranlara "emekli olmak" cevabını veriyormuş. Gençliğinde İkinci Dünya Savaşı’nın muğlak bir parçası olmak zorunda kalan düşünür, bunun neticesinde sakat bir bacakla ödüllendirilmiştir. Aslında şarkıcı olmak istediğini, klasik müzik konusunda yetenekli olduğunu ve dersler aldığını öğreniyoruz otobiyografisinden. Fakat ne yazık ki, önce araya dünya savaşının girmesi, sonra da bazı kritik tercihleri sonucu bu hayali gerçekleşmeyince, diğer bir ilgi alanı olan pozitif bilimler konusunda ilerliyor ve kariyerini başta İngiltere ve ABD olmak üzere dünyanın pek çok yerinde dersler vereceği bir bilim felsefecisi olarak tamamlıyor.

Feyerabend kesinlikle sıradan bir bilim felsefecisi değil. Bütüne bakıldığında türünün ilk örneği olarak görülebilir, zîrâ “anything goes!” ifadesiyle özetlenen anarşik bir epistemolojiden(bilgi kuramı) yana yıkıcı bir tavır takınmıştır. Bu ifadeyle tam olarak ne kastedildiğini biraz açmamız gerekecek elbette.

Yetmişlerin ortalarında Imre Lakatos’un zorlamasıyla Yönteme Karşı adlı çalışmasını yayımlar Feyerabend ve böylece tezlerini dar bir akademik camianın dışında geniş kitlelere duyurma imkânı bulur. Bu metinde, Wittgenstein’a atıfla dil oyunlarına benzettiği metodoloji tartışmalarının, bilimlerin tarihsel pratiğiyle pek de uyumlu olmadığını öne sürecektir, çünkü “bilimleri oluşturan olayların, usullerin ve sonuçların hiçbir ortak yapısı olmadığı” kanısındadır. Dolayısıyla kesin metodolojik kurallar dayatmanın beyhûde ve zararlı bir girişim olduğunu, koşullara göre normlarımızı belirlememiz ve her koşulda savunulabilecek bir kurallar bütünü olduğu fikrini bir kenara bırakmamız gerektiğini savlar. Bu meyanda özellikle Kopernik Devrimi üzerine okumaları çok çarpıcıdır.

Elbette plüralist perspektifini geliştirdiği süreç içinde yolunun üzerine aşması gereken önemli isimler çıkmış ve bunları (Derrida’dan değil, Nestroy’dan öğrendiği) bir yapı-söküme uğratarak kritik etmiştir. Bol bol nükteli ve iğneleyici bir nitelik arzeden yazılarında bir dönem derslerine katıldığı Karl Popper’ın eleştirel akılcılığını sık sık hedef tahtasına koyduğunu görüyoruz. Aslında ilk anda Popper’ın cazibesine kapılmamış değildir(Popper’ın ilgili dersi şöyle başlarmış: “Ben bir Bilimsel Yöntem Profesörüyüm; ama benim bir sorunum var: Bilimsel yöntem diye bir şey yok.”), lâkin sonraları katı bir şekilde uygulanacak yanlışlanabilirlik(falsification) doktrininin bilim denilen şeyi silip süpüreceği kanısına varır.

Bilimin epistemolojik düzlemde değil, sosyo-tarihsel düzlemde ele alınması önerisinde ve karşılaştırılamazlık konusunda Thomas Kuhn’la belirgin bir ortak bir paydası var, fakat siyasal bağlam konusunda ayrışıyorlar. Feyerabend bilimin siyasal özerkliği meselesinden şüphelidir. Eleştirilerinden nasibini alan bir diğer önemli isim de, en yakın dostlarından biri olan Imre Lakatos ve onun Popper’ın savını pratikle daha uyumlu kılmaya dönük yeni yaklaşımıdır(ki bu Feyerabend’e -ve başkalarına- göre o güne kadar ki, en gelişmiş ve sofistike kuramsal yaklaşım olma keyfiyetindeydi.)

Zaman içinde Feyerabend’in tezi çok ses getirmiş ve çeşitli tepkiler almıştır, özellikle biyoloji alanında çalışan bilim insanları tarafından daha fazla önemsendiğine dair bir gözlemim mevcut. Yakın dönemli bir örnek verecek olursak; şüphesiz en saygıdeğer evrim biyologlardan biri olan Ernst Mayr, bir çalışmasında bilim felsefecilerinin önerilerinin hiçbirinin bir evrimsel biyoloji kuramı oluşturmaya yeterli olmadığını öne sürer. Yüzyılın ortalarında tanıdığı bütün biyologların ısrarla Poppercı olduklarını iddia ettiklerini, ama sonuçta ne yapmak istiyorlarsa onu yapmaktan hiç vazgeçmediklerini anlatır. Dolayısıyla pratiğin içinde metodoloji tartışmalarından çıkan etiketlerin genellikle fazla bir anlam ifade etmediğini öne sürer ve bu arada da “ne olsa uyar” diyen Feyerabend’e sempatisini açık etmekten geri durmaz.

Öte yandan Paul Feyerabend yaklaşımını yöntem bilime dair entelektüel bir tartışma içine sıkıştırmaktan yana değildir. Eleştirilerini daha geniş bir perspektiften rasyonalizme yöneltir ve ısrarla bilimin toplumsal konumunu problematize eder. Bu konuma geleneksel olarak atfedilen yüksek statünün gerekliliğini sorgulayacaktır. Şöyle diyor:

Bilim bir kolajdır, sistem değil. Dahası, hem tarihsel deneyim hem de demokratik ilkeler bilimin halk denetiminde tutulmasını öneriyor. Bilimsel kurumlar “objektif” değiller; kendileri de ürünleri de bir kaya ya da yıldız gibi insanların karşısına çıkamazlar. Çoğunlukla başka geleneklerle kaynaşır, onlardan etkilenir, sonra da onları etkilerler...

O, pek çok meslektaşının aksine, bilimin doğasında özel bir şeyler bulunduğu varsayımını reddeder ve bilimin birçok bilme hâlinde sadece biri olduğunu ve böyle kıymetlendirilmesi gerektiğini düşünür.

Bilim, insanların çevreleriyle başa çıkmak için icat ettikleri birçok araçtan sadece biridir. Yegâne değildir, yanılmaz da değildir ve kendi başına bırakılamayacak kadar güçlü, dayatmacı ve tehlikeli hâle gelmiş durumdadır.

Anlaşılacağı üzere Feyerabend uzman olmayan geniş kitlelerin kendilerini doğrudan ilgilendiren kararlarda pay sahibi olması gerektiğini, önemli kararların salt uzman kişilere bırakılmayacağı kanısındadır. Fakat bunları söylerken her durumda halka müracaat eden bir popülist olmadığının da altını çizme ihtiyacı hisseder.

(Filozof iş başında!)
Belki bu noktadan ilerleyip, şu soruya bir cevap arayabiliriz artık: “Bilim esasen anarşist bir teşebbüstür,” diyen Feyerabend’in acaba kelimenin siyasal anlamıyla bir anarşist olduğu söylenebilir mi? Bu suale özellikle klasik anarşizm açısından bir cevap vermek kolay olmasa gerek. Başka bir zorluk da Feyerabend’in kendi duruşunu bilinçli olarak bulandırıyor olmasıdır. “Ben ne bir anarşist ne de bir dadaistim,” derken, bu rolleri bir stratejinin parçası olarak üstlendiğini imâ eder görünüyor. Salt kuramsal yaklaşımına odaklanacak olursak hem anarşizme hem de dadaizme başvurduğu açık hâle gelecektir. Dadaizm bağlamında Hans Richter’in ünlü tespitiyle, “hiçbir programı olmadığı gibi bütün programlara da karşı” olduğunu ifade ediyor. Bunu söylerken gerçek bir dadaistin aynı zamanda bir anti-dadaist olması gerektiğini de hatırlatıyor okuruna. Feyerabend muhtemelen ideal bir toplum tasarımı anlamında klasik bir anarşist ütopyadan(seküler cennet) ziyade Foucault’cu bir heterotopyayı tercih ederdi. Bu konuda çok iddia değilim, ama zaman zaman bende bıraktığı izlenim bu yöndedir. Oradan ilham almış olsa bile, klasik anarşist teoriye karşı sözünü sakınmaz, özellikle de Kropotkin’e karşı. Kropotkin’in mevcut kurumları ortadan kaldırmak isterken, bilimin konumuna dokunmayı düşünmediğine dikkat çeker. Yönteme Karşı’nın giriş bölümünden bu mevzudaki yakınmalarını aktarmak yerinde olacak:

“Aklın Yasaları”nın veya bilimsel pratiğin yasalarının aptallaştırıcı etkilerinin profesyonel anarşistlerce bu kadar nadir incelenmiş olması şaşırtıcı bir şeydir. Profesyonel anarşistler her tür kısıtlamaya karşı koyarlar ve bireyin yasalar, ödevler, yükümlülüklerce engellenmeden özgürce gelişmesine izin verilmesini isterler. Buna rağmen bilim adamlarının ve mantıkçıların araştırmaya ve bilgi üreten, değiştiren her tür etkinliğe dayattıkları katı kuralları itirazsız kabul ederler. Hatta bazen bilimsel yöntemin yasaları ya da belli bir yazarın bilimsel yöntemin yasaları olduğunu düşündüğü şeyler anarşizmin bünyesine dahil edilir. “Anarşizm tüm fenomenlerin mekanik açıklaması üzerine kurulu bir dünya görüşüdür” diye yazıyor Kropotkin.

