Hiç bitmeyen öykü

31 Aralık 2008 Çarşamba

'Uygar' dünyanın ortasında, 360 kilometrekarelik bir hapishane ve 1.5 milyon mahkûm. Yırtılan ve dikilemeyen bir tarih, korku ve gözyaşlarıyla karılmış duvarlar ve utanç tünelleri ve çaresiz ve öfkeli ergen siluetleri ve gülüşü çalınmış çocuklar ve çocukları çalınmış analar ve boyunlara dayanmış kanlı kılıçlar ve gardiyanlarına özenmiş gardiyanlar ve paranoyanın köleleri ve biri binle tartan bir terazi ve insan öğüten canavarlar ve üç kuruşluk hesaplara tahvil edilen katliamlar ve gaddarlığın sonsuzluğu ve merhametin yokluğu ve hep kanayan kızıl bir yara ve hiç bitmeyen bir öykü...

"ah, ey tutuklu ses
umutsuzluğunun heybeti
bu lanetli gecenin hiçbir yerinden
ışığa doğru bir tünel kazamayacak mı?
ah ey tutuklu ses
ey seslerin en sonuncusu..."

Şairler ve Şiirler (5)

17 Kasım 2008 Pazartesi

Âşık

Bir adam
Geceleyin
Geldi
Kendi ölümüyle
Kendi kızıl ölümüyle
Bir adam
Geceleyin
Geldi
Yalnız
Yalnız
Yalnız
Eli bomboş
Bir adam
Geceleyin
Geldi
İçinde gülümseyen güneşler dolu
Gözleriyle
Ceylanların soylu pınarı
Elleriyle
Bir adam
Geceleyin
Geldi
Suyun yeşil ruhu gibi
Bataklığın korkunç derinliğinden
Bir adam
Geceleyin
Geldi
Düştü yola şehir sokaklarında
Uyuyanlar cemaatini
Çağırdı tek tek adıyla, seslendi
Öptü mehtabı, suyu, aynaları
Dua etti âşıkâne
Bir adam
Geceleyin
Geldi
Haykırdı:
Ey aşk,
Buydu varlığımın son durağı
Saçtım onu yoluna
Sonra
Kan
Kan
Kan
Döktü çok, güneş sahralarına
Bir adam
Geceleyin
Geldi
Kendi ölümüyle
Kendi kızıl ölümüyle


Veliyullah Durûdiyan

***

Dinleyin

Dinleyin!
Bu yıldızları böyle
her gece
niçin yakarlar?
Herhalde birisine gerekli diye?
Herhalde yanmalarını isteyen birisi var?
Ve herhalde birisi
bu balgam parçalarını
inci diye sayıklar
Ve zorlayıp
bir öğle vakti kalkan toz borasını
Tanrı katına varır
geç kalmak korkusu yüreğinde
yalvarır

Öper Tanrının elini merhamet dilenerek
ağlar -
anlatır kendisine niçin bir yıldız
gerektiğini -
bu azaba yıldızsız katlanamayacağını
Ve sonra o birisi
gezdirir boğuntusunu diyar diyar
sakin gözükmeğe çalışarak:
"Şimdi daha iyisin değil mi?"
diye sorar
yoluna ilk çıkana
"Korkmuyorsun artık
değil mi?"
Dinleyin!
Yaktıklarına göre bu yıldızları
böyle
her gece
Birisinin işine yaramaları şart
öyle değil mi
ve şart olsa gerek
gene her gece
hiç olmazsa bir yıldızın yanıp sönmesi.


Vladimir Mayakovski

***

Bir şey kalmaz geride, hiçbir şey, hiçiz biz.
Biraz güneşte, biraz havada geciktiririz
üzerimize çöken solunamaz karanlığı,
küçük düşürülen, dayatma altındaki yeryüzünü.
Üreyen,ertelenmiş cesetler,
kararlaştırılmış yasalar, görülmüş heykeller,
bitirilmiş methiyeler...
Her bir şeyin kendi mezarı vardır.Bizlerin,
bildik bir güneşin kan bağışladığı etin akşamı
oluyorsa,
onların neden olmasın?
Öyküyüz biz, öyküler anlatan, başka hiç.


Fernando Pessoa

Bindik bi alamete, gedeyoz gıyamete, hem de oynayıvererekten.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Ma'lûm, doğru dürüst oyun oynamayınca insanın bilgisayar sistemlerini çok fazla güncellemeye de ihtiyacı olmuyor. Uzun süredir biri masaüstü biri de dizüstü olmak üzere iki bilgisayar kullanıyorum. Oldukça da eskimiştiler, ama son iki senedir özellikle yeni oyunlardan mümkün mertebe uzak durunca, sadece RAM takviyesi işimi görmeye fazlasıyla yetmişti.

Fakat bu aralar bilgisayarlarda bariz bir yetersizlik hissettim yoğun olarak. Bir ara Test Drive Unlimited ilgimi çekti, oynayayım dedim örneğin, ama oyunu gören dizüstü bilgisayarım diz üstü çöktü ve şahsımdan af dilendi. Üzülme, dedim kendisine, bugüne kadar görevini bihakkın yerini getirdiğine ben şahidim, ama madem elinden gelen bu kadar, hele bir bakalım ne yapabileceğiz sırtındaki yükü hafifletmek için.

Çözümü yeni bir sistem doğrultusunda geliştirmiş olmam şaşırtıcı olmasa gerektir ey okur. Tabii yeni bir sistem edinmeye karar vermek başka, onu edinmek başka bir mevzu. Öncelikle hangi platformu seçeceğime karar vermem gerekti. Gidip yeni bir dizüstü mü alsam, yoksa şu kaç senedir 7 gün 24 saat mesai yapan ve antikaya çıkması muhtemel masaüstü sistemi emekli edip, yerine gıcır bir masaüstü mü koysam acaba diye düşündüm taşındım, datlı datlı gaşındım ve nihayet bir karara vardım.

Dizüstünün getirdiği konfor kıyas kabul etmez, ama zaten elimizde bir tane var, oyun oynamaya niyetlenilmediği sürece de daha bir süre idare eder. Hâl böyle olunca da oyumuzu masaüstü sistemden yana kullanmış olduk. Geriye elbette abartmadan bir limit fiyat belirleyip, o fiyata en uygun donanımları seçmek kaldı. Test ve incelemeler arasında bir hafta kadar dolandıktan sonra da bu zorlu işin üstesinden gelmiş oldum. Şu kadarını söylemeliyim ki, yeterli grafik performansı tek belirleyici kriterimiz değildi, görsellik ve konfor da ürün seçimlerimizde belirleyici olmuştur.

Velhâsıl gerek Internet'ten sipariş ettiğim gerekse de elden temin ettiğim ürünlerin montesini ve kurulumunu elceğizimle çar çabucak gerçekleştirip, siyahlara bürünmüş bu makinenin karşısına bir şevkle kuruluverdim. Değil mi ki, yeni bilgisayarın tozlanmasına müsaade etmeyecek birikmiş oyunlarımız da vardı.

