Feyerabend ve Anarşizm Üzerine...

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Bir dönem bilim felsefesi ile ilgilenirken yolum kaçınılmaz olarak Paul Feyerabend’e çıkmış ve o süreç içinde Against Method(Yönteme Karşı), Science in a Free Society(Özgür Bir Toplumda Bilim) gibi merkezî çalışmalarına vakıf olma bahtiyarlığına erişmiştim. Steven Soderbergh’in Sex, Lies and Videotape adlı filminden ilham almış gibi görünen şu tuhaf günlerde ise, daha evvel okuma fırsatım olmayan bir kitabına göz atma imkânı buldum. Kitap anarşizm üzerine önemli bir dizi olarak kabul edilen Unter dem Pflaster liegt der Strand(Kaldırımın Altında Kum Vardır) bünyesinde Thesen Zum Anarchismus(Anarşizm Üzerine Tezler) başlığıyla yayımlanmış bir derleme ve Feyerabend’in diğer metinlerinde detaylı olarak gördüğümüz düşüncelerinin bir özeti olma meziyetine sahip. Mevzu bahis bu kitap vesilesiyle Feyerabend hakkında birkaç kelâm ederek kendimi oyalamak ve bloga karşı sorumluluğumu yerine getirmek niyetindeyim, bu esnada birilerinin merakını cezbedecek bir şeyler yazabilirsem de ne hoş!

Yaşamının ana hatlarına dair kısa bir özet vererek başlayalım o hâlde. "Her çeşit çatlak kafalı kült Viyana'dan çıkar", demiş bir İngiliz romancı ve sonra bunun kentin havasından kaynaklandığını iddia etmiş. 1924 yılında güneş sistemindeki macerasına başlayan Paul Feyerabend de bir Viyanalı ve bu vasfıyla nüktedan romancımızın yüzünü kara çıkarmadığını söylemek pekâlâ mümkün. Soyadının aslı paydos vakti anlamına gelen Feierabend imiş ve çocukken kendisine büyüyünce ne olmak istediğini soranlara "emekli olmak" cevabını veriyormuş. Gençliğinde İkinci Dünya Savaşı’nın muğlak bir parçası olmak zorunda kalan düşünür, bunun neticesinde sakat bir bacakla ödüllendirilmiştir. Aslında şarkıcı olmak istediğini, klasik müzik konusunda yetenekli olduğunu ve dersler aldığını öğreniyoruz otobiyografisinden. Fakat ne yazık ki, önce araya dünya savaşının girmesi, sonra da bazı kritik tercihleri sonucu bu hayali gerçekleşmeyince, diğer bir ilgi alanı olan pozitif bilimler konusunda ilerliyor ve kariyerini başta İngiltere ve ABD olmak üzere dünyanın pek çok yerinde dersler vereceği bir bilim felsefecisi olarak tamamlıyor.

Feyerabend kesinlikle sıradan bir bilim felsefecisi değil. Bütüne bakıldığında türünün ilk örneği olarak görülebilir, zîrâ “anything goes!” ifadesiyle özetlenen anarşik bir epistemolojiden(bilgi kuramı) yana yıkıcı bir tavır takınmıştır. Bu ifadeyle tam olarak ne kastedildiğini biraz açmamız gerekecek elbette.

Yetmişlerin ortalarında Imre Lakatos’un zorlamasıyla Yönteme Karşı adlı çalışmasını yayımlar Feyerabend ve böylece tezlerini dar bir akademik camianın dışında geniş kitlelere duyurma imkânı bulur. Bu metinde, Wittgenstein’a atıfla dil oyunlarına benzettiği metodoloji tartışmalarının, bilimlerin tarihsel pratiğiyle pek de uyumlu olmadığını öne sürecektir, çünkü “bilimleri oluşturan olayların, usullerin ve sonuçların hiçbir ortak yapısı olmadığı” kanısındadır. Dolayısıyla kesin metodolojik kurallar dayatmanın beyhûde ve zararlı bir girişim olduğunu, koşullara göre normlarımızı belirlememiz ve her koşulda savunulabilecek bir kurallar bütünü olduğu fikrini bir kenara bırakmamız gerektiğini savlar. Bu meyanda özellikle Kopernik Devrimi üzerine okumaları çok çarpıcıdır.

Elbette plüralist perspektifini geliştirdiği süreç içinde yolunun üzerine aşması gereken önemli isimler çıkmış ve bunları (Derrida’dan değil, Nestroy’dan öğrendiği) bir yapı-söküme uğratarak kritik etmiştir. Bol bol nükteli ve iğneleyici bir nitelik arzeden yazılarında bir dönem derslerine katıldığı Karl Popper’ın eleştirel akılcılığını sık sık hedef tahtasına koyduğunu görüyoruz. Aslında ilk anda Popper’ın cazibesine kapılmamış değildir(Popper’ın ilgili dersi şöyle başlarmış: “Ben bir Bilimsel Yöntem Profesörüyüm; ama benim bir sorunum var: Bilimsel yöntem diye bir şey yok.”), lâkin sonraları katı bir şekilde uygulanacak yanlışlanabilirlik(falsification) doktrininin bilim denilen şeyi silip süpüreceği kanısına varır.