Bu alıntıda işaret edilen yönde, Kropotkin’in anarşist teorisyenler arasında seçtiği yöntem açısından farklı bir pozisyonu olduğunu teslim etmeliyiz(yakın dostu Elisée Reclus’u da dâhil edebiliriz buna). Onun ana çabasının kendi ifadeleriyle “anarşizmi bilimsel bir temele oturtmak ve anarşist etiğin temellerini atmak” olduğunu hatırlayalım. Feyerabend’in yukarıda alıntıladığı bölümün devamında Kropotkin, anarşizmin amacını, “doğayı ve aynı zamanda toplumların hayatını tek bir genelleme içinde kapsayan sentetik bir felsefe inşa etmektir,” biçiminde tanımlıyordu. Bu minval üzere de, Sosyal Darwinizm’in güçlü rekabet argümanının karşısına yine evrim teorisinden devşirdiği karşılıklı yardımlaşma eğilimini koyarak anarşizmi temellendirmeye çalışıyordu.

Elbette anarşizm açıkça etik bir harekettir ve klasik teorisyenler, Godwin’den başlayarak, yukarıdan aşağıya yayıldığını varsaydıkları erke karşı, bir direniş merkezi olarak genel olarak iyi huylu ve uyumlu bir insan doğası nosyonuna sadece bilimsel değil, ahlâkî bir yönelimle de meyil vermiş gibi gözükmektedirler. Anarşist bir proje için öncelikle Leviathan denilen canavarı zorunlu kılan ve Hobbes'un düşündüğü gibi bencil ve rekabetçi olan bir insan özü (homo hominis lupus) mevcut olmamalıydı. Bu açık reddiye ile birlikte karşımıza sık sık olumsuz bir insan doğası nosyonunun yerine, örtük olsa da başka bir iyimser insan doğası nosyonu çıkar. Fakat neticede bu düşünürlerin azılı düşman ilân ettikleri iktidar mefhumu ortadan kalkıyor mu? Kesinlikle hayır! Esâsen iktidarın yeri değişiyor sadece: devlet yerine doğanın iktidarı! Peki, doğa hakkında bilgimiz nereden geliyor? Elbette bilimden; yani bilimsel bilginin iktidarı da diyebiliriz buna. Öyleyse haydi rasyonel ve pozitif buyrukların kuyruğuna!

Tabiî eskilerden herkes bu yönde düşünüyordu demek mümkün değil. Örneğin böyle bir insan doğası tasavvuru Stirner’ın açıkça hoşuna gitmezdi. Yine Malatesta anarşizmin bilimsel bir kılığa büründürülmesinden rahatsızlığını dillendirenlerden biridir.

Özellikle Bakunin’in yazılarında Feyerabend’le kesişen bazı önemli vurgular var. Sözgelimi, Tanrı ve Devlet’in bir kesitinde bilim uzmanlarından müteşekkil bir akademinin olası iktidarından bahis açar(Comte’cu bir tasavvur) ve böyle ayrıcalıklı bir yönetimi canavarlık olarak niteler. Yine Devlet ve Anarşi’de pozitivistleri Yunan kahramanı Procrustes’e benzettiği bölüme bakılabilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: Bakunin bilimsel bilginin önemini göz ardı ediyor değildir. Aksine bilimin söz sahibi olması gereken bir "otoritesi" olduğunun farkındadır, ama bu durumu bir nalbandın ya da bir kunduracının otoritesini gördüğünden farklı bir gözle görme eğiliminde değildir ve bu otoritenin gönüllülük esasına dayanması ve kişilere dayatılmasına rıza gösterilmemesi gerektiğini öne sürer:

Benim bu durumda telkin ettiğim şey, belli bir dereceye kadar, yaşamın bilime, daha doğrusu bilimin yönetimine baş kaldırmasıdır, bilimi yıkmak değil –bu insanlığa büyük bir ihanet olurdu- bir daha asla yerini terk etmemesi için ona yerini hatırlatmak...

Her hâlükârda, klasik anarşizmin aydınlanmanın hümanist ve rasyonalist mirasından kaynaklanan pek çok sorunu var ve bunlar özellikle son çeyrek yüzyıldır anarşist literatürde epeyce kritik edildiler. Bu tartışmalara girecek değilim, zaten küçük bir özet vermek bile bu yazının bağlamını çok aşar. Sözün özü Feyerabend anarşi meydânında belli ki epeyce kendine özgü ve muğlak bir konum işgal ediyor. Yine de, onu Yönteme Karşı’yı yazmaya iten nedenlerden birinin “insanların görüşünü ve dünyadaki varlık biçimlerini daraltan “hakikat”, “gerçeklik” ya da “nesnellik” gibi soyut kavramlardan insanları kurtarmak” olarak tarif eden Feyerabend’i –kendisi bundan memnun olmayacak olsa da- post-anarşik bir bağlamda düşünmeyi sevdiğimi söyleyebilirim.

***

Paul Feyerabend 11 Şubat 1994 tarihinde beyin tümörü nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Bu esnada yanında büyük bir hayranlık ve sevgi duyduğu eşi Grazia bulunuyordu. "Olmasını istediğim şey bu," demişti, son satırlarını yazarken, "entelektüel ölümsüzlük değil, sevginin ölümsüzlüğü."

Anarşizm Üzerine Tezler, Ernst Kantorowicz’in II. Richard üzerine hazırladığı The King’s Two Bodies oyunundan alınmış ve izlediği dönem Feyerabend’i oldukça etkileyen şu dizelerle başlıyordu; bu yazı da onlarla nihâyete ersin isterim:

Görün şimdi nasıl mahvediyorum kendimi:
Bu ağır yükü atıyorum kafamdan,
Ve şu hantal asayı elimden,
Krallık hükmünün gururunu yüreğimden;
Kendi gözyaşlarımla temizliyorum merhemimi,
Kendi ellerimle veriyorum tacımı
Kendi dilimle vazgeçiyorum kutsal devletimden,
Kendi nefesimle bırakıyorum bütün yeminleri:
Bütün ihtişam ve görkemden feragat ediyorum.

Ey gam, yine meydân-ı muhabbet sana kaldı

30 Nisan 2010 Cuma

Yaralı Olduğunu Sanan Birisinin Hüznüne Gazel

Şehir birden başladı, sol tarafta hendekler
işportacılar, dükkâncılar ve akşamüstüne gidip gelenler
ve onun hüznü vardı

Şehirler olsun varsındı ve manavlar kapansındı.
evler ince bir buğuya, bir cinselliğe kapansındı

ve onun hüznü vardı

Aksaçlı ortodokslarla dövüşken çocuklar.
aşk romanları ve trafolar ve "Sen ne güzelsin"ler
kendilerini bitmez sansındı

Nalbantlar ressamlarla ve bütün tarlalar çarşıda.
hele yılgınlar bir sabah temizliğinde
ve coşkudan artan sarı bir şeyler vardı

Bir yitik gibi yüceden, bir anı gibi sancıdan
ve onun hüznü vardı

"Her şey atılıyordu. Bitmiş sigaralar. otobüs biletleri. kullanılmış pamuklar muayyen zamanlarda. tarifeler. yaz gümrükleri. gazocağı iğneleri. kötü çıkmış resimler. bir yatma. bir evin oniki yıllık badanası. bir tarih kitabı. kazanılmış bir savaş ve sonucu. bir anlamsızlık. ölü bir çocuk ve pabucu. gülücükler. kibritler. sinemalar. Ve."

onun hüznü vardı

Ah ellerim, ah beni hatırlayan herkes
Bir kötü romanda beşinci kişi gibiyim filân
ve beni tanımayan herkes

Ben aranan bir şeyim bir parça analjezik.
sesim dükkânsızlığın sesidir bir parça aralık
tahta kepenkli tahta kepenksiz bir parça aralık
Sokaklarda.
Havralarda.
Yataklarda.
Dünyada.

ve onun hüznü bir haydudun hüznüdür
biraz da kendinin yaptığı

- Turgut Uyar -

***

Sanal Rüya

seccadeler deviniyor tavanda duraksız
bir vcd balkıyor hayalimde
ingrid bergman şaşırıyor olanlara
afrikalı çocuk ağlarken hıçkırarak
bir pentium üç olduğumu düşlüyorum
pencereleri demir parmaklıkla kaplanmış,
kıvamını bekleyen çay gibi
demlenirken hakikat.

kehribar tespih ceviz sandıkta küfleniyor
nöbetçi baloncular kapanıyor birer birer parklarda
uçları eprimiş zamansızlıkta tığ oyası örtülü
transistörlü bir radyo hissediyorum
kendimi unutmuşçasına,
güneş kavururken arizonayı
gökyüzünü arıyorum çamurlu kaldırımlarda
küt saçlı bir umut olamayacağını bile bile.

sen benim yıldızımsın
diğerlerinden sönük,
hep aynı yerde durarak anladım
ne sonsuz olduğunu evrenin
ve ıslanmış bir bankın hüznünü.

ben bir insanım
ölecek.

