Ve şiir ki, mütekeddir ve müteşeddid...

26 Aralık 2009 Cumartesi

DEVLET KAÇ TAZI TUT

halkın imlası taşarsa coğrafyadan
geçer onlar iki yağmur damlasının arasından
göstererek devlete bütün zarafetini

belki de onlarbindir

bir çarşıda kendini kaybetmek gibi bir şey olur bu
kefyede buluşanların safrana karışması gibi
gövdeye bulaşan bir bedesten gibi.
orda yeşil, kandan alırken rengini
tarihin biçimine bürünür güneş

      kim güvenir peki tarihe
      iki kaşın arası varsa
      yolunu bulmak için
ateşi savunmak yetiyorsa
avuçta gül ezip göğe fırlatmak neye yarar
tenimizi yeniden tanımlamaktan başka

hayatın diyorduk, geçen gün laf arasında
hiçbir erdemi kalmadı gözümüzden kaçıracak
tattık hepsini, imzalar attık, gazetelere ilanlar verdik
saftirik demişti muhaliflerimiz son genel kurulda bize
halbuki komedyen taklidi yapıyorduk
bozuk terazi kullandık
melankoliyle coşku arasındaki dengeyi bozmamak için
bizden artan nevroz onlara da yaradı
düzmüş oldular sonunda bütün eksiklerini

o gün birisi ateşkes demişti;
bu kadar kısa sürmese
belki de iyi bir çizgi film yapardık kardugh'lardan
araya reklam girince
ölülerimizi toplar, kaşla göz arasında gömerdik
lan yavşak!
derdik film başlayınca kaldığı yerden
değil mi ki bizi her kavşakta polisle korkuttular
oğlumuzun kirvesi de emniyet amiri olsun

insan olan sırf bu inada bağışlardı
en iyi yardımcı oyuncu ödülünü

kimse ben oynarken elime konuşmasın
biz tarihe tanıklık etmek için ifade vermeye geldik
baş başaltı müselles, kapış serbest'te sıramızı savdık
ruhumuz her ne kadar esas duruştaysa da
vicdanımız rahat
bütün geçiş noktalarında şövalye muamelesi gördük
halbuki kavalyeyiz: çünkü hiçbir yere "damsız girilmez"

hayatın bizden sakınacağı bir anlam da kalmadı nasılsa
öğrendi çocuklar kirpinin sırrını
bütün savunması üstüne işeyinceye kadarmış
demek bu kadar saldırgan olmamız boşuna değil
hem artık herkesin bir evtimsahı var
gözyaşımızla sindirim sistemimiz arasındaki
o tuhaf macerayı izlemek kolay oluyor
ne sürüngenlere hakaret ediyoruz
ne de erkekliğimize dokunuyor sulugözlerimiz
savcılar saygın bulmasa da gayretimiz var en azından
kavakların hangi yolla çiftleştiğini anlamaya
hayber kalesi içinde kaçak yapılaşmaya yok mu bir dur diyecek
var!

peki kan kalesi mukimlerine tapu dağıtmak için
törene ne gerek var
yavrucuğum, bizim üç oda bir salon evimiz
davetsiz misafirlere monitörden kim o demeye mecalimiz var
medeni cesaretimiz var: onlar burdan taşınalı çok oldu
tıkırtıya duyarlı bant kaydımız var bizim yerimize zıvanadan çıkan
hanım çabuk silahımı getir!ince, koskoca hırsızlar nasıl tırsıyor
terminalden havaya fırlatılan en büyük asker için
yeri geldiğinde bükerek sustuğumuz
vücut isterse davula gön yaptığımız bir kalbimiz:
bundan bir bumerang öyküsü çıkaracak
iyi edebiyatçılarımız var

orda şimdi

şırnak: kırbaç: şırraak!

hoh hoh hosaybin
iki üç daha fazla katliam


var

bir kulp var ayrılığa takacak

haydi şimdi hep bir ağızdan:

devlet kaç tazı tut!