Şimdilik burada soluklanıp, azıcık nostaljiye izin verebiliriz. Fi tarihindeyiz ve eve bir Pentium 166 işlemcili bilgisayar duhul etmiş. Bu mevzu bahis bilgisayarın 3D hızlandırıcı nedir bilmeyen ekran kartının RAM'i takdire şâyân, tam iki 2 MB. Zaten 32 MB da bilgisayarın RAM'i(ki zamanına göre üst düzey bir miktar). Bu canavar gibi makinenin içinde bir oyun var ki, ilk gördüğümde ağzım açık uzun süre seyrettiğimi bilirim. O gün bugündür hiçbir oyun beni o denli şaşkına çevirmemiştir. Aynı dönemlerde Duke Nukem ve Blood'ı da zevkle oynamışımdır, ama Quake'in hatırası çok başkadır. Oyunun o tuhaf gotik tasarımına hayran olmuştum, hâlâ da hayranım. Daha sonraki oyunlarında söz konusu gotik atmosfer ortadan kayboldu büyük oranda. Serinin diğer oyunlarından Quake 2 neyse de, Quake 3 beni pek ilgilendirmemişti, Quake 4'ü ise, bir defa monoton bir havada oynayıp bitirdim ve şahsını unuttum gitti, ama ilk Quake'i açıp oynarım hâlâ aklıma düştükçe.

Bir de Fallout var elbette. Post-apokaliptik bir geleceğe dair neredeyse hastalıklı bir merakla, yolda olmanın büyüsünü bir araya getirmiş bir şaheser. Kimse öylesine bir gelecekte yaşamak istemez, ama neden orada rol yapmayı bu denli sevdik ki? Bu sadece oyunlarla ilgili bir mesel değil. Neden böylesi bir bilim-kurgu romanının atmosferine bağlanırız ya da neden diyelim Mad-Max’i izlemek cezbedici? Hangi sebeple insanın köpek gibi süründüğü bir gelecek düşüncesinden bu denli zevk alıyoruz? Nedir bizi o çorak manzaralara yarı hüzünlü yarı hayran bir şekilde seyran ettiren? Sadece eğlencelik bir macera tutkusu mu? Ola ki, bir yanımız değiştirmek isteyip de beceremediğimiz şu düzenin kendi kendisini havaya uçurmasından medet umuyordur kim bilir. Böylece içten içe bir halta yaramamış uygarlık tarihini tabiri caizse resetleyip en başa dönme imkânı elde etmiş olmayı umuyoruzdur belki. Yeniden klanlar ve komünler sistemine doğru atılan uzun bir geri adım!

Fakat Fallout'un çizdiği gelecek manzarası, insanın dünyası ve genetik yapısı dumura uğrarken acımasız bir hayatta kalma mücadelesinin içine düşmüştür ma'lûm olduğu üzere. Yeryüzü nükleer bir yıkım ile süpürülmüş ve bir çöle dönüşmüştür, ama ot bitmeyen bu çorak topraklarda efendiler ve köleler, arsızlar ve hırsızlar hızla boy atmaktadırlar. Fallout'un alternatif gerçekliği militarize ve kaotik bir gerçekliktir. Bu hâliyle belki Hobbes'un devletler öncesi durum tasvirini onayladığını bile düşünebiliriz. Son teknoloji silah ve cephaneler ve envaî çeşit zararlı maddenin her yere nüfuz ettiği bu yeni dünyada bir adet su çipi bulmak için başımızı güvenli kovuğumuzdan çıkartırız, yaşam kurtarma derdindeyizdir ve epi topu bir su çipidir aradığımız, ama onu bulmak için haritayı boydan boya dolanmak zorunda kalınca anlarız ki, Süleyman haklıdır ve güneşin altında yeni bir şey yoktur. Yeryüzünü yeşertmek yerine, insanoğlu birbirinin boğazına sarılmayı tercih etmektedir ısrarla.

Hülâsa bellekte özel yerleri olan oyunlar bunlar, aynı Diablo gibi, AoE gibi, HoMM3 gibi. Gözlerimizdeki miyopiye naçizane katkıda bulunmuş, saatlerin nasıl aktığını anlayamadığımız zamanlarda sabahlara kadar çilemizi çekmişlerdir.

Fakat 2005’in sonlarına doğru oyunlarla arama belirgin bir soğukluk girdi. Merak duymaz bir ruh hâli çöktü üzerime. Arada bir açıp oynuyordum ama çok çabuk sıkılıyordum artık. Bir ara Heroes 5 oldukça vaktimi almıştır, onu hatırlıyorum sadece.

Neyse her hâlükârda yeni makine bazı oyunları oynamak için yeterli şevki vermiş oldu. Böylece hızlıca bir giriş yapmış oldum. Üç haftada beş tane oyunun sonunu görmek fena bir skor olmasa gerek.

Öncelikli merakım Crysis'e dairdi ve ilk onu denemiş oldum. Esasında sistemleri bu denli zorlayan oyunlardan hazzetmem; benim ideal dünyamda oyunlar ortalama sistemlerde rahatlıkla ve oyunun görsel zenginliğinden fazla taviz vermeden oynana bilmelidir. Dolayısıyla kaç kişi bu oyunu orijinal alıp doğru dürüst oynayamadı merak ediyorum.

Oyuna görsel açıdan diyecek fazla bir şey yok, fakat bir tepede soluklanıp, Crysis'in becerikli grafik motorunun çizdiği manzaraları hayranlıkla seyrediyoruz olmamız simülasyonun doğası ve bizim onunla kurduğumuz ilişkiye dair düşünmeye sevk ediyor ister istemez. Sanal gerçeklikle Platonculuk arasında bir bağlantı kurmamak çok zor. Acaba diye düşünüyor insan, bu oyunu oynayanların kaçı o geniş ve yapay manzaralara gerçeğinden daha dikkatle ve uzun süre nazar ediyordur? Tabii bunun karşısında, "gerçek hayat yalnızca başka bir penceredir(window)" mottosunu seslendirenlerden de olabilirsiniz.

Oyuna dönersek tekrar, Türkçe seslendirme mevzusu elbette takdiri hak ediyor. Fakat bu yapılana büyük bir lütuf olarak da bakmıyorum, çünkü özellikle doğu dillerine destek söz konusunda olduğunda oyun firmalarının bugüne kadar çok iyi bir sınav verdiği kanısında değilim.

Crysis'in temel esprisi nano teknolojik giysinizden ibaret. Ortaya koyulan hikâyeden haz etmiş değilim açıkçası. Yerine göre Almanları, Rusları, Vietnamlıları, Korelileri, Ortadoğuluları vs. öldürme simülasyonu olarak oyun oynamak bunca zaman sonra çok rahatsız edici oluyor. Bugüne kadar oyunlarda gördüğümüz süreklilik arz eden bu mantık Amerikan ulus-uygarlık mitosunun da bir uzantısı, bir taşıyıcısıdır. Dünyalı ya da uzaylı "öteki"lerin şu bitmek bilmez tehdidinin oyunların itici gücü olmasına karşı daha fazla dikkat kesilmeliyiz. Özellikle aksiyon tarzı oyunlarda dünya dışı ırklarla ilişkilerimiz üçüncü sınıf bilim-kurgu romanlarındaki saldırgan ve sömürgeci mantığın kötü bir tekrarından başka bir şey değildir. Söz konusu taraflar dünyevî olduğunda ise daha da acınası bir durum ortaya çıkıyor. Amerikan merkezli ve apaçık marazî, paranoyak ve ahlâk dışı olarak nitelenmesi gereken ideolojik bir düşman kurgusu ile karşı karşıya kalıyoruz. Ayrıca şunu rahatlıkla iddia etmek mümkün: Oyunların gerçeklikle kurdukları giderek gelişen sahici ilişkiler şiddet içeren doğalarından dolayı her geçen gün biraz daha büyük bir etik soruna dönüşecektir.

Fakat şimdilik bu eleştirel kısmı bir kenara koyalım ve BioShock'tan devam edelim.