- Polat Onat -

sinecine

2 Nisan 2010 Cuma

Geçen ay içinde Dipnot Yayıncılık bünyesinden ve Nilgün Abisel'in editörlüğüyle yayımlanan sinecine, adından da anlaşılabileceği üzere bir sinema dergisi. Elbette memleket sathında hâlihazırda iyisiyle kötüsüyle birlikte birçok sinema dergisi yayımlanıyor, lâkin Sinema Araştırmaları Dergisi alt-başlığı ile altı ayda bir kez hazırlanması düşünülen bu derginin diğer popüler yayınlardan temel bir farklılığı var, ki o da her şeyden evvel hakemli bir dergi olduğu gerçeğidir. Künyesine nazar edildiğinde hem Türkiye'deki üniversitelerden hem de uluslararası alandan olmak üzere pek çok akademisyenden müteşekkil geniş bir yayın ve danışma kurulu olduğu görülüyor. Dolayısıyla klasik popüler film eleştirisine değil, daha teknik ve kuramsal çalışmalara odaklanan, bu alandaki boşluğu doldurmaya niyetlenmiş akademik nitelikli bir yayın olduğunu belirtmeliyiz. Gâye-i mevcûdiyyeti özlüce şöyle ifade edilmiş:

sinecine, değişik disiplinleri sinema ortak paydasında buluşturmayı, sosyal bilimler, sanat ve insan bilimleri içerisinde bir araştırma, tartışma, eleştirme, soru sorma alanı yaratmayı amaçlar. Bu çerçevede, yerli sinemadan Hollywood'a, sanat sinemasından popüler sinemaya, klasik sinemadan çağdaş sinemaya, sinemanın ekonomi politiğinden tarihine, psikanalizden feminizme, kuramsal yaklaşımlardan alımlama araştırmalarına, türlerden yönetmenlere dek uzanan çeşitli konularda üretilen yazılara yer verilecektir.

Derginin ilk sayısında ikisi çeviri olmak üzere altı makale mevcut. Makalelerden ikisi Abbas Kiarostami üzerine hazırlanmış. Bunlardan ilki Serpil Kırel'in yönetmenin Şîrin adlı son filmi üzerinden sinema dili ve seyirci üzerine bir analiziyken, diğeri Khatereh Sheibani'nin Modern Fars Şiiri ile -özellikle Furuğ Ferruhzâd ve Sohrap Sepehri'nin şiiri ile- Kiarostami sinemasının ilişkisi üzerine bir çalışma, ki dikkatimi en çok cezbeden de bu iki çalışma oldu. Başka ilginç bir metin de Dilek İmançer'in İslamcı filmlerde kadın temsillerini ele aldığı eleştirel makalesi. Yine 1950'lerde Şakir Sırmalı'nın söylemi üzerine bir makale, Filmde ve Medyada Feminizm adlı bir çeviri ve Ahmet Gürata'nın 2000'lı yıllarda sinema filmlerinin niceliksel vaziyeti ile ilgili bir incelemesi okurun ilgisine sunulmuş. Bütüne bakıldığında içeriği genel olarak tatmin edici bulduğumu söyleyebilirim.

Velhâsıl sinemanın asla sadece "sinema" olmadığı, görsel bir eğlence olmanın ötesinde ciddi bir felsefî, politik, ekonomik ve sosyo-kültürel göstergeler alanı olduğu ve kuramsal çalışmaların beslenebileceği geniş bir havuz oluşturduğu dikkate alındığında sinema yayıncılığı konusunda bağımsız ve akademik nitelikte bir kaynağın hazırlanıyor olması önemli bir gelişme. Umuyorum gelişerek devam edecek imkânları bulabilir.

Yeni Tasarım ve Eski Nazım...

21 Mart 2010 Pazar

Blogger'la mesâim dört yılı bulmak üzere ey okur. Kendisiyle ilk karşılaşmamız 2006 yılının nevbaharında gerçekleşmiş ve o vakit bu vakittir keyfe keder arzularla hem-dem olmaktayız. Üstelik meçhul bir süre daha bu maceramız sürecekmiş gibi görünüyor. Sadede gelirsek, farkında olacağınız üzere tasarımda bir değişiklik mevcut, zîrâ blogun şekl ü şemâili benimle birlikte yaşlandı ve hâl böyle olunca da bir değişiklik ihtiyacı elzem gözüktü gözüme. Ortalıkta görsel bakımdan fiyakalı epeyce 'template' bulunabiliyor, ama ben genel olarak eski yapıya benzer bir tasarım oluşturabileceğim esnek bir altyapı arıyordum ve son tahlilde en uygun olanın bu olduğuna kanaat getirdim. Tabiî iş bir şablon seçmekle bitmiyor; sonrasında grafik ve özellikle kod düzeyinde çok sayıda yorucu düzenleme yapmak gerekti ve nihâyet ortaya çıkan görüntü bu oldu. Tasarım son hâliyle Opera(daha iyisi yok), Firefox, Chrome, IE7 ve IE8 üzerinde tecrübe edildi. Bu tarayıcılardan sadece belâlı IE8'de bir takım kayda değer bozulmalar vardıysa da, bunlar uyumluluk ayarları ile oynanarak giderilebilir türdendi. Yani demem o ki, kullandığınız tarayıcıda bir problem varsa ya da gözümden kaçan başka sorunlar gözlemliyorsanız eğer, haberdâr ederseniz bakılır bir hâl çâresine.



Bu aralar kitaplar arasında kaybolmuş sayılırım ve bu hâl üzere pek çok kitapla birlikte, Talât Sait Halman'ın hazırladığı Eski Uygarlıkların Şiirleri adlı antolojiyi de karıştırıyorum fırsat buldukça. Künyeden anlaşıldığı kadarıyla Halman'ın bu derlemesi ilk kez 1974 yılında yayımlanmış ve geniş içeriğiyle Mezopotamya'dan Güney Amerika halklarına varana dek pek çok kültürden, yazarı bilinen ya da bilinmeyen şiir örnekleri barındırmakta. Gılgamış Destanı'ndan, Eddalar'dan, Aeneis'ten parçalar seçilmiş; yine Eski Çin ve Japon kültürlerinden, Hint, Arap ve Fars edebiyâtından, Afrika şiirinden vs. çok sayıda örnek mevcut. Öyle ki, insanlığın yaklaşık 4500 yıllık tarihi boyunca, şiirler eşliğinde bir yolculuk yapma imkânı sağlıyor okurlarına. Bu denli farklı tarih-kültürlerden manzûme örneklerini iki kapak -ki epey mesafe barındıran iki kapak- arasında toplu bir şekilde sunabilmek azımsanacak bir mesele değil ve şüphesiz derlenmesinden çevirisine varana dek takdire şâyân bir emek barındırıyor. Sözün özü önemli ve çok da keyifli bir antoloji bu. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan yeniden basıldığını da unutmamış olalım.

Kitaptan birkaç kısa şiir de sunabiliriz elbette:


GILGAMIŞ DESTANI'NDAN

Bora Tanrısının getirdiği yaman fırtına
Yerden tâ göklere kadar fışkırıyordu,
Aydınlığı her yerde ezmişti karanlık.
Toprak baştan başa sular altında kaldı.
Bütün bir gün azgın esti bora,
Yükseldi, yükseldi de dağları aştı.
Kardeş, düşünmez oldu kardeşi.
Gök merhametini esirgedi insanlardan.
Tanrılar bile korkmuştu boradan selden,
Kaçışıp Cennetin en yüksek katına sığındılar.
Köpekler gibi sindiler Cennet duvarının dibine.
Sevgi Tanrıçası İştar, doğum sancısı
Çekiyormuş gibi kıvrandı.
Tanrıların eşleri ağlayıp inlediler:
"Eski dünya, balçık oldu. Ne yazık!
Tanrılar Meclisinde nasıl da onayladık
Kendi insanlarımızın yok edilmesini?
Yarattıklarım nerede şimdi?
Balık sürüleri gibi, denizi doldurmuşlar."