- Akif Kurtuluş -

***

BABALAR TARİHİ

bütün sular durulsun tarih geçecek
tarih suya dayanmaz çiçekler solsun
bazı kansızların boynu vurulsun
pas tutan kılıç acıkmış su içecek

adını unut insan ancak tarihiyle vardır

tarihin sonu yoktur takvimler kaldırılsın
caz istemez zil ve darbuka yeter
giden gün ömürden doldurur imanım
görklü tarih aşkına dönsün hanendeler

tarih gemisine boy sırasıyla binilecek

baba tarih kereminden sual olunmaz
teksin yücesin varlığına eş koşulmaz
öldürürsün ya da bağışlarsın hadım ederek
küçükleri sevmek aktörene yakışmaz

tarih bazı soysuzları adam edecek

üstünden bin kez de geçilse tarih erdendir
babamızın yüzü asıldı etmeyin beyler
uyar mı şanına yatakta alta düşmek
erkekliği mızrağındaki kandan bellidir.

halvet bitti tarih hamama girecek

ey densiz ozan sözlerini geri al
kendini evliyalar yoldaşı bir seçkin mi sandın
tarih üsküdar'ı geçti yeni uyandın
baban sana birazdan konya'yı gösterecek

- Haydar Ergülen -

***

VERONICA

ruhundaki akarsuya değirmen taşıyan
ve akşamdan akşama yaşayan kirpikleriyle,
hayli yorgun ve sarışın bir şizofrendi veronica,
saçlarını çözdüğünün görülmesi
kadar korkardı, irlandalı olduğunun
bilinmesinden de.-

ay düşerken üşüyen bir yüzü, kelimelere
sığdıramadığı şizofren bir sızı vardı derin
deniz diplerinde ruhunun, farkındaydı elbet,
korkularla beslendiğinin de, beckett'i
karşı kıyıda bırakıp terketmişti sorbonne'u
"üniversite önemli değil de" demişti bir gün,
"paris'ten uzak olmak, işte şizofreni bu!"

nereden duymuşsa, bir cuma sabahı
"sizin kürtleriniz gibiyim ben de bu ülkede"
dedi parmağını kirpiklerinde gezdirerek,
titrek dizine vurup kırdığı bira bardaklarıyla
dolunaylar çiziyordu bileklerine bir yandan da
solgun köprü ışıklarında ayrıca ürpererek,
"anne" diye bağırdı birdenbire,
"anne, bana eflâtun bir gelinlik getirsene!"

yine beckett'e kilitlendiği bir gün, eflâtuna
boyadığı saçlarıyla geçiverdi karşıma,
göğsüne astığı iki pasaportu kıvançla göstererek
-biri belfast'ta güpegündüz vurulan kız kardeşine ait-
ve geri çekerek gözbebeklerini, "malone ölüyor!" dedi
"malone ölüyor, benim hemen gitmem gerek!"

gidiş o gidiş.- mermer kanatlı iki melek
süslüyor şimdi mezartaşını veronica'nın,
kimi zaman yolumu kıyısına düşürerek
iki karanfil ve bir fatiha bırakıyorum
kirpiklerine, sebepli sebepsiz bir hayli
ürpererek.-

ama söz sana veronica, eflâtun bir tebeşir
bulur bulmaz bu ülkede, iki gelincik
tarlası armağan edeceğim
başucundaki mermer meleklerin
ıssız yüreklerine:

"veronica, öldün, biliyorum,
acele etmem gerek benim de!"

- Sefa Kaplan -

Underground Poetix...

10 Aralık 2009 Perşembe





Underground sözcüğünün anlatması epey güç bir cazibesi var üzerimde. Uyandırdığı karanlık çağrışımlarla, bağlantılı imgeler ve sözlerle zihnimi meşgul etmekten tekinsiz bir haz almışımdır hep. Yeryüzünün dehlizlerinde, mezarlıklarında, uzak ve metruk gölgelerinde, sınır çizgilerinde yürüyen tuhaf ve yitik yaşamlara bâtınî bir ilgidir bu. Hattâ bir ara bloğun başlığını Dostoyevski'nin o ilginç yapıtından ilham alarak 'Yeraltından Notlar' koymayı da düşünmüştüm, sonra niye vazgeçtim bilmiyorum.

Underground'un bir tarz, tutum ya da izlek olarak edebiyatta, müzikte, sinemada, mimaride, politikada vs. pek çok izdüşümü var elbette ve bunların epeycesi de Underground Poetix adlı üç aylık periyotlarla 6.45 yayınları tarafından hazırlanan mecmuanın içeriğini oluşturuyorlar.

