Yazarlar, İntiharlar ve Aşk...

24 Ekim 2007 Çarşamba

Son bir sene içinde okumaktan çok zevk aldığım pek çok yazar terk ettiler yaşamı sırayla. Stanislaw Lem, Jean Baudrillard, sonra tam da elimde bir kitabını okuduğum esnada öldüğünü öğrendim Kurt Vonnegut ve Zaman Çarkı serisini bitiremeden göçen Robert Jordan...

Fakat bu saydığım yazarların ölümleri hep doğal ölümlerdi. Burada doğal kelimesini tırnak içine almak gerekebilir elbette; doğal olmayan ölümden kastım intihardır.

İntihar...

Söylenişi bile insanın içinde meş'um hisler uyandıran bir kelime. Beri yandan son zamanlarda, yazarlarının intiharı seçmiş olduklarından habersiz aldığım iki kitap okudum peş peşe.

Bunlardan ilki hatırladığım kadarıyla daha önce ismini hiç işitmediğim bir yazara, Albert Caraco'ya aitti. Kitabın orijinal adı Breviaire du chaos, Türkçe'ye Kaos'un Kutsal Kitabı adıyla çevrilmiş. Öylesine sıra dışı, sert, tokat gibi ve karamsar bir üslubu ve içeriği var ki, insan daha öncesinde yazarın biyografisinden habersiz olsa bile onun sonunda intiharı seçmiş olduğunu kolaylıkla sezebilir.

Önsözde yazarın adı Nietzsche ve Cioran gibi düşünürlerle birlikte anılmış. Fakat doğrusu Caraco sözünü sakınmama ve üslûbunun gaddarlığı ve karamsarlığı nokta-i nazarında kendine özgü bir yazar. Öyle ki, tespitlerini okurken, onları onayladığınız zamanlarda bile, aynı anda içinizde karşı bir itiraz dalgası büyütmemeniz çok zor.

"Bizler tarihi kapatmaya yazgılıyız. Tarih bizimle birlikte ölecek, parantezin sonuna değiyoruz, kaçınamayacağımız şeye rıza gösteriyoruz, hem de tamamen ve hiçbir şey bizi daha fazla ürkütmüyor, en kötüyü bekliyoruz, en kötüyü umuyoruz, umudu çoktan feda ettik, imana el çektirdik, özgürüz, hiç olmadığımız kadar özgürüz, kendi ölümümüzde mevcuduz ve bizim için artık ölümün bile vekalet ettiği bu yaşama nedenleriyle birlikte varlığımızı sürdürüyoruz."

Ya da

"İnsanlar ölüm dışında çare olmadığını anladıklarında, kendi kendilerini öldürmek zorunda bırakmadıkları için kendi katillerini kutsayacaklardır. Bizim bütün sorunlarımız çözümsüz olduğundan ve çözemediğimiz sorunlara sürekli yenileri eklendiğinden içinde tükendiğimiz yaşama öfkesinin yok olması ve bana bu dönemlerin utancı gibi gelen canice iyimserliğin yerini bunaltının alması gerekecektir."

Bu alıntılarda da emâreleri görüleceği üzere, Caraco insanoğlunun umuduna umarsızca saldıran bir yazar ve bunu belki de bir insanın asla sahip olmaması gereken bir kendinden eminlikle yapıyor. Işık Ergüden onun günde altı saat düzenli olarak yazdığını ve yazdıklarını tek bir düzelti yapmadan bir defada yazdığı bilgisini veriyor bize. Bunu öğrenince acaba yazdıklarının dozunda bu su katılmamışlığın payı nedir diye düşünmemek zor.

Nihâyet pek bir çıkış yolu göremeyen ve apokaliptik bir gelecek öngören, hattâ çok eleştirileceğinin açıkça farkında olarak böyle bir geleceği çağıran Albert Caraco, göçlerle dolu bir yaşamın ardından 1971 yılında, annesi ve babasını üzmemek adına ertelediği bir intiharı, babasının da ölümden hemen sonra gerçekleştirir ve kişisel ıstırabını bu şekilde sonlandırmayı tercih eder. Bu tercih bizim yargımızın ötesindedir elbette ve diyebilirim ki, yazılarındaki kesif karamsarlığa rağmen o unutulmayı hak etmiyor; düşünceleri onaylanmasa da, tespitlerine bütünüyle katılınmasa da okunmalı, zîrâ insanoğlunun bu çağda kendisine sunulan en karanlık tasavvurlara bile dönüp bakma cesareti olmalıdır ve bunun sonucunda eğer ürkecekse de ürkmelidir artık.

***


Diğer bahis konusu yazar ve kitabı, Leopoldo Lugones'in Tuzdan Heykel(La guerra gaucha) adlı yapıtı. Bu kitap Borges'in Babil Kitaplığı serisinden çıkan eserlerden biri. Bir öykü derlemesi ve yazarının Türkçe'de bulabileceğiniz tek kitabı.