Big Daddy'nin boy gösterdiği o ma'lûm afişi ilk gördüğüm zaman bana fazlaca bir şey ifade ettiğini söyleyemem. Fakat sonra yılın en iyi oyunları listelerinde adını görmek biraz olsun merakımı uyandırınca, nedir ne değildir diye daha yakından baktım ve sonuçta mutlaka denemem gerektiğini düşündüm.

İçsel dinamikleri ile seçkinci bir ütopik gayeden distopik bir kargaşaya kadar varan tuhaf ve trajik bir girişimin sürprizli ve sürükleyici hikâyesinin aforizmalar ve ilginç göndermeler eşliğinde işlenişi bir yana, Rapture'ın tasarımı özellikle dikkat çekici. Fikir tamamen orijinal olmayabilir, ama görsel olarak ortaya konulan manzara takdire şâyân ve öyküyle çok iyi kaynaşmış. 20. Yüzyılın ortasına ait o renk cümbüşünün(ki zaman zaman Kar Wai Wong filmlerini hatırlatmadı değil) steampunk metinlerini andıran bir teknolojik yapıyla iç içe geçişi sûretiyle meydana getirilmiş fütüristik dizayn hayranlık uyandırıcı. Bu nedenledir ki, oyunda gezinmek çok zevkliydi.

BioShock'ta var olduğu izlenimi veren RPG öğeleri çok tutarlı değil. Öncelikle oyun çok kolay, ancak yorgunluktan kaynaklanan bir konsantrasyon bozukluğu ya da boş vermişlik sonucunda güme gidebilirsiniz. Bu basitlik bizim oynanıştan ziyade öyküye daha fazla odaklanmamız doğrultusunda tasarlanmış olabilir, ama kişisel olarak ilerlemenin biraz daha zor olmasını tercih ederdim. ADAM manyağı ve acınası şehir sakinleri özellikle pompalı tüfeğiniz karşısında kayda değer bir direniş gösteremiyorlar zira. Plasmidlerinizin de bir ikisi dışında olmazsa olmaz bir tarafı yok, bu da oyunun seçime dayalı yönünü oldukça baltalamış elbette.

BioShock belirgin bir şekilde karikatürize edilmiş olmasına rağmen, azımsanmayacak derecede duygusal bir yoğunluk barındırıyor. Little Sister'ların kaderini belirleyebilme mevzuu kendi adıma bir seçim meselesi sayılmazdı. İş oraya varınca elbette kurtarmayı tercih edecektim. Benim için daha ciddi sıkıntı Big Daddy ve Little Sister'lar arasındaki duygusal bağı gördükten sonra, Big Daddy'leri yolcu ederken sürekli rahatsızlık hissetmiş olmamdır. Neyse ki afacanları kurtarınca zırlamayı kesip teşekkür ediyorlar da biraz ferahlıyorsunuz.

Fort Frolic bölümüne hayran kaldığımı da belirtmeden edemeyeceğim, oyunun ruhunu en iyi o bölüm yansıtıyor kanımca. Dolayısıyla Salvador Dali hayranı, eli maşalı dahi psikopat Sander Cohen'a asla kıyamazdım ve kıymadım da. Ondan daha nice yeni sapkın sanat eserlerine vesile olmasını bekliyoruz.

Gelelim Assassin's Creed'e: hani Yahya Kemal'in, "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul" mısralarını hatırlatan oyun. Eğer benim gibi durup dururken oyunlardaki yüksek yerlere çıkıp kendinizi aşağı bırakmak gibi marazî bir eğiliminiz varsa bu oyuna biçilmiş kaftan gözüyle bakabilirsiniz. Çünkü bu şerefeden o burca tırmanıp durmamız bir yana, ancak bazı sinema filmlerinde görebileceğiniz bir efekt eşliğinde adımıza yaraşır bir zarafetle ve artistik dalış yapan sporcuları kıskandıracak bir beceriyle aşağı süzüle biliyoruz.

Oyunda şaşırtıcı olmayan tarihsel hatalar var elbette, ama asıl sıkıntısı bütün o görsel estetiğine rağmen, ne yazık ki, ulvî amacımız boyunca(!) ana suikastlara giden yolda aldığımız görevlerin kısıtlı ve yaratıcılık noksanlığından muzdarip olmasıdır. Yine de pek sıkıldığımı söyleyemem, çünkü oyun fazlasıyla eğlenceliydi. Bunda üçüncü bakıştan oynanan bir oyun için şaşılası basitlikte kontrollere sahip olmasının payı çok büyüktür elbette.

Bir iki kelime de Çernobil faciası ile Tarkovsky'nin Stalker'ını harmanlayan S.T.A.L.K.E.R.'a ayırabilirim sanırım(uzun bir süre FPS oynamasam da olur artık). Oyunun nükleer felaket sonrasına dair çizdiği görsel manzarayı etkileyici bulduğumu söylemeliyim. Mutasyona maruz kalmış itlerin meşum ulumaları, sık sık ortaya çıkan anomaliler, yağmur altındaki göz alıcı şimşek parlamaları ve tekinsiz sarımsı bir sis altındaki bataklık araziler terk edilmişlik ve gerilim hissini yerli yerince verebiliyor. 50 metre ileride düşman üssü varken birkaç yorgun Stalker'ın bir yol kenarına çöküp, ateş etrafında sıla öyküleri eşliğinde(!) gitar tıngırdatması falan da çok hoş olmuş(bu arada serbest çağrışım yaptı, Arkadi-Boris kardeşlere ait orijinal öykünün Türkçesi Yol Kenarında Piknik'tir, tabii bu pikniği yapan ve arkalarında pek çok gizemli "atık" bırakan Bölge’ye uzaydan geldiği düşünülen esrarengiz ziyaretçilerdir).

S.T.A.L.K.E.R nispeten zor bir oyun; yapay zekâ hakikaten çok sıkı savaşıyor. Bir de üstüne benim gibi başıboş ve zamansız dolanan bir tipseniz işler oldukça zora girebiliyor. Daha ağır, sıralı ve dikkatli oynamak gerekiyor açıkçası, yoksa zırt pırt ölmek işten bile değil. Bunun dışında geniş mesafeler için araç kullanımı olmaması ve biteviye yürümek zorunda olmamız fazla yorucu olmuş; bir de üzerine taşıdığımız ekipmana göre çabuk takatsiz kalıyor olmamız eklendiğinde bazen o kadar yolu tekrar tekrar sürünmek çileden çıkartıyor insanı, fakat bu yine de zorlu hayat şartlarını yansıtması bakımından gerekli bir eksik olarak düşünebilir. Yeni ek paketinde bu duruma kısmi bir çözüm getirmişler anladığım kadarıyla, ama artık benden bu kadar, taban tepe tepe takatim kalmadı. Oyunu oldukça kısa bir yoldan tamamladığım için pek hayırlı bir sonum olmadığını da eklemiş olayım. Tabii denildiği gibi bir musibet bin nasihatten iyidir.

Evet, böylece zamanında oynayamadığım birkaç oyuna dair kısa kısa izlenimlerimi de geçmiş oldum. Bu arada Fallout 3'ü bekliyorum her şeye rağmen. Sistemi yenilememin esas nedenlerinden birisidir o. Gerçi oyunun yapısı oldukça değişmiş görünüyor. Geriye kalan ne kadar Fallout'tur ondan çok şüpheliyim. Fallout adıyla çıkan bir oyunu klasik izometrik görünüşü ile oynamayı arzu ederdim açıkçası. Lâkin yapacak pek bir şey de yok. Çok açık ki, konsolların varlığı bu tür oyunlar söz konusu olduğunda sağlıklı sonuçlar doğurmuyor.