Mevzua önce Altıkırkbeş'ten başlamak gerekecek, çünkü onların bugüne kadar süregelen yayıncılık serüvenleri nev'i şahsına münhasır bir nitelik arzediyor. Altıkırkbeş, kendi ifadeleriyle bir Kaybedenler Kulübü, bir Kaybedenler Kütüphanesi'dir. Bir 6.45 okuru olmak da farklı bir tecrübedir bu yüzden. Herhangi bir kitabı alıp okumak gibi değildir Altıkırkbeş'in bir metnini elinize almak, zîrâ büyük olasılıkla 'bugün ve burada'nıza yabancılık çeken, aykırı bir okuma beklemektedir sizi.

Ve yine ancak potansiyel bir 6.45 okurunun nazar edip, sırrına vâkıf olabildiği garip hakikat kırıntıları yansır âyine-i devrandan. Mesela bir 6.45 okuru bilir ki, her zaman cevap sayısından bir fazladır soru sayısı ve mutlu insanların öyküsü yoktur; tarih beklemeyi bilen tüm kızları üzmüştür(ve bazı erkekleri de). Hiçbir şeyin değişmediğini, ama hiçbir şeyin de olduğu gibi kalmadığını, bilir onlar; evrendeki en kara günahın önceden kaydedilmiş olanları kurcalamak olduğunu da; dünyasını kaybedenlerin yeni bir dünya kurmak zorunluluğunu; gökyüzünün mavi, suyun ise ıslak olduğunu ve bu nedenledir ki, tehlikede değil tehlikeli olduğunu, bilir bir 6.45 okuru.

Underground Poetix'e dönecek olursak tekrar; öncelikle ölümde karar kılmayan ve BtG taraflarında eyleşenlerden beklerdik bu ilginç bağımsız neşriyat hakkında birkaç kelam sarf etmelerini, ama anlaşılan o ki, iş bu garip başa düşüyor.

2008 yılından beri yayınlanıyor Underground Poetix ve en son dördüncü sayısıyla arz-ı endam ettiler. İçeriği hakkında adının çağrıştırdıklarından daha fazla ne söylenebilir ki? Tuhaf abilerin, yaralarıyla meşhur adamların cirit attığı bir mecmua işte: William Burroughs, Jack Kerouac, Charles Bukowski, Che Guevara, Arthur Rimbaud, Jean-Luc Goddard, Allen Ginsberg, Richard Brautigan, Philip K. Dick, J. G. Ballard, Kurt Cobain, Hâkim Bey, Guy Debord, Alejandro Jodorowsky(onun hakkında bir ara muhakkak yazmalı), Jean Genet...

Ve anarşizm, avangardizm, situasyonizm, sürrealizm, konstruktivizm, feminizm, dadacılık, pornografi, punk, hippiler, beat kuşağı, yani tüm kötü çocukların, diri gömülenlerin öyküleriyle kurulmuş kaotik bir karnaval. Karanlık, saldırgan, sert, tedirgin edici, kışkırtıcı ve ironik temalar, karşı kültür heybesine sığan ve sığmayan pek çok şey. Hiçbir şey olmadığında olan binlerce şey. Bazen naif ve sık sık da tehlikeli şeyler. Ve hepsi ve daha fazlası...

Son olarak, hatırlatmadan geçmeyelim: reddedebilmek stil sahibi bir harekettir.



Sayfa altı videolarımıza boş vermişiz bir süredir anlaşılan. Bu kez yapalım bari, ruhumuz gıdasız kalmasın ve Nick Cave'den olsun ilki: Into My Arms. Hem yeri gelmişken Nick Cave'in underground romanlarını(And the Ass Saw the Angel ve The Death of Bunny Munro) ve senaryosunu yazdığı The Proposition adlı neo-western tarzı şahane filmi de önermiş olayım bir kez daha. Diğer seçimimiz daha hareketli; Imelda May yirminci yüzyılın ortalarına götürüyor dinleyicisini. Son zamanlarda duyduğum en hoş seslerden biri, rockabilly ve jazz karışımı şarkılarına bayıldım: Johnny Got a Boom Boom ve Proud and Humble

Ve dahi şiir...