Borges, Leopoldo Lugones'i Arjantin edebiyatını tek bir yazara indirgeyecek olsak bu Lugones olurdu diyerek selamlıyor. Türkiye'de bilinmediği gibi, dünyada da bilinen bir isim değil Lugones. Yazar, şair, öğretmen, gazeteci, tarihçi, eleştirmen; yazılarını Fransızca ve İspanyolca kaleme alan, ayrıca Yunanca ve Latince uzmanı ve çevirmeni biri var karşımızda. Politik olarak aktif olsa da, tutarsız bir geçmişi olmuş; anarşizmden, faşizme kadar savrulmuş görünüyor.

Öykülerine gelince, okuduğum en zeki öykü yazarlarında biri olmalı Lugones. Mitolojiden ve İncil'den esinlenmeler taşıyan oldukça iyi kurgulanmış öyküler yazmış. Lugones'in benim de okumaktan çok hoşlandığım, şaşaalı betimlemeleri seven bir tarzı var. Kısa öykü yazarlarının pek çoğunda olduğu gibi bir Poe etkisi belirgin. Açıklanamayan Bir Olay ve Francesca adlı öykülerinde bu etki çok bariz. Zaten özellikle bu ikiyi öyküye bayıldım. Derlemenin adı da olan Tuzdan Heykel yine sonu bir muammâ olarak kalan esrarengiz bir öykü. Yzur ve Abdera'nın Atları öyküleri, hatta Açıklanamayan Bir Olay öyküsü de bunlara dahil sayılabilir, yazarın hayvanlar ve insanlar arasındaki benzerliklere yoğun bir ilgisi olduğunu izlenimini uyandırıyor. Abdera'nın Atları grotesk bir yapıya sahip, öykünün gelişimi ve sona eriş biçimi dikkate alındığında tuhaflık damgası yemesi kaçınılmaz. Diğer bir öykü olan Ateş Yağmuru'nu ise Borges haklı olarak Epikurosçularla bağlantılandırıyor. Çünkü öyküdeki insanlar, Eski Ahit esintili bir çeşit kıyamet günüyle karşılaşmalarına rağmen son anına kadar yaşamın tadını çıkartmaktan, sefih hayatlarına devam etmekten geri kalmıyorlar. Jülyet Nine adlı son öykü ise Shakespeare'e göndermeleri olan, oldukça hazin ve sıra dışı bir aşk öyküsü.

Tüm bunları düşündüğümde Tuzdan Heykel adlı bu derleme başlangıçta sandığımdan çok daha keyifle okuduğum bir kitap oldu diyebilirim. Lugones'in inceleme metinlerinde, kritiklerde adının hiç geçmiyor oluşu oldukça şaşırtıcı. Ayrıca bu derleme Jorge Luis Borges'in bir kez daha muhteşem bir okur olduğunu tescilliyor.

Tekrar başa dönersek, Leopoldo Lugones 1938 yılında politik hayal kırıklıkları ile ilgili olması muhtemel bir intiharı seçti yalnızlık içinde. Bunun için siyanür kullanmayı tercih etti. Burada Borges'e bırakalım son sözü:

"Hiç kimse mutluluğu gizleyemez; gururlu ve ketum olmasına karşın Lugones'in kederi apaçık ortadaydı. Kırk yıl kadar önce intihar ettiğini bana telefonla haber verdiklerinde şaşırmadım ama üzüldüm, çünkü vazgeçme ve yadsımalarla dolu tüm yaşamının gecikmiş bir intihar olduğunu düşündüm."

***


Tam Lugones'in kitabını okumaya başladığım sıralarda, bir kaç hafta önce Internet'te gezinirken Andre Gorz'un intihar haberine rast geldim ve oldukça üzüldüm. Ama onun seçtiği ölüm Caraco'nun ya da Lugones'inkinden çok farklıydı. Aşktı o farklılığı yaratan şey.

Aslında pek uzak olmayan bir geçmişte tanıştım Andre Gorz'un fikirleriyle ve onun yirminci yüzyılın en önemli entelektüellerinden biri olduğunu düşünüyorum o gün bu gündür. Özellikle kapitalizmin ve sosyalizmin iktisadi mantığı, çalışma politikası üzerine oldukça kapsamlı ve incelikli tespitlerine bir şans vermelisiniz.

Ama yaşamının onu ölümüyle de kuşatan o özel yanını hiç merak etmemiştim. Okuduğum intihar haberinin hemen yanına, uzun zaman önce kansere yakalanmış ve artık hastalığı son raddesine kadar ilerlemiş olan karısı Dorine'e yazdığı "D'ye Mektup" adlı kitabından bir paragraf iliştirilmişti. Şöyle diyordu:

"Yakında 82 yaşına basacaksın. 6 santim daha kısaldın. Kilon da 45'e indi. Ama hep güzel, zarif ve çekicisin. 58 yıldır birlikte yaşıyoruz ve seni her zamankinden çok seviyorum. Göğüs çukurumda hep sadece teninden tenime geçen sıcaklığın doldurabildiği derin bir boşluk taşıyorum."