Daha aşağılardaki tanrılar da başlarını
Önlerine eğip ağladılar hüngür hüngür.
Dudaklarını ısırdılar korkudan ve yastan.

***

DOĞMUŞSUN BİR KERE

En iyisi, hiç doğmamak,
Hiç görmemek güneşin
Keskin ışıklarını.
Ama, doğmuşsa insan
Çabucak geçmeli
Cehennem kapısından,
Yatmalı toprağın
Koca kalkanı altında.

-Theognis-

***

TATLI UMUT

Ne mi yapacağım? Alıp başımı
Gideceğim şu uzak tepenin ötesine,
Kıyıya inip kumsalda oturacağım.
Duamı sunacağım Deniz Perisine
Tek başıma sessiz sedasız.
Deniz Perisi kulak asmayacak.
Yine de, yaşlanıncaya kadar,
Bitkin canım çıkıncaya kadar
Tatlı umudumdan vazgeçmeyeceğim.

-Bion-

***

HEKİM

Dün Hekim Markus
Zeus'un heykeline bakmaya gitti.
Zeus bu;
        Üstelik heykeli mermerden.
Bugün heykeli gömüyoruz.

-Nikarkos-

***

YOKSULLUĞUN SIĞINAĞI

Devletlim, buyurmuşsun, Yoksulluk kanun dışı
Olmuş bizim ülkede, ama haberin olsun,
Buyrukta kanun dışı ettiğin şu Yoksulluk
Ortalıkta kalınca bizim eve sığındı.

-Rajasekhara-

Sinemasal Değiniler: 2009

12 Mart 2010 Cuma

Hollywood'un tüm içtenliğini alıp, bir meyve sineğinin göbeğine yerleştirirseniz, geriye hâlâ üç kimyon tohumuna ve bir prodüktör kalbine yetecek kadar yer kalır.
- Fred Allen -




Nihâyet parlak Oscar heykelcikleri de sahiplerini buldular ve böylece bir sinema döneminin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Peki nasıl bir yıldı bu? Öncelikle Akademi Ödülleri için bir şeyler söylememiz gerekecek ve sanırım söylenebilecek en iyi şey de geride kalmış olmalarıdır. Louis Lumiére rivayet o ki, bir keresinde şöyle çıkışmış: "Sinema mı? Artık gitmiyorum. Bu hâle geleceğini önceden kestirebilseydim, icâd etmezdim." Bunları söylemezden evvel Oscarları izlemiş olmalı, diye düşünüyor insan!

İşin nüktesi bir yana, neredeyse bir sene önce The Hurt Locker'ı izlediğimde çok da önemsememeye karar vermiştim. Zaten o zamanlar kimse bu filmin farkındaymış gibi değildi. Sonra nedense birden şanı alıp yürüdü ve Amerika'daki çeşitli organizasyonlar filme ödül verme sırasına girdiler birer birer. Hakkını teslim edelim, biçimsel olarak kayda değer bir iş çıkarılmış, ama öte yandan istenirse filmde rahatsız edici militarist emareler bulunabiliyor. Fakat hadi onları görmezden gelelim, yine de Irak'ın bütün bir hâli pür melâline bakınca, bir bomba imha timinin psikolojisinin estetize edilmesinin üzerimde bıraktığı etki şâyân-ı hayret bir keyfiyet arz etmiyor ne yazık ki! Bir kadın olarak takvimde lütfedip kadınlar için işaretlediğimiz günde Oscar alarak adını tarihe yazdıran Kathryn Bigelow'a gelince, o elbette iyi bir yönetmen. Filmografisinin büyük kısmına vâkıf olarak, özellikle Near Dark ve Strange Days ikilisini dikkate değer bulurum.

Diğer adayları da kısa kısa geçersek: Avatar'ın ekstra bir boyut dışında pek bir meziyeti bulunmuyor; filme dâir en akılda kalıcı izlenimim, renkli ve gürültülü bir aksiyon ve bol gişe hâsılatından ibaretti. Up denilen animasyonun ilk yarıda performansı yüksek, ikinci yarıda düşüktü. Up in the Air liberal bir Hollywood filmi, ama hâlâ bir Hollywood filmi(George Clooney ehveni şerdir). An Education sinematografi ve oyunculuklar açısından bir değer ifade ediyor şüphesiz, ama bütüne bakıldığında öyle özel bir film yok ortada. The Blind Side' ı izlemeye değer bile bulmuş değilim henüz. District 9 epey ilginç bir bilim-kurgu denemesi, lâkin o da Avatar ve The Hurt Locker gibi haddinden fazla abartılmaktan muzdarip. Precious'ın Amerikan bağımsız sinemasının son yıllarda Oscar adayı olan filmlerinden pek bir farkı yok. Fazla Hollywood kokuyor ve temelde bağımsız bir sinema filmi için hatırlanacak bir yapım olduğu söylenemez. Inglourious Basterds'a gelince, rahatsız edici klişeler ve post-modern ters-yüz edişler aynı senaryoda harmanlanmış ve ortaya tuhaf bir film çıkmış. Yönetmenin filmografisinin yetkin işlerine kıyasla çok iyi durmuyor, ama hâlâ bir Tarantino filmi. A Serious Man'de Coen kardeşler renkli bir kara komedi kotarmaya çalışmışlar, zaman zaman başarılı da olmuşlar aslında, fakat filmin genelinde onlardan bekleneceği kadar iyi bir iş çıkarttıkları söylenemez. Yalnız tercih ettikleri sonu çok beğendim.

Oscar adayları dışında kalan yapımlara gelince, Werner Herzog'un The Bad Lieutenant'ı görmeye değecek farklı, absürd bir polisiye. Tabiî söz konusu Herzog olunca çok daha fazlasını bekleyebilir insan. Fakat ne yazık ki, Almanya'da yaptığı eski filmleriyle ABD'de yaptığı yeni filmler aynı ayarda değiller. The Hangover'ın epey eğlenceli olduğunu söyleyebilirim. Yıl içinde çok gürültü çıkaran Funny People ise sıradan bir komedi. Julie & Julia, Meryl Streep ve Amy Adams'ın hatrına fena gözükmüyordu. Woody Allen'ın filmi Whatever Works sırf Larry David sâyesinde ete kemiğe bürünen tuhaf karakteri görmek için bile seyredilebilir. Public Enemies, Sherlock Holmes ve Invictus izlenilmediği takdirde hiç bir şey kaybettirecek filmler değildi. Ang Lee'nin Taking Woodstock'u özellikle anlattığı olay nedeniyle ilgi çekiciydi. Mary and Max de farklı bir animasyon olarak kendini gösteriyordu.

Fantastik ve bilim-kurgu sinemasından ABD bazında epey film seyrettim; şimdi tek tek saymak bile lüzumsuz olur. Bunlardan Star Trek'i ekranda bir kez daha görmekten memnun oldum. Watchmen de en azından 300 kepazeliğinden sonra Synder'dan beklediğimden daha iyi gözüküyordu. Surrogates üzerinde durmaya değer bir bilim-kurgu. Genele bakıldığında felâket filmlerinin revaçta olduğu apokaliptik bir seneyi geride bırakmışız gibi gözüküyor. Bu filmlerden Knowing ve The Road idare eder örnekler olsa da, 2012 tam bir musibetti(sinema için). Aslında suç filmde değil, Roland Emmerich denilen adamın eline kamera veren sistemde(!) Vampir filmlerinden Daybreakers çok kötü değildi en azından. The Matrix'i andırıyordu biraz; makineler yerine vampirler vardı.

İzleme listemde Humpday, Adam, Sin Nombre gibi daha ufak tefek ve samimi gözüken yapımlar da vardı ve bunların hiçbiri tam olarak olmuş gibi gözükmüyordu. (500) Days of Summer en azından biçimsel olarak becerikli bir film. Hakeza Coppola'nın Tetro'su son bölümde senaryosu bir klişeye demir atsa da sinematografik düzey olarak başarılıydı. Korku-gerilim ve parodi özellikleri taşıyan Deadgirl gerçekten garip bir film. Bu türde özgün filmler bulmak çok zor ve Deadgirl onlardan biri olmayı başarmış. Korku-gerilim demişken yeni bir Blair Witch vak'ası olarak Paranormal Activity de boyundan büyük toz kaldıran filmlerden biriydi. En büyük başarısı insanı germek yerine sık sık güldürüyor olmasıdır. Bunların hâricinde bağımsız yapımlardan önemsenmeye değecek işler olarak Goodbye Solo ve Gigante'yi anmaya değer. Özellikle Goodbye Solo iyimser sonlara karşı ihtiyatlı duruşu ile kendini sevdiriyor.