1 Aralık 2009 Salı

'BATIDA KAN VAR'

       Sabret gönlüm fırtınaya vakit var
Biz her çağda kızılderili
Biz her yerde hep yerdeyiz
Toprağa mahkûm edildi gözlerimiz
Kaybolunur dahi ekin göğermez hırıltılı sesimiz.

Bir fırtına bekledik başlangıcımız olsun
Derdimiz mevsimlerle oluk oluk akan kan
       İlk bahar gelsin ısınsın ellerimizde
       Sonbaharda sıcaklığını yansıtarak rüzgâr
       Ergen dalgalanmalarımızda vursun yüzümüze hayat
       Heyhat! Kış geldi kirpi kesildi saçlarımız karanlığa
       Hani dedik ya bir yaz günü güneş
       Söz verdik!

-Kimsiniz

       biz bir kaplan gibi masum
       tırnaklarını kemirmiş kabullenmiş
       kızılderili

-Vahşi

       ölüm ateş ve kül haliyle acımasız
       cihangir ve kocaman
       öğrendik vahşiliğimizi kitaplardan

Hüseyin Atlansoy

***

BARİKAT

bir gül, bir gülümse, bir
küle dönüş dönüşebilirsen
dilersen aykırı bir şaka gibi kal
yahut omzuna eflâtun bir şal
al, nasıl olsa yıkılacak,
bırak yıkılsın ayaklarına
şehir.-

yanına çırak durduğumuz
bir nehir de besler bizi, sen
sabrı iri dilimler halinde
kesen bir bıçak gibi dur
durduğun yerde, içine bak
ve yeniden kur bütün
çalar saatleri yahut kır
kalmasın ayrılığın adı bile
kalmasın nafile yere bir
fikir.-

bir derviştin sen eskiden
şimdi seni eskiten yıllar mı
yoksa kenti kül kestiren
çınarlar mı, yeni doğan
bir çocuk gibisin hâlâ
yahut çocuğunu boğan
bir ırmak gibisin, mesela
kızılırmak, avuçlarında
karanlık sözler, gözler dersen
akşamdan akşama esen
kopkoyu bir
zikir.-

bir gül, bir gülümse, bir
güle dönüş dönüşebilirsen
cami, kilise, havra, dün
palavraydı, bugün de palavra
bir çeki-düzen ver artık
şamdan ve şadırvanlara
yahut aynaya düşen gölgeyle
yetin, çetin olacağı söylenmişti
böyle bir aidiyetin, karanlık
sularında cemiyetin
sevincin hem baldır şimdi
hem zehir.-

çevir yüzümü yüzüne ve devir
gökyüzünü yeryüzüne, bir deprem mi
olacak, varsın olsun, bulunacaksa
bir kıble artık bulunsun, yahut verem mi
akciğere pusu kuran, bırak kurulsun ve
tırmansın yokuşu, böyle bir varoluşu
hangi destan anlatır artık, hangi
şiir.-

gün gelir
bilinir.-

Sefa Kaplan

***

GECEDE GÖRÜŞME

ve şaşkınlık içindeki yüz
pencerenin ötesinden bana
"hak görenledir
ben kaybolmuşluk duygusu kadar korkuncum
ama Tanrım
nasıl korkulabilir benden
ben, ben ki hiçbir zaman
gökyüzünün sisli çatılarında
başıboş ve hafif bir uçurtmadan başka
bir şey değildim
aşkımı ve hevesimi ve nefretimi ve derdimi
mezarlığın geceden yalnızlığında
adına ölüm denen fare kemirmektedir" dedi

ve
akışkan suretini rüzgârın,
anbean silip değiştirdiği o şakınlık içindeki yüz
ince uzantılı sarkık çizgileriyle
ve gecenin tenha kımıldanışlarının çalıp kendi genişliğine serdiği
deniz dibi bitkileri gibi yumuşacık saçlarıyla
pencerenin öte yanından akıyordu
ve haykırdı:
"inanın
ben yaşamıyorum"
ben onun ötesinden karanlığın birikmesini
ve gümüşten çam kozalaklarını
görüyordum hâlâ, ah, fakat o...
kayıp gidiyordu tüm bunların üzerinden
ve zirveye tırmanıyordu sınır tanımayan yüreği
sanki yeşil hisleriydi ağaçların
ve gözleri sonsuza dek var olacaktı