Şu son bir ay içinde oyunların zamanı nasıl hiç ettiğini de yeniden hatırlamış oldum. Eğer oynarken benim gibi gidip gelen bir vicdan azabı duymaya başlamışsanız, işiniz zor demektir. Bir ebeveyn edasıyla, kaç saattir şu oyunla meşgulsün Vampir, zamanına yazık değil mi, diyen derinden bir ses rahatsız edip duruyor uzun süre oynayınca. O sesi umursuyor ve hak veriyor olmanız durumu daha kötü kılıyor sadece. Bir yandan Homo Ludens olduğunuzun yani oyun oynayan bir canlı olduğunuzun farkındasınız. Oyun sanal olsun ya da olmasın, oynamak sizin ontolojik bir parçanız. Oynamaya dair irrasyonel bir meyliniz var. Ama öte yandan oyunların felç edici ve bağımlılık yapıcı özelliğine karşı bir direnç gösteriyorsunuz. Ve bu sağlıklı bir direnç! Geçen ay içinde başka aktivitelere ayırmam gereken zamanın önemli bir kısmını oyun oynayarak geçirmiş olmam çok hoş bir durum değildi elbette. Neyse ki, geçici bir hevesti de normale dönmekte çok zorluk çekmedim.



Bu yazının sayfa altı videosu Emmylou Harris’ten geliyor. Eski ve neşeli bir Country şarkısı: I’m Movin’ On.

Hayalle hakikatin dansı ya da bilim-kurgu...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Bir süredir okunması elzem olan kurgu dışı çalışmalar nedeniyle kendi standartlarıma göre pek fazla roman ya da öykü okuyamamaktan muzdariptim, ama neyse ki, şu son bir aydır birikmiş pek çok kitabı seri biçimde okumak için zaman ayırabildim kendime. Elimde 400’e yakın fantastik ve bilim-kurgu türleri ile ilişikli kitap mevcut. Bunların hemen tamamını okumuş olsam da, aralarında daha önce ucuzdan bulup toptan aldığım ya da aldıktan sonra okumaya bir türlü fırsat bulamadığım kitaplar da var. Özellikle birkaç tane bilim-kurgu yapıtı nicedir fazlasıyla hakettikleri ilgiyi görmeyi bekliyorlardı ve şu arada onları okumuş bulundum. Söz konusu bu kitaplar hakkında yazmak arzusundayım, ama önce bilim-kurgu edebiyatına dair bir girizgâh yapmak faydalı olacakmış gibi geliyor bana.

Bilim-kurgu yazını iki temel ve sorunlu meseleye indirgenerek ele alınabilir gözüküyor. Bunlardan ilki bilim-kurgu'nun tarihsel ve yapısal özelliklerini ve izleklerini sorgular, onu hangi parametrelere bakarak ayırt edeceğimizi tartışır. İkincisi ise bilim-kurgu yazınının dünya ve insana dair söylemini ve bu söyleme biçilen değeri sorgular.

Hiç şüphe yok ki, bu meseleler ele alınırken yanıtlar kişisel bazda farklılık göstermeleri bir yana, hangi dönemi merkeze aldığınıza göre de oldukça değişecektir. Bu doğrultuda örneğin Amerikan BK'sunun Altın Çağı'ndaki genel manzarasının Ursula K. Le Guin'in üslûbundan nasıl çizildiğine bakabiliriz:

Bilim-kurgu’nun Altın Çağı’nda BK’un nasıl olduğunu biliyorsunuz. Tabii biliyorsunuz. Şöyleydi. Narin endamlı, işveli Laura, "Ah Profesör Higgins, n’olur antipastomadde çözeltimcisinin nasıl çalıştığını bana da anlatsanıza," diye cıvıldar. Sonra Profesör Higgins dalgın ama babacan bir gülümsemeyle laga luga altı sayfa kadar makinenin nasıl çalıştığını anlatır. Derken güneş yanığı yüzünde gergin bir gülümsemeyle Uzay Gemisinin Kaptanı içeri girer. Gözlerinde bir çelik ışıltısı vardır. Sigarasını yakıp derin bir nefes çeker. Laura saçlarını işveli işveli savurarak, "Ah Kaptan Tommy, bir sorun mu var?" diye sorar. "Sen güzel kafacığını yorma hiç," der Kaptan derin bir nefes çekerek. "Glubyalı Sümük Canavarlar dokuzbin gemilik bir filoyla sancak tarafımızdan yanaşıyor, hepsi bu."

Fakat neyse ki BK yerinde saymadı. Bu türün tarihinden bahis geçecek biri Samsat'lı Lukianos’un M.S. II. Yüzyıla ait Gerçek Öykü adlı uzun anlatısına kadar sürebilir izlerini. Daha ileride Kepler’in Somnium’undan Poe’nun tuhaf öykülerine, Jules Verne’ın erken dönem maceralarına ve sonrasına dair sayısız eserden bahsedecektir.

Lâkin 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Lüksemburg kökenli ABD'li yazar Hugo Gernsback, öykülerini scientific fiction(bilimsel kurgu) başlığı altında yazmaya başlamasına kadar bu tür öykülerin özel bir adı olmadığını söyleyebiliriz. Genellikle fantastik-gotik yazın, ütopik ya da macera romanı bağlamında ele alınıyorlardı. Hâlbuki BK’nun tarihsel dinamiği, sosyolojik bağlamı ve yapısal özellikleri dikkate alındığında, fantastik ve gotik yazınla ya da polisiye ve ütopik romanla ve elbette realist yazınla pek çok açıdan ortaklığı olmasına rağmen, belirgin farkları olduğu ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla Gernsback'in sonradan ünlü pulp dergilerinden birine dönüşecek ve Amazing Stories adını alacak olan bir dergi kurmaya girişmesi ve derginin ismini Scientifiction olarak belirlemesi bir dönüm noktası olacaktır. Bu isim daha sonra bugün kullandığımız biçime evrilir: Science-fiction.

Bilim ve kurgu sözcüklerinin aldatıcı olabilecek şekilde bir araya getirilmesinden müteşekkil bu dilsel keşif Gernsback’in adını ölümsüz kılmaya yetmiştir ve bilindiği üzere yarım asırdır her yıl onun adıyla en başarılı bilim-kurgu ve fantezi yapıtlarına prestijli 'Hugo Ödülleri' dağıtılıyor.

Sonuçta türe özgü bir isimlendirme ortaya çıkmıştır belki, ama adına bilim-kurgu denilen metinleri diğerlerinden ayıranın ne olduğu henüz çok muğlâktır. Nitekim elimizde tanım ve izlek belirlemeye dair envai çeşit girişim örneği var.

Bu açıdan Norman Spinrad gibi bilim-kurgu etiketli yayınlanan her yapıtın bilim-kurgu olduğunu söyleyip kestirip atanlara rastlamak mümkün. Fakat elbette herkes bu denli bezgin ya da umursamaz davranmamıştır. Bilimsel formasyona sahip yazarlardan biri olan J.W.Campbell’da pozitif bilimlere bağlılık ve geleceğe dair bir öngörü beklentisi öne çıkar. BK’yu gelecekte gerçekleşmesi mümkün olaylar ve teknolojiler doğrultusunda bir yazın olarak algılayan çok sayıda yazar vardır. Onlardan biri olan Isaac Asimov şu tespitte bulunur:

Modern bilim-kurgu edebiyatın, inatla bizi bekleyen yeniliklerin doğasını, olası sonuçları, olası çözümleri ele alan yegâne türüdür.