Ve bağımsızlar demişken geçen yıl ABD sınırlarından arz-ı endam eden en dikkate değer filme geldi sıra. Jim Jarmusch'un sessiz sedasız yapıtından söz ediyorum elbette. Bazı filmler vardır, onları izlersiniz ve eğer bu filmse, dersiniz, diğer izlediklerim de neydi öyle? The Limits of Control o filmlerden biri işte. Jarmusch sanki konvansiyonel sinemayla dalgasını geçiyor. Ingmar Bergman otobiyografisinde şöyle diyecektir: "Film belge olduğu zamanın dışında bir düştür. Bundan dolayı Tarkovski yönetmenlerin en büyüğüdür. Düşsel mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki!" Ve şimdi Jarmusch'un tuhaf filmine dönelim tekrar; bir karakteri şöyle sesleniyor bize: "En iyi filmler bir düş gibidirler, gerçekten izleyip izlemediğini bilemezsin." Velhâsıl-ı kelâm, eğer Lynch ve Jarmusch gibi özel adamlar olmasaydı Amerikan sinemasından umudu kesmek çok daha kolay olabilirdi.

Güney Amerika'dan devam edelim yolculuğumuza. En İyi Yabancı Film Oscarı'nı alan El secreto de sus ojos için farklı gözüken, iyi bir polisiyedir diyebilirim. Fakat o listeden tutup bu filmi seçmek Akademi üyelerine özgü bir beceri olsa gerek. Bir başka Oscar adayı, daha da önemlisi Altın Ayı sahibi Peru filmi La teta asustada mutlaka görülmeli. Yönetmeni Claudia Llosa, bunun Peru tarihiyle ilgili bir film olduğunu söylüyor bize, ama şüphesiz acının sütünü içerek yaşama karışanlar sadece Peru'ya özgü bir gerçek değiller.

Lucrecia Martel ana-akım sinemanın periferisinde durmayı tercih eden bir yönetmen. Üçüncü uzun metrajı olan La mujer sin cabeza, geleneksel sinema izler kitlesini hedef almış bir sinek-kovucu gibi tahayyül edilebilir rahatlıkla. Gerçekten dikkat ve sabır gerektiren bir film bu. Önceki filmlerinden de alışık olunan, görsel olarak titiz hazırlanmış, minimal bir sinema dili var; sabit bir kamera, uzayıp giden sekanslar ve kavranması zor bir senaryo... Senenin en iyilerinden biri. Yine Şili'den başka bir periferi sineması örneğine şahit olduk: Tony Manero. John Travolta'nın Saturday Night Fever adlı filmindeki karaktere obsesif derecede bağlı bir adamın tekinsiz girişimleri üzerine kurulu, hakikaten sıradışı bir yapıt. Pinochet döneminde geçiyor olmasına rağmen, birkaç sahne dışında Pinochet rejimine dair doğrudan bir emâre göremiyoruz filmde, ama öte yandan Raúl karakteri rejimin ayaklı bir metaforu olarak okunmaya çok müsait. Son tahlilde sağlam alt-metni, gergin ve boğucu atmosferiyle yılın parlak filmlerinde biriydi.

Avrupa sineması Amerika'nın aksine iyi bir yıl çıkardı. İngiltere'den görebildiğim filmler Ken Loach'ın Looking for Eric'i, Terry Gilliam'ın Imaginarium of Doctor Parnassus'u, Harry Potter and the Half-Blood Prince, In the Loop, Bright Star ve Moon oldu. Sondan gidersek, Moon tatmin edici bir bilim-kurgu. Bright Star John Keats'ın kısa yaşamının son dönemini ele alan kurgusu zayıf, başarısız bir tarihsel dram. In the Loop ise kayda değer bir politik taşlamaydı.

Ken Loach Avrupa sinemasının en politik isimlerinden biridir ve yaptığı her film seyredilmeyi hak eder. Nitekim Looking for Eric'de de çıtanın altına düşmemiş. Hiçbir şeyi yolunda gitmeyen bir adamın Eric Cantona imgesiyle hayata tutunmaya çalıştığı, gündelik yaşam ve futbolun kesiştiği anlara dair samimi, sıcak bir film. My Name is Joe'yu andırıyordu biraz.

Terence Davies'in Liverpool'a ve anılarına dair hüzünlü ve şâirâne belgeseli Of Time and the City'i unutmak kesinlikle yakışık almayacaktır. Hattâ yılın en iyilerinden biriydi. Guy Maddin'in My Winnipeg'iyle benzer bir estetiği var.

Fransız sinemacı Jacques Aduiard imzalı Un Prophéte hiç şüphesiz bugüne kadar yapılmış hapishane filmlerinin en iyi örneklerinden biri. Arap kökenli bir mahkumun iki etnik/dinsel grup arasında parçalanmış maceralı mahkumiyet sürecini işleyen film incelikli ve sert sinema diliyle öne çıkıyor. Özellikle vicdan azabı ve vahiy arasında kurulan sembolizm görülmeye değerdi. Müziklerinin de filmin taşıyıcı bir unsuru olduğunu belirtmeliyim.

Claire Denis, L'intrus ve Trouble Every Day gibi ticarî sinema kalıplarının dışında sıradışı ve çarpıcı filmler yapmış bir yönetmen. Son filmi 35 Rhums'a bakıldığında, alışık olduğumuz üzere minimal bir anlatı üzerinden yaşama tutunma ve kaybetmeye dair küçük, hüzünlü bir film diye tanımlayabiliriz onu. Martin Provost hiç tanımadığım bir yönetmen ve yine haberdar olmadığım naif resimleriyle bilinen bir ressamın hayat öyküsünü filme almış. Séraphine özellikle Yolande Moreau'nun performansı ve görüntü yönetmenliğiyle öne çıkıyor. Filmin César ödüllerinde en iyi film dâhil yedi dalda ödül almış olduğunu da belirtmeliyiz.

Alman sineması için izlenimim az ve öz deyimi ile özetlenebilir. Das Weisse Band izlediğim tek örnekti ve kanımca Haneke'nin 2000'lerde yaptığı en iyi filmdir. Elbette onun hemen her girişimi önemli bir sinema olayıdır, fakat yaygın disiplin ve cezalandırma uygulamalarıyla faşizme kadar uzanan şiddet kültürü arasındaki ilişkiyi irdelediği bu filmi son filmlerinin en iyisi olarak görüyorum. Teknik olarak da çok güçlü olan filmde, siyah-beyaz renk seçimi atmosferdeki tekinsiz havayı iletmek için yerinde bir tercih olmuş. Bu yapı belirsizlikten doğan huzursuzluğu sürekli öteleyen minimal kurguyla da birleşince, tedirginliği seyircisine bulaştırmayı başarıyor ve onu sürekli uyanık hâlde tutuyor. Filmin Cannes'dan Altın Palmiye ile ayrıldığını da hatırlatmış olayım.

Danimarka sineması demek, önemli ölçüde Lars von Trier demektir. Trier sadece bir sinema yönetmeni değil; o bir öncü, o bir provokatör, o bir deli! Önceki bir çok filmi gibi Antichrist da senenin en tartışmalı filmlerinin başını çekiyordu. Nitekim bazı eleştiriler filmi yerin dibine sokarken, bazıları ise ayaklarını suya değdirmemekte çok kararlıydılar. Trier de her hâlde bu eleştirileri okudukça pis pis sırıtan tarafı temsil ediyordur, çünkü filmlerinin tartışma yaratmasını seviyor.

Her şeyden önce görsel olarak bir başyapıt var ortada. En azından hukuken tam ehliyet sahibi olan herkesin görmesi gerekiyor filmi. Öte yandan filmin senaryosu bir tuhaflık abidesi. Küçük çocuğun göründüğü sahneler dışında Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg'un oynadığı karakterleri izliyoruz sadece. Oyunculuklar oldukça üst düzey, ki Trier'in setlerinin zorlayıcı ve gergin ortamlar olduğu, onun oyuncularla ilişkisinin epeyce problemli olduğu bilinir. Şehvetin uçurumlarında dans ederken, çocuklarını kaybeden bir karı-kocanın içine düştükleri psikolojik gerilimden yola çıkan filmin, son tahlilde kadın düşmanı bir alt-metin barındırdığını iddia edenler olduğu gibi, tam aksine feminist bir alt-metin taşıdığını iddia edenler de var. Kendi adıma istenirse iki türlü de okunabileceğini düşünüyorum, zîrâ doğru bir teşbihse eğer, bu film bir düzyazının görece berraklığına sahip değil, anlamı performatif ve bulanık kılan bir şiir ya da bir düşe daha yakın bir deneyim. Son bir mevzu olarak filmin Tarkovski'ye adanması meselesi var ki, bunun da başka nedenleri olabileceği gibi, belki ünlü yönetmenin kadınlar konusundaki tuhaf çıkarımları ile de bir ilintisi kurulabilir.