"haklısınız
ben ölümümden sonra
aynaya bakmaya yeltenmedim hiçbir zaman
ve o kadar ölüyüm ki
ölümden başka hiçbir şey
kanıtlayamaz varlığımı
ah
acaba siz
gecenin himayesinde, bahçenin bitiminde aya doğru koşan
bir ağustos böceği sesi
duydunuz mu hiç?

sanırım bütün yıldızlar
yitik bir göğe göçüp gitmişler
ve şehir, şehir ne sessizdi
yol boyu
solgun heykellerden
ve süprüntü ve tütün kokan birkaç çöpçüden
ve uykulu, yorgun bir bekçiden başka
hiçbir şey çıkmadı karşıma

yazık
ben ölüyüm
ve gece hâlâ
o anlamsız gecenin devamıdır sanki"

sustu
ve ağlama isteği
gözlerinin sınırsız evrenini
sızlattı, kederlendirdi

"ey sizler, yüzlerini
hayatın hüzünlü örtüsünün gölgesinde saklayanlar
acaba ara sıra da olsa
keder uyandıran bu gerçeği
bugünün dirilerinin, bir dirinin posasından başka bir şey olmadıklarını
düşünüyor musunuz?

sanki bir çocuk
daha ilk gülümsemesiyle birlikte yaşlanmıştır
ve kalp -doğruluğunu yitirmiş bu kitabe-
kendi taştan itibarına
güvenmeyecektir artık

belki olmaya bağımlılık
ve durmaksızın sakinleştirici kullanma
insanî, saf, temiz istekleri
yokluğa sürüklemiştir.
belki ruhu
ıssız bir adanın yalnızlığına
sürdüler
belki de ben ağustosböceği sesini düşümde gördüm

öyleyse tahta süngülerine yaslanan bu piyadeler
o rüzgâr bacaklı atlılar mı?
ve bu zayıf, kamburlu afyonkeşler
o yüce düşünceli, pirü pak arifler mi?
öyleyse doğru, doğru
insanların artık zuhuru beklemediği
ve sevdalı kızların
gergef işledikleri iğneleriyle
tez kanan gözlerini oydukları

şimdi seher vakti uykularının derinliklerinde
karga seslerinin yankıları duyulmakta
aynalar ayılmakta
ve tek ve tenha suretler
kendilerini uyanışın ilk gerinmesine
ve uğursuz kâbusların yıkıcı hücumuna
bırakmakta

yazık
ben
kandan, kanlı destanlardan başka sözü olmayan
ve gururdan, kendini hiç bu kadar alçaltmamış olan gururdan ibaret
bütün hatıralarımla
şansımın son deminde beklemekteyim
ve kulak veriyorum: ses yok
uzun uzun bakıyorum: yaprak kımıldamıyor
ve bütün safiyetin benliği olan adım
mezarların tozunu bile
kımıldatmıyor artık"

sarsıldı
ve iki yanına yıkıldı
talepkâr elleri,
çatlaklardan
uzun ahlar gibi
uzandı bana doğru

"soğuk
ve rüzgâr çizgilerimi kesiyor
acaba bu diyarda
yok olmuş yüzleriyle tanışmaktan
korkmayan kimseler var mıdır hâlâ?
acaba zamanı gelmedi mi
bu küçük pencerenin ardına kadar açılmasının
ve gökyüzünün yağmasının
ve insanın kendi cenazesinde gözyaşı dökerek namaz kılmasının?"

belki inleyen bir kuştu
ya da rüzgâr, ağaçların arasından
ya da bendim, kendi yüreğinin çıkmazında
kederden, utançtan ve üzüntüden dalgalarla yükseliyordum
ve pencere ağzında görüyordum
o iki el
o iki acı serzeniş
öylece
yalancı şafağın aydınlığında
iki elime uzanan o iki el
eriyordu
ve soğuk ufukta bir ses
haykırdı:
"hoşçakal!"

Furûğ Ferruhzâd