Robert A. Heinlein’in neredeyse tüm bilim-kurgu yapıtlarına uygulanabileceğini iddia ettiği tanım ise şöyle olacaktır:

Sağlam bir şekilde, geçmişin, bugünün ve gerçek dünyanın yeterli bilgisine ve doğa hakkında bütüncül bir anlayış ve bilimsel yöntemin önemine dayanan, gelecekte mümkün olaylara dair gerçekçi spekülasyon.

Genelde Yeni Dalga içinde anılan yazarlar ise fütüristik bakıştan ziyade bugüne ve düne dair anlamlı bir okumadan yanadırlar. Bu doğrultuda Brain W. Aldiss, BK’nun gotik ve post-gotik köklerine dikkat çekerken, onun insan ve konumuna dair bir sorgulama olduğunu iddia eder.

Başka bir bağlamda Theodore Sturgeon ise 'If fiction' denilen bir yapıdan bahsedecektir. If fiction'la kastedilen, 'eğer şöyle olsaydı nasıl olurdu?' tasavvuruna dayalı bir anlatıdır. Onun Venus Plus X romanı bunun iyi bir örneğidir. En bilinen örneklerden biri ise Philip K. Dick’in The Man in the High Castle adlı yapıtıdır ve bu kitabın kurgusu İkinci Dünya Savaşı’nı Alman tarafı kazansaydı neler olabileceği varsayımı üzerine kurulmuştur.

Batı edebiyatının en önde gelen teorisyenlerden biri olan Northrop Frye’ın temel ilgi alanlarından biri edebiyat-mit ilişkisidir. Özetle Frye’a göre edebiyat, mitin gelişiminin içsel ve kaçınılmaz bir parçasını oluşturur. Bu bağlamda BK için, romantizmin mite eğilimli bir biçimi diyecektir. BK’yu mitle ilişkilendiren bir başka yazar da Le Guin olacaktır. Jung’un izinden giden ve arketipler üzerinden düşünmeyi seven Le Guin’e göre bilimkurgu mit-yapıcı özelliklere sahiptir.

Tanım çabalarındaki en etkili ve kapsamlı girişimin Darko Suvin’e ait olduğunu söyleyebiliriz. Suvin öncelikle edebi yazını iki temel biçime ayırır: İlki Naturalist yazındır ve her çağın ana akımını oluşturmaktadır. Bu yazıyı ilgilendiren ikinci biçimin belirleyici özelliği olarak Rus Biçimcilerin ostranenie ve Brecht’in verfremdung kavramları ile ilişkili olan estrangement terimini önerecektir. Bu terimle ifade edilen verili gerçekliğin alışılmış algılamalarının aşılmasına dönük bir yabancılaştırmadır ya da tercihen yadırgatma diye karşılayabiliriz onu. Mitler ve masallar öteden beri böylesi bir yabancılaştırma/yadırgatma içerirler, fakat bilim-kurgu, onlardan farklı olarak yadırgatma etkisini bilişsel(cognitive) formlar içinde kurmaktadır. Bu doğrultuda bir BK eseri yadırgatıcı bir alternatif gerçeklik inşa etmekle birlikte, bunu bir masal ya da fantezi de olduğu gibi aşırı serbestçe ve metafizik bir formda kuramayacak demektir.

Diyelim The Wonderful Wizard of Oz(Oz Büyücüsü) adlı fantastik öyküyü okuyoruz ve karşımıza ilk olarak beyinsizlikten muzdarip bir korkuluk(aman ne şaşırtıcı!), kalp arayan bir teneke adam(arkaik bir robot) ve son olarak da cesaretsiz bir aslan çıkıyor. Oz Büyücüsü’nü şimdilik bir kenara bırakabiliriz. Zîrâ ikinci bir kitabımız daha var; bir BK ve adı da Frankenstein ve içinde o aşina yapay yaratık(bir nevi homunculus!) terör estiriyor. İmdi bu iki yaratıyı birbirinden ayıranın bilişselliğe dair nitelikleri olduğunu söyleyecektir bize Suvin.

Oz Büyücüsü’nün yazarı L. Frank Baum, bir korkuluğun canlanmasının nasıl mümkün olduğu ile zinhar ilgilenmez. Kalkıp bu imkânsız olaya dair mantığa hitap eden açıklamalar yapmaya girişmez, bu zerrece umurunda değildir. Onun sizden ricası, Tolkien’in inançsızlığın istekli olarak ertelenmesi diye tarif ettiği okuma olacaktır. Hatta başlarda bir ara öykünün kahramanı olan Dorothy kızımız durumdan hafif işkillenince(ne öyle cadılar, katırkuturcuklar falan!) Kuzeyin İyi Cadısı bakın ne cevap verir ona:

Yanılmıyorsam uygar ülkelerde artık ne cadı, ne büyücü, ne de sihirbaz kaldı. Gördüğün gibi, Oz Ülkesi uygar bir yer değil, hiç de olmadı zaten, çünkü dünyadan çok ayrı yaşıyoruz biz. Bu yüzden ülkemizde cadı da var büyüce de.

Böylece Dorothy, Kansas’ı geçince bu tür tuhaflıkların olağan olduğunu anlayıp, ısrar etmez ve onları olduğu gibi kabullenir. Eğer biraz izanınız varsa siz de öyle yapmalısınız.

Mary Shelley ise Frankenstein’ın Canavarı’nı yaşadığı uygar dönemin güncel bilimsel deney ve tartışmalarına yaslar. Kitaba yazdığı önsözlerde eserinin esin kaynağı olarak Luigi Galvani ve Erasmus Darwin’in çalışmalarına işaret edecektir. O günlerde Sir James Murray gibi popüler isimlerin elektrikle ilgili tuhaf tezleri yayınlanmaktadır. Elektriğin bir şekilde ruh görevini yapıp yapamayacağı gibi tartışmalar alıp yürümüştür. Dolayısıyla yazıldığı bu paradigma içinde Frankenstein bilişsel bir nitelik kazanmıştır.

Benzerliklerinden dolayı, Shelley’nin canavarı ile Gustav Meyrink’in Golem’ini kıyaslamak da yararlı olabilir. Zîrâ biri düzmece olsa da bilimin, diğeri ise mistik bir geleneğin, Kabala’nın ürünüdür.

İsterseniz bu mesele doğrultusunda biraz daha güncele gelelim ve ışıktan hızlı yolculuklar içeren BK öykülerini ele alalım. Bilimsel olarak elimizde ne var? Einstein’ın özel görelilik kuramının koyduğu limit olarak ışık hızı. BK yazmaya niyetlenmiş hemen herkese tebelleş olmaktadır bu kuram. Çünkü uzaydaki devasa mesafeler üst limit ve kuramsal olarak erişilmesi imkânsız olan ışık hızını bile çok yetersiz bir pozisyona itiyor(örneğin en yakın yıldız olan Proxima Centauri’ye ulaşmak ışık hızı ile bile dört yıldan uzun sürer; galaksiler arası yolculuk söz konusu olduğunda ise en yakın galaksi olan Andromeda 2.2 milyon ışık yılı kadarcık uzakta olacaktır). Elbette sorunu aşmanın teorik yolları var. Örneğin solucan deliği ya da uzay-zaman bükülmesine dair bilimsel çalışmalar birer çıkış kapısı olabilir. Ama her zaman bu kadar somut teorik bilime dayalı kurgular olmuyor elimizde.