Kitabın sonu ise sonun habercisi adeta:

"Birimiz diğerimizin ardından yaşamak istemiyoruz. Birbirimize sık sık 'Ölümden sonra ikinci bir yaşam varsa, onu da birlikte yaşayacağımızı' tekrarlıyoruz."

Evet, Andre Gorz, politik ekoloji uzmanı, nadir bulunur bir düşüngücü, 84 yaşında karısı Dorine'le yan yana yatarken ayrılmayı seçti hayattan. The Notebook adlı bir film izlemiştim yakın bir zamanda, bu ölümü düşündükçe o filmdeki son sahne beliriyor zihnimde hep: Bir yatakta el ele iki insan. Nefessizken bile aşıklar. 61 yılın sonunda bile bu iki insan, bir an olsun birbirlerinden ayrı bir yaşam süremeyecek kadar bağlıydılar birbirlerine ve bir masaldaymış gibi göçüp gittiler.

Bu ölümü Albert Camus'ye verilmiş tuhaf bir cevap olarak da kabul edebiliriz sanırım. Onları kıskanmamak elimde değil.

Şairler ve Şiirler Arasından (2)

8 Ekim 2007 Pazartesi

Kendini Cezalandıran Kişi

Yaracağım seni bir gün
Nasıl kayaları Musa
Değneğiyle yardı ise
Nasıl, duymadan ne öfke, ne kin

Nasıl keserse koyunu
Kasap Sara’ma öyle ben
Fışkıracağım gözünden
Büyük acının suyunu.

Gözyaşlarında yüzecek
Ümitle dolu yüreğim,
Uzaklaştırmak için gemim
Palamarını çözecek.

Gözyaşların o zaman, bak
Yüreğimde, esrik, hür,
Davul gibi, gümbür gümbür
Nasıl ses verip çoşacak!

İtip kakan ve ısıran
Alay öğretti: Ben neyim?
Çatlak bir ses değil miyim?
Mukaddes uyumları bozan?

Bu çığırtkan ses benimdir!
Kara ağu kendi kanım,
Ben bir uğursuz aynayım,
Bakan cadı bedenimdir!

Yara ben’im, bıçak ben’im!
Hem tokat, hem tokat yiyen!
Çarmıh da ben, İsa da ben,
Hem cellat’ım, hem kurban’ım.

Ben kanımın vampiriyim,
Gülümsemeyi bilmeyen,
Sonsuz gülüşü bekleyen
Terkedilmişlerden biriyim!

Charles Baudelaire

...

Zende-Rud’u Geçerken


Şirin. Emzirir ve büyütür
çığa benzer bir dağı.

Şirin. Okur örtünür
dağdan kopan bir çığlığı.

Hüsnü hat bahçelerinde
periler sesli düşünür,
kazmayı vurduğun yerde
iki tâlik harf öpüşür.

Aşk dediğin alelade
şikeste bir minyatür,
nedense su küresinde
sana matah görünür.

Sahi kimler var belleğinde
zülfü siyahın haricinde
ki bencileyin bir imla çırağı
ismine ayağ üşürür.

Sustur ve çöllere sür
şu mağrur ırmağı. Ferhad

Kem bahtını aynalara nakşetsen de
ölüm senin eğninde
mengü süte dönüşür.

Hüseyin Ferhad

...

Metafizik

Seni bir kilise avlusunda dilenmeliyim artık.
haçlara gerilmiş avuçlarımda bir suskun çan.
-Ben değil miyim şu yıkıntıların üzerine uzanan
saçlarım darmadağınık.

Seni bir tapınağın avlusunda dilenmeliyim artık.
çıplak ayaklarına sürmeliyim o ilençli yüzümü..
-Ben değil miyim kemirip duran madde'ye verilmiş tek sözümü
aklım darmadağınık.

Seni bir cami avlusunda dilenmeliyim artık.
kirli bir mendil gibi sermeliyim yüreğimi önünde.
-Ne var içimi kanatan bu ezan seslerinde
mihrabım darmadağınık.

Hüseyin Ferhad

...

Yeniliş


Açılmamış bir şarap şişesiydim
Ki öyle kaldım
Acımı köpürtmedim
İçime sağdım
Gözyaşlarımı göstermedim
Ki sildim
Özgürlüğüm beni tutsak düşürdü
Başaramadım

İçimde kara kara bulutlar sallandı
Ki sallandılar
Dışarı yağamadım

Ve yenildim ve sustum.

Edip Cansever