Avusturya sinemasından gördüğüm biricik örnek olan Der Knochenmann absürd hissine teğet geçen bir gerilim filmiydi. Oscar adayı da olan Hollanda filmi Oorlogswinter'ı, İkinci Dünya Savaşı ile ilgili neredeyse her şeyden bezmiş biri olarak pek sevmedim. Pedro Almodóvar'ın vasat filmini görmüşlüğüm yok. Los abrazos rotos da en iyilerinden biri değilse bile, iyi bir filmdi. Il Divo yetmişlerden doksanlara İtalyan Hıristiyan Demokratlarının liderliğini ve İtalya Başbakanlığı yapmış olan Giulio Andreotti'ye odaklanmış, teknik olarak oldukça iyi gözüken bir yapım. Ayrıca Andreotti'yi canlandıran Toni Servillo'nun performansı görülmeye değerdi. Yine Gladio meselesiyle bağlantılı olması nedeniyle, Ergenekon süreci ile haşir neşir olan yurdum kişisinin merakını uyandırabilir belki.

Bir İsveç filmi olan Maria Larssons eviga ögonblick 2009'un iyi örneklerinden biri gibi görünüyordu. Yine İsveç sinemasında Stieg Larsson'un seri romanlarından peş peşe üç filmi yapıldı(Män som hatar kvinnor, Flickan som lekte med elden , Luftslottet som sprängdes.) Özellikle ilk filmin epey sürükleyici bir polisiye örneği olduğunu söyleyebilirim. Söz konusu bu roman geçen yıl Türkçe olarak da yayımlandı. Ayrıca IMDB'de gözüktüğü kadarıyla yabancı film seyretme özürlü Amerikalılar filmi kendilerine benzetmeye karar vermişler. Bunların haricinde Fin yönetmen Klaus Härö'nün Postia pappi Jaakobille adlı filmi hoş bir sıcaklık bıraktı üzerimde.

Avrupa yolculuğumuzu Theodoros Angelopoulos'un son filmine bakarak tamamlamış olalım. Yönetmenin ilki 2004 yılında gösterilen (Trilogia: To livadi pou dakryzei) üçlemesinin ikinci ayağı olan I skoni tou hronou ilk filmin zarafetine ulaşamamış ne yazık ki. Angelopolous'un önceki filmlerine kıyasla kameranın daha hareketli olması, sekansların çabuk değişmesine neden olmuş gibi. Yine zaman zaman kurgu ve diyaloglarda yersiz bir kopukluk ve hattâ yapaylık hissi edindim. Bununla bağlantılı olarak oyunculuklar da umduğum kadar iyi değildi. Özellikle Willem Dafoe bu film için uygun bir seçim olmamış. Daha önce To vlemma tou Odyssea'da Harvey Keitel'la yakalan kıvam Dafoe söz konusu olunca tutmamış görünüyor. Bütün bunların neticesi şu ki, Angelopoulos'un alameti farikası olan epik ve şiirsel akış bu filmde sık sık kesintiye uğruyor ve elimizde sadece iyi bir film bırakıyor.

Artık iyice hafifleyen heybemizi sırtlanıp Asya yollarına düşebiliriz sanırım. Uzak doğudan neler görmüşüm diye bakıyorum listeme ve ilk gözüme çarpan intikam üçlemesiyle tanıdığımız Chan-wook Park'ın son filmi Bakjwi oluyor. Çekik gözlü adamlar Hollywood'un klasik hikâyelerine el atıp, onlara bambaşka bir keyfiyet kazandırmaya devam ediyorlar. Bu kez de bir vampir filmiyle karşı karşıyayız. Bir yanıyla farklı, bir yanıyla hâlâ epeyce(ve iyi ki öyle) klasik bir vampir filmi bu. Yani mutlu mesut bir aile yaşantısı olan, gündüz okula devamlılığını aksatmayan, güneş altında elmas ışıltısı yayan yeni nesil teenager vampirlerle karşı karşıya değiliz en azından. Elbette Hollywood estetiğinden farklı bir estetiği var filmin, ama Park'ın önceki filmlerine kanıp çok şey bekleyenler bir miktar hayal kırıklığını uğrayabilir belki. Kendi adıma bir Oldboy beklemediğim için çok da sorun yaşamadım. Açık ki, vampir temalı bir film olarak senenin en sağlam örneğidir. Diğer bahse değer filmlere gelince, zekice bir aksiyon sineması örneği olan Yi ngoi ve Ozu'yu andıran ibretlik bir aile draması olarak Aruitemo aruitemo isimlerini anabilirim.

Aslında mutlaka bahsetmem gereken film, Filipinli yönetmen Lav Diaz'ın yaklaşık sekiz saat süren Melancholia'sıdır. Sanıyorum seyrettiğim ilk Filipin filmi oluyor. Elbette benim Filipinler denilen o uzak ülkeye dair bilgim çok kısıtlı. Benedict Anderson'ın Under Three Flags adlı 19. yüzyılda Filipinlerdeki anarşist kalkışmalara odaklandığı çalışmasını güç bela okumuşluğumdan ve biraz da pek kayda değer olmayan yakın dönem tarih bilgisinden ibaret tüm irfanım. Dolayısıyla filmin ilgimi çekmesi Venedik Film Festivali'nde aldığı ödül hasebiyle olmuştur. Elimizde Filipinler'deki komünist direnişçilerle ilintili, doğrudan politik olmayan, bir üçüncü sinema örneği var. Çektiği filmin 450 dakikalık süresi hesaba katıldığında Lav Diaz'ın endüstriyel sinemayla arasının limoni olduğu kolayca anlaşılabilir. Ayrıca bu yönetmenin en uzun filmi de değil; bir önceki uzun metrajı(upuzun metraj) tam 540 dakika.

Peki bu kadar uzun filmler yapmanın esbâb-ı mucibesi ne ola? Lav Diaz, geçmişte Filipinlilerin zaman ve mekân konseptinin hükmü altında olmadığını, bunların -mülkiyet fikri gibi- İspanyol sömürgeciler yoluyla geldiğini iddia ediyor ve filmlerini de bu bağlamda estetik bir tercih olarak oluşturuyor. Hülâsa zaman ve mekânı batılı standartların dışında kavrayarak Filipinlerin geçmişiyle bağlantı kurmaya ve böylece bir direniş estetiği geliştirmeye çalışıyor. Bunun yanında özgürleştirici olduğunu düşündüğü bir teknik olarak dijital kamerayla çekiyor filmlerini. Yalın bir yapısı var Melancholia'nın. Kamera genellikle durağan; zamanın akışına boş verdiği gibi mekânı da boşaltıp, katılaştırıyor bu metod. Siyah-beyaz renklerin hükmü altındaki dünya çakılıp kalıyor âdeta. Yağmur yağıyor bir yandan; daraldıkça daralan atmosfer seyirciye sirayet ediyor. Anlatısal değil, görsel betimlemeye odaklanmış filmde diyaloglar olabildiğince kısıtlı. Sıkıntı ve yas kokuyor film; sanki dünyanın aşkın bir melankolisi var da Lav Diaz onu yakalamış ve bize yansıtıyor. Sözün özü, görülmeye direnen yapısına rağmen görülmeye değer bir yapıt bu.

İran sinemasından dört yeni film izledim geçen sene. Majid Majidi'den Avaze gonjeshk-ha, Samira Makhmalbaf'dan Asbe du-pa, Bahman Ghobadi'den Kasi az gorbehaye irani khabar nadareh(ki Ghobadi'nin bir önceki filmi de yasaklı müzisyenlerle ilgili çok iyi bir filmdi) ve Abbas Kiarostami'den Shirin. Her biri yeterince tatmin edici bir deneyimdi ve üzerlerine uzun uzadıya konuşmaya değer, ama ben burada özellikle sonuncusundan bahsetmeliyim.

Kiarostami diğer İranlı meslektaşlarından daha deneysel filmler yapmayı tercih ediyor. Örneğin 2002'de çektiği Ten filmini hatırlarsak, bir otomobilin içinde geçiyordu bütünüyle. Kadın sürücüyü ve ön koltukta oturan ve aralıklarla değişen yolcuları izliyorduk yalnızca. Bu filmde de karanlık bir sinema salonundayız ve kamera sadece seyircilerin yüzlerini gösteriyor; rastgele odaklanıyor onlara. Hepsi kadın, isimsiz kadınlar... Ferhat(Hüsrev) ile Şîrin'in öyküsünden müteşekkil trajik bir aşk filmini izliyorlar pür dikkat, biz de izliyoruz, ama onları. Tabiî eğer izlemek doğru kelimeyse; belki de hayatın kadınların yüzünde bırakabileceği ifadelerle örülmüş bir şiir dinliyoruz demek daha doğru. Şüphesiz bu filmi yaparak bir mahreme dokunuyor Kiarostami; kadınların varoluşlarının sık sık gölgeler arasındaki yüzlerinde kaybolduğu bir coğrafyada, o yüzlerden bir film yapıyor inatla. Hülâsa derin bir hayret ve hayranlık besliyorum bu filme ve Şark'ın diğer bütün şiirlerine.