Örnek olarak, Ursula K. Le Guin’in roman ve öykülerinde kullandığı 'yanıssal' adlı teknolojiyi ele alabiliriz. Bu mevzubahis zamazingo uzayda anında iletişim kurmayı sağlıyor. Diyelim siz Urras adlı gezegenden Hain adlı gezegene gitmek için bilmem kaç yıl yolculuk yapıyorsunuz ama iş haberleşmeye gelince onu anında yapabiliyorsunuz.

Böyle bir teknolojiye bilim elbette imkânsız gözüyle bakacaktır. Çünkü haber dediğimiz zaten farklı dalga boylarındaki ışıktır ve doğal olarak hız sınırı da ışığın boşluktaki hızı olacaktır. Velhasıl yanıssal mevcut bilimsel paradigma içinde geçersiz bir tasarıdır.

Bizim bildiğimizi Le Guin de biliyor elbette. O da böyle bir teknolojinin bilimsel olarak saçma olduğunun farkında. Ama aynı zamanda sezgisel açıdan tatmin edici olduğunu söyler.

Sonraki yapıtlarında işi biraz daha ileri götürür ve uzayda ışıktan hızlı yolculuklar için yeni bir teknoloji ortaya atar: Çörtme Teorisi’dir adı. Artık uzay gemileri yıllarca yolculuk etmekten kurtulup bir yerden başka bir yere anında çörtebilmektedir. Peki, bu nasıl olacak? Açıklamayı Le Guin’e bırakalım:

Bu yeni uyduruk teknoloji en az yanıssal kadar imkânsız, ayrıca da sezgi-dışı olduğundan, uyduruk bir izahat bulmak için vakit harcamadım. Sadece ismini koydum: Çörtme teorisi. Yazarların ve ariflerin bildiği gibi, asıl olan isimdir.

Kısacası nasıl olduğu önemsiz, çörttüm oldu diyor. Aynı ünlü serisinde benzer bir sorunla ilgilenen Frederick Pohl’un Heechee gemilerinin kütlesizleştirme işlemini hangi ahval ve şeraitte başardığından bahsetmemesi gibi.

Fakat elbette bu türden ne idüğü ve nasılı belirsiz teknolojilerin varlığı yazarların öykülerini BK olmaktan çıkarmıyor. Eğer böyle olsaydı, elimizde BK demeye değer bir yazın kalmazdı. Önemli olan yazarın öyküyü yazarken mevcut bilimsel paradigmanın farkında olarak yazıyor olmasıdır. Le Guin’in Çörtme Teorisi saçma olabilir, ama yazarın özel görelilik kuramının sınırlarının içinden yazıyor, onu tanıyor, ciddiye alıyor ve aşmaya çalışıyor olması eserini bilişsel kılar. Burada bilimin esas rolü bir arka plan oluşturmasıdır ve bu rol çok basite indirgenmediği sürece, bilimsel çerçeveyi ihlal eden kurgusal teknolojilerin ve diğer öğelerin saftirik ve düzmece doğası fazlaca önemli olmayacaktır.

Kaldı ki, yazar çok basitleştirerek ve böylece bilişsel olanın sınırlarını zedeleyerek yazsa bile, bu defa da kurtarıcı olarak uzman olmayan okur faktörü devreye girer. Bu bağlamda geçen yıl kaybettiğimiz Stanislaw Lem’in tespitlerini anabiliriz. Lem, gerçek dünya ile fantastik dünya arasındaki geçişkenlikten bahsederken, bulanık mantığın sahasına girer ve kelleşen kafa paradoksunu örnek verirken şöyle yazar:

Bu saçla dolu bir kafanın kelleşme süreciyle aynı türdendir: yüz teliniz dökülse, hatta bin telinizi kaybetseniz bile kel olmazsınız. Peki, kellik ne zaman başlar? 10.000’inci saçla mı yoksa 10.950’ciyle mi?

İdeal ortalamayı belirleyecek bir insan olmadığından, kel kafa paradoksu gerçekçi kurguda da mevcuttur. Ama bu durumda en azından bir rehberimiz, uygun olan ya da uygun olmayanı ayırt etme imkânı sunan bir aygıtımız zihnimizde mevcuttur. Geleceğin ya da galaktik imparatorlukların tasvirlerini okuduğumuzda bu rehberi kaybederiz. Bilim-kurgu, okurun bu eleştirel aygıtının felç oluşundan faydalanır. Fiziksel, psikolojik, sosyal, ekonomik veya antropolojik olayları basitleştirdiğinde, yaptığı tahrifatlar anında ve hataya mahal vermeyecek şekilde fark edilmez. Okuma esnasında okur genel bir rahatsızlık hisseder, tatminsizlik yaşar ama aslında nasıl olması gerektiğini bilmediğinden genelde açık ve anlamlı bir eleştiri geliştiremez.

Bundan sonrası için Suvin’in extrapolative ve analojik yöntemi tercih etmesi bakımından iki tür bilim-kurgu yazını tanımladığını belirtmemiz gerekecek. Extrapolative kurgu, verili bir durumdan yola çıkıp ileriye dönük kestirimler yapmayı içerir. Bilindik bazı ütopya ve karşı-ütopyalar ve yine bütünüyle fütürolojik yapıtlar bağlamında ele alınmaları açıkça hatalı olsa bile P.K.Dick, J.G. Ballard gibi yazarların bir takım dikkate değer kestirimlerini(hatta abartıp kehanet diyecektir bazı eleştirmenler) barındıran yapıtları extrapolative BK’nun en sağlam örnekleri arasında sayılabilir.

Analojik kurgu ise daha fazla yadırgatma unsuru taşıyacaktır. Çünkü bu yöntem benzeşimlere dayalı ve daha az ampirik niteliklidir. Dolayısıyla bu tür bir kurguda yabancı canlı türleri görebiliriz, bunlar insansı olmayabilirler ya da öykünün üzerinde geçtiği mekân açıkça fantastik nitelikler taşıyabilir. Analojik BK'nun en iyi örnekleri temelde gelecekteki değil, geçmiş ve bugünümüze ait sorunlar üzerine otururlar. Bu tekniği kullanmada en önde gelen yazarlardan biri olan Le Guin, BK’nun ön bilici değil, betimleyici olduğunu ve BK’da geleceğin diğer pek çok şey gibi bir metafor olduğunu öne sürerken, fütüristik beklentilerden memnuniyetsizliğini şöyle dillendirir:

Sistemler biliminin büyük mahşeri grafiklerini sergilediği Fütürolojik Kongrelere davet edilmek, gazetelerin 2001 yılında Amerika’nın nasıl olacağı konusunda bir-iki çift laf etmemizi istemesi falan hoş şeyler de, feci bir hata yapılıyor. Ben bilim-kurgu yazarım, bilim-kurgu da gelecek hakkında değildir. Gelecek hakkında bildiklerim sizden daha fazla değil, hatta büyük olasılıkla daha az.

Yazının başında BK çok yol aldı demiştik demesine, ama yine de hem BK hem de fantezi türlerine ait kitapların yüzde doksandan fazlasının ne yazık ki, tecimsel eğilimli fabrikasyon ürünler olduğunu ve edebî kıymete hâiz olmadığını itiraf etmemiz gerekiyor. Geriye kalan küçük dilimin içindeki eserlerse ana akımın en başarılı örnekleriyle kıyaslanabilecek düzeydedir. Üstte bazılarına değindiğimiz, Ursula K. Le Guin, Stanislaw Lem, J.G. Ballard, P. K. Dick, Karel Capek, Ray Bradbury, William Gibson, Frank Herbert, Aldous Huxley gibi pek çok yazarın BK’nun dikkate değer bir yazın hâline gelmesinde büyük payları olduğunu söylemeliyiz.

BK’nun bilim ve teknoloji konusundaki beklentileri temel bir tartışma mevzusu olmuştur. Bu bağlamda Amerikan BK geleneğinin tek tük sesler dışında uzun süre çok iyimser bir eğilim gösterdiğini söyleyebiliriz. Modern BK’nun kurucusu olarak işaret edilen H.G.Wells’in duruşu da epey tartışılmıştır. Anlaşılıyor ki, Wells yaşamının farklı dönemlerinde farklı eğilimler göstermiş. İçindeki ütopyacı ve karşı-ütopyacı kutuplar fani ömrü boyunca çatışıp durmuşlar. Son dönemlerindeki bir yazısında, kendisine dönük olarak ilerlemeci isnatlarına açık bir şekilde itiraz ettiğini görürüz:

Sayısız insan benim hakkımda öyle düşünmeyi seçse bile, asla ilerlemenin kaçınılmaz olduğunu düşünmedim ya da ileri sürmedim.

Bu ifadeyi doğrulayacak şekilde, İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde 1908’de yazdığı The War in the Air kitabını yeniden yayınlar ve önsözünü şu sitemle bitirir: "Size söyledim lanet aptallar."

Yine de ondaki ütopyacı iyimser eğilimlerden dolayı açık bir Wells karşıtı olan, Aldous Huxley, ünlü yapıtı Brave New World(Cesur Yeni Dünya)’ü, Wells’yen ütopyanın dehşeti üzerine yazılmış ve ona bir başkaldırı olan, gelecek hakkında bir romandır, diye tanımlayacaktır.

1940’ların ateşli atmosferinde 30 yıl kadar gecikmeli olsa dahi, ayakta kalan lanet aptalların Wells’in ya da Huxley’nin uyarısından yüz çevirmesi çok zordu. İkinci Dünya Savaşı’nın Batıda yarattığı kaosun ve Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının bilim-kurgu yazını içinde bir dönüşümün fitilini yaktığını söyleyebiliriz. Tüm bu amansız yıkım insanların bilim ve tekniğin sonuçlarına dair optimist beklentilerini çok yaralamıştır ve neticede Rönesans’dan beri dilden düşmemiş olan, ilerlemeye dair meta-söylem geniş çaplı bir kuşkuya maruz kalmıştır.

Bu gelişmeler, altmışlarda Vietnam Savaşı’nın etkisiyle bilenmiş karşı-kültür hareketlerinden de güç kazanarak, temelleri Micheal Moorcock öncülüğünde İngiltere’de atılan New Wave(Yeni Dalga) akımına çıkar ve bu akım BK’nun niteliksel gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Yeni Dalga akımı BK’nun yerleşik dinamiklerine radikal bir saldırıdır ve bu doğrultuda BK teknoloji fetişizminden kurtarılmaya çalışılırken pozitif bilimlerden uzağa çekilmiş ve yerine beşeri bilimlerle daha içli dışlı eleştirel bir anlatı oluşturulmaya çabalanmıştır. Ayrıca yine bu akım içinde dil ve üslûp bağlamında yeni bir takım arayışlar ortaya çıktığını görürüz. Elbette hard bilim-kurgu yanlısı yazar ve eleştirmenler Yeni Dalga akımının bilim-kurgusal niteliğini sorgulamaktan geri kalmazlar. Örneğin Asimov yeni eğilimlerin bilim-kurgu yazınını sulandırdığını söyleyecektir.

Seksenlerin ortalarına gelindiğinde, bir yandan post-modernizm tartışmaları sürerken, öncülüğünü Sterling, Rucker ve Gibson’ın yaptığı ve BK’yu siber uzay ve sanal gerçeklik temalarına taşıyan Cyberpunk akımının ortaya çıktığını görüyoruz. Cyberpunk terimi ilk kez Bruce Bethke tarafından, tarihin ilginç bir cilvesi olarak Amazing Stories içinde kullanılacaktır. Bu akım teknoloji merkezli BK’ya bir dönüştür şüphesiz, ama teknolojiyi sorunsallaştıran ve oldukça keskin eleştiriler barındıran bir dönüş olacaktır.

Bugün BK eskisi kadar verimli bir tür değil. Bunun nedenleri arasında giderek karmaşık bir yapı alan pozitif bilimlere nüfuz etmenin zor olması ve teknolojinin yetişmesi güç hızı gibi etkenlerin yanında, fantastik edebiyatın Tolkien sonrası yükselişini anabiliriz. Bu süreçte, genç yazarların yanında, Le Guin ve Zelazny gibi pek çok eski bilim-kurgu yazarının fantezinin neredeyse sınırsız görünen anlatı gücünün çekiciliğine kapıldığını gördük. BK içinde de bu sürece uygun olarak, Tim Powers ve James P. Blaylock gibi bazı yazarlar BK yazınını geçmişe yansıtma yoluyla yeni bir açılıma gittiler. Genellikle Viktoryen dönemde geçen bu alt-türe buhar makineleri dönemine yoğunlaşmış bir yazın olması dolayısıyla Steampunk denilecektir.

Neticede BK eskisine kıyasla daha az yazılıyor ve okunuyor olmasına rağmen, artık önceki örnekleriyle birlikte çok daha oturmuş bir yazın olarak görülebilir. Özellikle Yeni Dalga ve Cyberpunk dâhilindeki BK yapıtları, içinde yaşamakta olduğumuz dünyaya ve insana dair söylemlerinin derinlikli ve dikkate değer olduğunu pek çok kez kanıtlamış, ana akımın nüfuz edemediği ya da düpedüz tıkandığı alanlarda ne denli yetkin olduklarını göstermişlerdir. Bu nedenledir ki, henüz yarım asır önce ucuz maceralar olarak imlenen ve 'aşağı edebiyat' yaftasına mahkûm görünen BK’yu bugün Baudrillard, Jameson, Zizek, Haraway gibi önemli teorisyenlerin metinlerinde işlenirken görmek kimseyi şaşırtmamaktır.

Evet, benim gözümden BK’nun tarihsel gelişimi ve tanımsal bir bağlam içinde ele alınmasına dair çabaların olabildiğince kısa ve eksik özeti böyle. Kitaplar hakkında da birkaç şey yazacağımı söylemiştim başta, ama bu yazı şu haliyle bile fazla uzun gözüküyor, dolayısıyla bir sonraki yazıya bakacağız artık.



Bu yazının bonus videosu, çoklarınca en önemli keman virtüözü kabul edilen Jascha Heifetz’den geliyor: Paganini Caprice No 24

Şairler ve Şiirler Arasından (4)

17 Temmuz 2008 Perşembe

Armalar

Bazı sözler karanlıkta söylenir
bazı sözler hiçbir zaman
karşı karşıya kaldığımız armalardır
yüzümüzü parça parça aydınlatırken
uzaktaki ateş
yalnızca onlardır konuşan ve hatırlayan
simgelerde çökelir mağmalaşır tarih
armalanmış rüya ölü dil
bazı anlar için çözer kendini
sökülür taşınır çerçeve başka deneyimlere
yüzümüze değen alev
kadar içimizdeki çakım
belirler bizi ve kendi karanlığına döner
simgelerin dilsizliğinde
karşı karşıya dururken biz
armalardır her şeyi kararlaştıran
bazı sözler karanlıkta söylenir
bazı sözler hiçbir zaman

- Murathan Mungan -

***

Kederkolik

Keşke güz olsaydım
keşke güz olsaydım
keşke sessiz
hüzünlü
güz olsaydım
arzularımın yaprakları
bir bir sararsa
güneşi gözlerimin
soğusaydı

Göğsümün göğü dertle dolsa
bir keder tufanı pençelerini geçirip ruhuma
gözyaşlarım yağmurlar gibi
eteğimi boyasaydı...
Vah!
Ne güzel olurdu
güz olsaydım
vahşi
cıcıl cıvıl olsaydım
ilahî şiirler okusaydı
bir şair gözlerime...
Kıvılcımlar çaksaydı yanımda âşıkların kalbi
ateşi kızgınlığında gizli bir derdin

Benim teranem
kanadı kırık esintiler misali
keder kokuları yığsaydı
yorgun gönüllere
karşımda
gençlik kışının acı çehresi
arkamda
yazı kavgası bir yıldırım aşkının
gönlümde
kederlerin
acının
karamsarlığın konağı

Keşke güz olsaydım
keşke güz olsaydım...