Gelelim son durağımız olan memleket sinemasına. Herkesin malûmu olduğu Türkiye'de sinema görülmeye değer bir yükseliş içinde. Hem nicel hem de nitel bir büyüme söz konusu. Yeni nesil yönetmenler dünya ölçeğinde takdire şayan filmler yapıyorlar(kimse pek seyretmese de). Bunlardan geçen sene gösterilen üç filmi diğerlerinden daha çok önemsediğimi söyleyebilirim: Reha Erdem'in Hayat Var adlı çalışması, Yeşim Ustaoğlu'nun Pandora'nın Kutusu ve Özgür Doğan, Orhan Eskikoy ikilisinin İki Dil Bir Bavul'u.

Hayat Var bir ergenlik öyküsü. Bu dönemin ne denli ikircikli bir dönem olduğunu incelikli bir sinema dili eşliğinde anlatıyor bize Reha Erdem. Çocuk kalmak ve ergen olmak arasında sıkışmış bir kız çocuğunun tuhaf hâlet-i ruhiyesine odaklanıyoruz. Filmi izleyince anladım ki, astım nöbetleri ergenlik döneminin metaforu olarak okunmaya ne kadar da uygunmuş meğer. Ya arabesk? Evet, arabesk bu filme belki hiç olmadığı kadar yakışıyor. Senaryo, kurgu, görsellik, müzikler her şey doğru bir kıvamda. Dört dörtlük bir sinema.

İki Dil Bir Bavul gerçekçi ve yalın bir anlatı. Bir kurgudan ziyade bir belgesel ve yetersiz bavullarıyla uzak diyarlarda çâresiz kalan insanların hikâyesini anlatıyor. Bavullarını büyütmek yerine dillerini kurban eden bir memleketin öyküsünden küçük, trajikomik bir kesit sunuyor bize. Pandora'nın Kutusu hem oyunculuklar(özellikle de Tsilla Chelton) hem de görsel olarak göz dolduran bir film. Bu arada son yıllarda sinemacıların Karadeniz bölgesini keşfinden de söz etmeliyiz. Görsel olarak çok zengin olan bu coğrafyanın filmlere önemli katkıları olduğu açık. Nitekim Semih Kaplanoğlu'nun birkaç hafta önce Altın Ayı alan Bal filmi de Doğu Karadeniz bölgesinde çekilmiş görünüyor.

Son olarak unutmadan görmekten memnun olduğum Mommo ve Uzak İhtimal'i de kayda geçirmiş olayım. Ayrıca son yılların en önemli edebiyatçılarından Hasan Ali Toptaş'ın Gölgesizler romanından uyarlanmış olan filmi de bir merak izledim, lâkin tatmin edici değildi. Toptaş'ın şaheserinin hakkını yeterince verebilecek bir film yapmak pek mümkün gözükmüyordu zaten. Dolayısıyla filmi görmeden önce romanı okumanızı şiddetle önermiş olayım.

Ve böylece biter.

Kültürlerarası Felsefe

14 Ocak 2010 Perşembe

Felsefe merakla başlar, diye buyurmuş Alfred North Whitehead, velâkin içinde böylesi bir merak uyananlar nereden başlayacaklarını bilememekten muzdariptirler genelde. Felsefe dediğiniz mefhum girift bir labirent izlenimi uyandırır insanda ne de olsa ve bu pek yanlış bir izlenim de değildir. Yine de meraklıların bazıları cesaretlerini kaybetmeden ilk neresinden yakalamışlarsa orasından devam ederler yolculuklarına, ki bu da çok muhtemel bir yamalı bohça vak'ası demektir. Kaldı ki, son dönemde bilgiye ulaşma biçimlerimiz çok değişti; geleneksel okurlar olmaktan hızla uzaklaşıyoruz. Bugün Internet üzerinde hemen her konuda, kolayca erişilen sıhhati şüpheli özetler ya da hazır ansiklopedik girdiler hüküm sürmekte. Etrafımız wikipedia ve türevlerinden edinilmiş bilgelikten geçilmiyor ve hipermetinsel sıçramalarla ele geçirilen bilgi kırıntıları yeni döngüler oluşturmak üzere kendilerini kopyalayıp duruyorlar mütemadiyen (elbette hipermetinsel bir yapının doğurduğu yeni ve önemli imkânlar var, ancak sorunlar da var ve bunlar hakkında yaygın bir bilinç oluştuğu söylenemez.)

Şu an sol yanımda duran çalışma kendisini kültürlerarası felsefeye giriş metni olarak tanıtıyor okuruna. Viyana Üniversitesinde felsefe profesörü olan Franz Martin Wimmer'ın Interkulturelle Philosophie adlı kitabından bahsediyorum. Esasen genel olarak felsefeye giriş için hazırlanmış çok sayıda kaynak metin bulunmakta. Bunların bazıları kendi bütünlükleri içinde gerçekten değerli, bazıları yetersiz, bazıları da fazlasıyla demode durumdadır. Bir de tabiî meşrebine göre kitap okuma alışkanlığı var insanlarda. Sözgelimi Georges Politzer'in, Felsefenin Başlangıç İlkeleri Marksist bir dünya görüşü dâhilinde bir el kitabı kabul edilebiliyor hâlâ. Fakat nihâyet en mülayim yorumla bile köhne, haddinden fazla sübjektif nitelikli bir metin olarak çoktan unutulmaya yüz tutmuş kitaplar bölümünde saygın bir konum edinmiş olmalıydı kendisine.

Kültürlerarası Felsefe'ye gelince, geleneksel eğilimlere kıyasla oldukça farklı ve güncel bir perspektiften görmeye çalışıyor felsefeyi. Yıllar önce ünlü astronom Carl Sagan'ın Cosmos adlı kitabını okurken, son bölümünde bir çizelge görmüştüm. Bir zaman çizelgesiydi mevzu bahis ve en başında Thales yer alıyordu, sonra Pythagoras, Demokritos, Platon diye devam ediyordu, tâ ki, MS.V. yüzyıla kadar. O tarihte İskenderiye kütüphanesinin yok edilmesi ve karanlık çağların başlamasını imliyor ve sonra da XV. yüzyıldan yoluna devam ediyordu. V. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar olan zaman diliminde hiçbir kayıt yer almıyordu çizelgede ve sayfanın sol alt köşesine şöyle bir açıklama düşülmüştü.

Bu, kitapta söz edilen insanlar, makineler ve olaylara ait bir zaman çizelgesi. ... Çizginin orta bölümüyse insanoğlu için kaybolan 1000 yıllık büyük boşluğu ifade ediyor.

Bütün bir çizelgenin, Avrupa kültürüne ait olduğu varsayılan kişiler ve değerler manzumesi olması bir yana, aradaki bin yılı insanlık için kayıp sayan zihniyet bunu nasıl başarabilmişti acaba?! Böyle bir görüşün bırakın bütün insanlığı, sadece Avrupa coğrafyası açısından bakıldığında bile ne denli sorunlu olduğu görülebilirdi halbûki. Bugün bize hiç makul gözükmeyen bu sunum elbette sadece Carl Sagan'a ait bir soruna işaret etmiyor, aksine paylaşılan bir günahtan alıyor gücünü. Bugün bilim tarihi konusunda olduğu gibi, felsefeye giriş metinleri ya da felsefe tarihiyle ilgili çalışmaları gözden geçirdiğimizde, bu metinlerin genel olarak -Sagan'ın çizelgesinde olduğu üzere- Thales'ten başladığını  (bu konuda tam bir mutabakat yoktur) ve batı düşüncesinin dışına neredeyse hiç çıkılmadığını görebiliriz. Bu kurgu felsefenin Batı'ya özgü bir uğraş olduğuna dair çok eski ve köklü bir kanıya dayanıyor. Temelinde bariz bir Avrupa-Merkezcilik yatmakta. Öyle ki, felsefe yapabilmeniz için önce beyaz ve erkek doğmanız, sonra Helen ya da Hıristiyan bir kültürde yetişmiş olmanız beklenir. Zaman zaman bu tür metinlerde başka kültürlerden felsefe örnekleri görmeniz tabiî ki mümkün; İbn Sina ya da İbn Rüşd gibi isimlere rastlayabilirsiniz en azından, ama genellikle sadece bir takım aracı ve taşıyıcılar olarak, tâli filozoflar bâbında sunulacaklardır.