- Furûğ Ferruhzâd -

***

İki Şey, Pas ve Gam

Kime özendim de çekildim
kendi içime, şu ücra kente
çekildim ve tersine çevirdim
o murahhas defteri.
                               Seninki dahil
unuttum ezberimdeki yüzleri,
adına Yalnızlık denilen bir fikri
özenle emziriyorum işte

İki şey, pas ve gam üst üste!

Kime imrendim de çekildim
kendi içime, şu ücra kente,
kopardığımı sanıyormuşum meğer
o malûm zinciri.
                               İşte Kalbim
nasıl da bencil ve cimri
nasıl da kalbimle birlikte
tatlandırıyor kursağındaki zehri

Yol var mıdır Ölüm'den öte?

                           -Vardır elbette!


- Hüseyin Ferhad -



"Kederli şairlerin şiirlerine öyle daldım ki öngörülü davranıp giysilerime olta iğneleri takmasaydım bir daha yeryüzüne çıkamayabilirdim, ha, ha! O dayanılmayacak kadar acı verici derinliklerde kalırdım!"

Böyle diyor Peake'in bir kahramanı. Ey okur, bu satırlarla haşır neşir olabildiğine göre sen de bu kederli şairler arasından bir yolunu bulup geçebilmişsin demektir ve böylece 'diptekiler' bölümümüzü görmeye de hak kazanmışsındır elbette. Bu defaki güzide videolarımızın ilkini tanınmış bir Alman folk metal grubunun çalışmalarından seçtik: In Extremo - Villeman Og Magnhild. İkincisi ise yine Almanya'dan olmakla birlikte, bir doom metal örneği: Empyrium - Die Schwäne Im Schilf.

Şairler ve Şiirler Arasından (3)

23 Ocak 2008 Çarşamba

Kalbim Unut Bu Şiiri

Uğuldayan ve hep uğuldayan
bir orman kadar üşüyorum şimdi
yanlış rüzgârlar esiyor dallarımda
yanlış ve zehirli çiçekler açıyor
Kanımda kocaman gözleriyle bir çığlık

Su ve ses kadar beklediğim
ne kaldı geride, bilmiyorum
uzanıp uyumak istiyorum gölgeme
ve sarınmak o kocaman gözlerin
uğuldayan rüzgârlarına

Bir acıyı yaşarım ve zehrinden
çiçekler üretirim kömür karası
uçurum kadar bir yalnızlık
yaratırım kendime, atlarım
Anısı yoktur küçük rüzgârların

Yapraklarım yok artık kuşlarım yok
büsbütün viran oldu dağlarım
ezberimdeki türküler de savrulup gitti
ömrümün karşılığı kalmadı sesimde
sesimde yalnız ormanların gümbürtüsü

Yanlış, daha baştan yanlış
bir şiirdi bu, biliyorum
ve belki ömrümüzün yakın geçmişi
bu kadar doğruydu ancak, kimbilir
Kalbim unut bu şiiri

Ahmet Telli

***

Ufka Damlayan Alınteri

Asıl adın neydi - unutturdun
zaten ben sana hep Abbas diyordum
bir ayağın eşikteyse, tetikteydi diğeri hep.
Evet Abbas, Abbas yolcu
yine hangi iklime böyle - hangi mevsime
bu kez hangi serüvene olacaksın özne.
Çözülüp bin sevdadan
bir mavi uğruna dolaştın her çağı
karanlık sayfalarını kargılayıp, kargışlayıp dünyanın
İNSAN için - yeniden yeniden - İNSAN
durma sefer eyledin, MUT dedin, UMUT dedin
ne çok sevdim seni ben, ah sen bunu hiç bilmedin
boşladın gönül yurdunda ocağı, kucağı.
Gurbetin soykütüğünde yazılıdır adın.
Seyir defteri, zirve defteri
kaçıncı bu, kaçıncı cilt Abbas
UFKA DAMLAYAN ALINTERİ
Çölde ARUZ yürürsün, kervanın kumda KUMA
- müstef'ilün failan -
her sahrada bir vaha bulursun mutlaka ama
bulunduğun her yer sana uzak...
Böyle gidip gidip nice - sonra ki eyvah
yine aynı noktaya varmak
ve görmek işte : barış çubuğunun bir ucu silah
tanımla - yorumla - anlatımla olmaz
hüsranı yaşayan anlar ancak.
Acının ve gecenin rengi siyah
diye yolları astarlama ömrüne
siyaha inat - kendi içinde değilse
nerde aradığın SABAH...

Türkan İldeniz

***

İçimden Şu Zalim Şüpheyi Kaldır Ya Kendin Gel Ya Beni Oraya Aldır

Ağzının bir kıvrımından cesaret bularak
ter yürekte susayışlar yaratan yağmurlara açıldım
kalmışsa tomurcuklar önünde sendeleyen çocuklar
kalmışsa bir kaç ısrar ölümle yarışacak
onların yardımıyla dünyamıza acıdım.

Dünya. Çıplak omuzlar üzerinde duran.
Herkes alışkın dölyatağı bersalarla ağulanmış bir dünyaya
Benimse dar
çünkü dargın havsalamın
gücü yok bazı şeyleri taşımaya.
Önce kalbim lanete çarpa çarpa gümrah
sonra kalbim gümrah ırmakları tanımaktan kaygulu
sakın Styks sularının heyulası sanmayın
er gövdesinde dolaşan bulutun simyası bu,
biraz üzgün ve Ömer öfkesinde biraz
öyle hisab katındayım ki katlim savcılardan sorulmaz
ne kireç badanalı evlerde doğmuş olmak
ne ellerin hırsla yaban tutuşu
ne fabrikalarda biteviye üretilmekte olan kahır
dev iştihasıyla bende kabaran aşkı
yetmez karşılamaya.
İnsanlar
hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır
o ferah ve delişmen birçok alınlarda
betondan tanrılara kulluğun zırhı vardır
çelik teller ve baruttan çatılınca iskeletim
şakaklarıma dayanınca güneş
can çekişen bir sansar edasıyla
uğultudan farkedilmez olunca konuştuğum
kadınların sahiden doğurduğuna
toprağın da sürüldüğüne inanmıyorum
nicedir kavrayamam haller içinde halim
demiri bir hecenin sıcağında eriyor iken gördüm
bir somunu bölünce silkinen gökyüzünü
su içtiğim tas bana merhaba dedi, duydum
duydum yağmurların gövdemden ağdığını.

Sen ol küçük bir kıvrımdan, bir heceden
aşk için bir vaha değil aşka otağ yaratan
sen ol zihnimde yüzen dağınık şarkıları
bir harfin başlattığı yangın ile söndür
beni bir ses sahibi kıl, kefarete hazırım
öyle mahzun
ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın.

İsmet Özel