Zaman zaman belli noktalardan eleştirilmiş olsa da (sözgelimi Herder'in tarih felsefesinde), uzun zaman hükmünü sürmüş bu yerleşik kanının, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, özellikle de son çeyrek dilimde 'post'u sermiş okumaların rüzgârını da alarak (önemli ölçüde Derrida ve yapısöküm üzerinden), giderek daha çok kuşku götürür hâle geldiğine şahit oluyoruz. Çin, Hindistan ve Afrika gibi farklı alanlarda katedilen önemli mesafeler, felsefenin Avrupa(ve ABD) coğrafyasına sıkışmış bir uğraş olmadığını ve olamayacağını açıkça işaret ediyorlar. Ayrıca Avrupalıların öteden beri kendilerine ait olduğunu düşündükleri bir takım kutsal alanlar taciz edildi bu süreçte. 

Bütün bu gelişmelerin ışığında Wimmer'in çalışması, Batı merkezli felsefenin sözünü ettiğimiz çıkmazlarını ele alırken, artık kendi kendine yeten bölgesel, tekil ve bağımsız bir felsefeden değil, birbiri ile sürekli iletişim hâlinde olan felsefelerden söz edilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Kendi ifadesiyle farklılıklarla birlikte ve farklılıklar arasında felsefe yapmanın yollarını arıyor Wimmer. Bu eksende kitabın bir noktasında şu negatif formülasyona rastlıyoruz: "Ortaya çıkışında yalnızca tek bir kültürel geleneğe ait insanların pay sahibi oldukları hiçbir felsefi savı, iyi temellendirilmiş kabul etme."

Elbette bir kültürlerarası felsefeden bahsederken üzerinde durulması gereken pek çok sorunsal var. Bu bağlamda felsefenin ve kültürün ne idüğü; felsefe-din-bilim ayrımının nasıl anlaşılması gerektiği; bir kültürlerarası iletişimin teorik/pratik sorunları; söz-merkezli/yazı-merkezli geleneklerin karşılaşması gibi meseleler önemli tartışma alanları olarak öne çıkmaktalar. Başka felsefî kültürler hakkında konuşurken bunları Batı felsefesi içinde boğmadan ya da asimile etmeden konuşmayı başarmak gerekecektir öncelikle. Bir kültürlerarası felsefe tamamen yatay düzlemde yürütülmeli ve herhangi bir hiyerarşi düşüncesini temelden reddetmelidir, zîrâ Heinz Kimmerle'in Afrika felsefesi (Philosophie in Afrika) ile ilgili çalışmasında ifade ettiği üzere:

Artık hedef başkalarını kendi konumuna kazanmak olamaz, tersine onları kendi başkalıkları içinde geçerli kılmak olmalıdır.

Özellikle Avrupa düşüncesinin ısrarla tarihsel süreçleri düz bir evrimci/ilerlemeci perspektiften okuma alışkanlığı ve bunun sonucu olarak ötekine üstten bakmaya dönük temayülleri dikkate alındığında, bunun yazıldığı kadar kolay bir tarif olmadığı açık. Sözgelimi son dönemlerdeki kritikler sayesinde Kant ve Hegel gibi derine işlemiş büyük filozofların ırkçılık ve sömürgeciliğin yayılmasındaki payları daha görünür hâle gelmiştir. Dolayısıyla yüzleşilmesi gereken sorunlar azımsanamaz. Kaldı ki, zaman zaman batı felsefesi dışında kalan felsefî kültürlerin de milliyetçi/ırkçı bir ruh hâline bürünebildiği görülüyor ve Wimmer'in çalışması bu bağlamlarda oldukça önemli analizler barındırmakta.

Avrupa düşüncesinde "şeylerin sonu"na dair bir heyula dolanıp durur bilindiği üzere. Kökenlerinin Hıristiyan teolojisi ile bağlantılı olduğunu düşündüğüm bu durum, Hegelyan ve Marksist diyalektikte rastladığımız tarihin sonu varsayımlarıyla tezahür eder örneğin, ki bunların yakın dönemdeki yansımaları iyi biliniyor. Aynı yolda zaman zaman felsefenin sonu da ilân edilmiştir. Bir zamanlar Hegel felsefenin kendisiyle birlikte yolun sonuna geldiğini iddia etmişti. Yine felsefe üzerine bir inceleme metninde şöyle bir başlık görebilirsiniz örneğin: "Wittengenstein ya da felsefenin ölümü" Fakat neticede felsefenin bir yere gittiği yok, çünkü onu doğuran sorular ve sorunlar mevcudiyetlerine koruyorlar. Denildiği gibi diken yerli yerinde ve hâlâ batıp duruyor. Yine de elimizdeki metinden yola çıkarak mezarını kazmamız gereken bir felsefe olduğunu düşünebiliriz, bu da Batı-Merkezci felsefe ya da kendisini mutlak merkeze koyan her türlü felsefe olacaktır (bu noktada Wimmer yayılmacı, bütünleyici ve ayırıcı merkezcilik diye adlandırdığı yaklaşımları eleştirirken, felsefî savlara özgü evrensellik iddiası nedeniyle tentatif merkezcilik -geçici merkezcilik- dediği bir çıkış yolu öneriyor, ama şahsen merkezsiz felsefe kavramını tercih ederim)

Kitaptan son bir kesit olarak, yazarın kültürlerarası felsefenin üstesinden gelmesi gerektiğini düşündüğü görevleri aktarmakta fayda var:

-Kültürlerarası felsefe, kültürel olarak koşullanmış örtük düşünme biçimlerini çözümlemelidir.
-Kültürlerarası felsefe, kendini ve yabancı olanı algılamanın stereotiplerini eleştirmelidir.
-Kültürlerarası felsefe açıklığı ve anlaşmayı desteklemelidir.
-Kültürlerarası felsefe karşılıklı aydınlanma içinde yer almalıdır.
-Kültürlerarası felsefe insancıllığı ve barışı destekleyebilir ve desteklemelidir.

Bu listeden de görüldüğü üzere, bugün kültürlerarası felsefe, yalnızca felsefeyi merkezsiz kılarak, geniş ve çoğulcu bir perspektif üzerinden yeniden kavramak bağlamında değil, aynı zamanda kültür asimilasyonunun ve kültürler arası çatışmaların önünde bir direnç alanı oluşturabilme potansiyeliyle de anlamlı ve gerekli bir girişim özelliği arzediyor.

Bitirmeden önce kitabın sadece kültürlerarası felsefeye dair sorunların analiz ve çözümleriyle meşgul olmadığını, son bölümünde Çin, Hindistan ve İslâm felsefe tarihleriyle ilgili özet bilgilere yer verildiğini de eklemiş olalım. O bölümde adı geçen metinlerle ya da dahası kaynakçayla bir karşılaştırma yaptığımızda Türkiye'de bu konudaki literatürün henüz yeterince tekamül etmediği berrak bir biçimde görülebiliyor. Farklı felsefe geleneklerine dair tekil incelemeler olsa da, bütüncül çalışmalar ve özellikle Çin, Hindistan ve Afrika kökenli belli başlı temel kaynaklar konusunda var olan eksiklikler halen giderilmeyi bekliyorlar.

Kendi alanındaki temel metinlerden biri olan bu özel kitabı Mustafa Tüzel'in Almancadan çevirisiyle birlikte Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları üzerinden edinebilirsiniz.

***

Son olarak yakın dönemde yayımlanmış bir kitaba daha çok kısaca olsa da dikkat çekmiş olayım. Mevzu bahis kitap, bir yeniçeri, bir tüccar, bir derviş ve bir kadın üzerinden Osmanlı toplumunda birey olmanın birbirinden farklı kipleri üzerine yazarı kadar okuru için de şaşkınlık uyandırıcı bir derleme. Cemal Kafadar Karacaoğlan'ın bir mısraından zarif bir başlık seçmiş kitabına: Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken. Metis Yayınları'ndan çıkan ve tarih konusunda oldukça özgün bir çalışma olan bu metin, önemli ölçüde defterolojiye yaslanan Osmanlı tarihçiliğinde başka hangi imkânların olabileceğinin sağlam bir örneğini teşkil ediyor. Tam anlamıyla bir mikro-tarih çalışması değilse bile o yönde atılan önemli bir adım olduğu söylenebilir. Ayrıca giriş yazısının tarih ve tarihle kurduğumuz ilişkiye dair önemli notlar barındırdığını belirtmeliyim. Cemal Kafadar'ın özellikle tarih algımıza derinden yedirilmiş "biz"lik meselesi üzerine tespitleri çok dikkat çekici.



Bu yazıya uygun müzikler de kültürlerarası olmalıdır elbette. Mahsa Vahdet uzun bir süredir hayranlıkla dinlediğim bir ses. Onun efkârlı klasik tınılarıyla Mighty Sam McClain'in güçlü blues yorumunu bir araya getiren bir albüm yayımlandı geçen sene. Scent of Reunion - Love Duets Across Civilizations adlı bu albümdeki şarkılardan birini kulak zevkinize sunmak isterim: Silent Song. Diğer seçimimiz de ilginç bir çokkültürlü müzik grubu olan Hadouk Trio'dan: Hi Jazz