Bilimin epistemolojik düzlemde değil, sosyo-tarihsel düzlemde ele alınması önerisinde ve karşılaştırılamazlık konusunda Thomas Kuhn’la belirgin bir ortak bir paydası var, fakat siyasal bağlam konusunda ayrışıyorlar. Feyerabend bilimin siyasal özerkliği meselesinden şüphelidir. Eleştirilerinden nasibini alan bir diğer önemli isim de, en yakın dostlarından biri olan Imre Lakatos ve onun Popper’ın savını pratikle daha uyumlu kılmaya dönük yeni yaklaşımıdır(ki bu Feyerabend’e -ve başkalarına- göre o güne kadar ki, en gelişmiş ve sofistike kuramsal yaklaşım olma keyfiyetindeydi.)

Zaman içinde Feyerabend’in tezi çok ses getirmiş ve çeşitli tepkiler almıştır, özellikle biyoloji alanında çalışan bilim insanları tarafından daha fazla önemsendiğine dair bir gözlemim mevcut. Yakın dönemli bir örnek verecek olursak; şüphesiz en saygıdeğer evrim biyologlardan biri olan Ernst Mayr, bir çalışmasında bilim felsefecilerinin önerilerinin hiçbirinin bir evrimsel biyoloji kuramı oluşturmaya yeterli olmadığını öne sürer. Yüzyılın ortalarında tanıdığı bütün biyologların ısrarla Poppercı olduklarını iddia ettiklerini, ama sonuçta ne yapmak istiyorlarsa onu yapmaktan hiç vazgeçmediklerini anlatır. Dolayısıyla pratiğin içinde metodoloji tartışmalarından çıkan etiketlerin genellikle fazla bir anlam ifade etmediğini öne sürer ve bu arada da “ne olsa uyar” diyen Feyerabend’e sempatisini açık etmekten geri durmaz.

Öte yandan Paul Feyerabend yaklaşımını yöntem bilime dair entelektüel bir tartışma içine sıkıştırmaktan yana değildir. Eleştirilerini daha geniş bir perspektiften rasyonalizme yöneltir ve ısrarla bilimin toplumsal konumunu problematize eder. Bu konuma geleneksel olarak atfedilen yüksek statünün gerekliliğini sorgulayacaktır. Şöyle diyor:

Bilim bir kolajdır, sistem değil. Dahası, hem tarihsel deneyim hem de demokratik ilkeler bilimin halk denetiminde tutulmasını öneriyor. Bilimsel kurumlar “objektif” değiller; kendileri de ürünleri de bir kaya ya da yıldız gibi insanların karşısına çıkamazlar. Çoğunlukla başka geleneklerle kaynaşır, onlardan etkilenir, sonra da onları etkilerler...

O, pek çok meslektaşının aksine, bilimin doğasında özel bir şeyler bulunduğu varsayımını reddeder ve bilimin birçok bilme hâlinde sadece biri olduğunu ve böyle kıymetlendirilmesi gerektiğini düşünür.

Bilim, insanların çevreleriyle başa çıkmak için icat ettikleri birçok araçtan sadece biridir. Yegâne değildir, yanılmaz da değildir ve kendi başına bırakılamayacak kadar güçlü, dayatmacı ve tehlikeli hâle gelmiş durumdadır.

Anlaşılacağı üzere Feyerabend uzman olmayan geniş kitlelerin kendilerini doğrudan ilgilendiren kararlarda pay sahibi olması gerektiğini, önemli kararların salt uzman kişilere bırakılmayacağı kanısındadır. Fakat bunları söylerken her durumda halka müracaat eden bir popülist olmadığının da altını çizme ihtiyacı hisseder.

(Filozof iş başında!)
Belki bu noktadan ilerleyip, şu soruya bir cevap arayabiliriz artık: “Bilim esasen anarşist bir teşebbüstür,” diyen Feyerabend’in acaba kelimenin siyasal anlamıyla bir anarşist olduğu söylenebilir mi? Bu suale özellikle klasik anarşizm açısından bir cevap vermek kolay olmasa gerek. Başka bir zorluk da Feyerabend’in kendi duruşunu bilinçli olarak bulandırıyor olmasıdır. “Ben ne bir anarşist ne de bir dadaistim,” derken, bu rolleri bir stratejinin parçası olarak üstlendiğini imâ eder görünüyor. Salt kuramsal yaklaşımına odaklanacak olursak hem anarşizme hem de dadaizme başvurduğu açık hâle gelecektir. Dadaizm bağlamında Hans Richter’in ünlü tespitiyle, “hiçbir programı olmadığı gibi bütün programlara da karşı” olduğunu ifade ediyor. Bunu söylerken gerçek bir dadaistin aynı zamanda bir anti-dadaist olması gerektiğini de hatırlatıyor okuruna. Feyerabend muhtemelen ideal bir toplum tasarımı anlamında klasik bir anarşist ütopyadan(seküler cennet) ziyade Foucault’cu bir heterotopyayı tercih ederdi. Bu konuda çok iddia değilim, ama zaman zaman bende bıraktığı izlenim bu yöndedir. Oradan ilham almış olsa bile, klasik anarşist teoriye karşı sözünü sakınmaz, özellikle de Kropotkin’e karşı. Kropotkin’in mevcut kurumları ortadan kaldırmak isterken, bilimin konumuna dokunmayı düşünmediğine dikkat çeker. Yönteme Karşı’nın giriş bölümünden bu mevzudaki yakınmalarını aktarmak yerinde olacak:

“Aklın Yasaları”nın veya bilimsel pratiğin yasalarının aptallaştırıcı etkilerinin profesyonel anarşistlerce bu kadar nadir incelenmiş olması şaşırtıcı bir şeydir. Profesyonel anarşistler her tür kısıtlamaya karşı koyarlar ve bireyin yasalar, ödevler, yükümlülüklerce engellenmeden özgürce gelişmesine izin verilmesini isterler. Buna rağmen bilim adamlarının ve mantıkçıların araştırmaya ve bilgi üreten, değiştiren her tür etkinliğe dayattıkları katı kuralları itirazsız kabul ederler. Hatta bazen bilimsel yöntemin yasaları ya da belli bir yazarın bilimsel yöntemin yasaları olduğunu düşündüğü şeyler anarşizmin bünyesine dahil edilir. “Anarşizm tüm fenomenlerin mekanik açıklaması üzerine kurulu bir dünya görüşüdür” diye yazıyor Kropotkin.

Bu alıntıda işaret edilen yönde, Kropotkin’in anarşist teorisyenler arasında seçtiği yöntem açısından farklı bir pozisyonu olduğunu teslim etmeliyiz(yakın dostu Elisée Reclus’u da dâhil edebiliriz buna). Onun ana çabasının kendi ifadeleriyle “anarşizmi bilimsel bir temele oturtmak ve anarşist etiğin temellerini atmak” olduğunu hatırlayalım. Feyerabend’in yukarıda alıntıladığı bölümün devamında Kropotkin, anarşizmin amacını, “doğayı ve aynı zamanda toplumların hayatını tek bir genelleme içinde kapsayan sentetik bir felsefe inşa etmektir,” biçiminde tanımlıyordu. Bu minval üzere de, Sosyal Darwinizm’in güçlü rekabet argümanının karşısına yine evrim teorisinden devşirdiği karşılıklı yardımlaşma eğilimini koyarak anarşizmi temellendirmeye çalışıyordu.

Elbette anarşizm açıkça etik bir harekettir ve klasik teorisyenler, Godwin’den başlayarak, yukarıdan aşağıya yayıldığını varsaydıkları erke karşı, bir direniş merkezi olarak genel olarak iyi huylu ve uyumlu bir insan doğası nosyonuna sadece bilimsel değil, ahlâkî bir yönelimle de meyil vermiş gibi gözükmektedirler. Anarşist bir proje için öncelikle Leviathan denilen canavarı zorunlu kılan ve Hobbes'un düşündüğü gibi bencil ve rekabetçi olan bir insan özü (homo hominis lupus) mevcut olmamalıydı. Bu açık reddiye ile birlikte karşımıza sık sık olumsuz bir insan doğası nosyonunun yerine, örtük olsa da başka bir iyimser insan doğası nosyonu çıkar. Fakat neticede bu düşünürlerin azılı düşman ilân ettikleri iktidar mefhumu ortadan kalkıyor mu? Kesinlikle hayır! Esâsen iktidarın yeri değişiyor sadece: devlet yerine doğanın iktidarı! Peki, doğa hakkında bilgimiz nereden geliyor? Elbette bilimden; yani bilimsel bilginin iktidarı da diyebiliriz buna. Öyleyse haydi rasyonel ve pozitif buyrukların kuyruğuna!

Tabiî eskilerden herkes bu yönde düşünüyordu demek mümkün değil. Örneğin böyle bir insan doğası tasavvuru Stirner’ın açıkça hoşuna gitmezdi. Yine Malatesta anarşizmin bilimsel bir kılığa büründürülmesinden rahatsızlığını dillendirenlerden biridir.

Özellikle Bakunin’in yazılarında Feyerabend’le kesişen bazı önemli vurgular var. Sözgelimi, Tanrı ve Devlet’in bir kesitinde bilim uzmanlarından müteşekkil bir akademinin olası iktidarından bahis açar(Comte’cu bir tasavvur) ve böyle ayrıcalıklı bir yönetimi canavarlık olarak niteler. Yine Devlet ve Anarşi’de pozitivistleri Yunan kahramanı Procrustes’e benzettiği bölüme bakılabilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: Bakunin bilimsel bilginin önemini göz ardı ediyor değildir. Aksine bilimin söz sahibi olması gereken bir "otoritesi" olduğunun farkındadır, ama bu durumu bir nalbandın ya da bir kunduracının otoritesini gördüğünden farklı bir gözle görme eğiliminde değildir ve bu otoritenin gönüllülük esasına dayanması ve kişilere dayatılmasına rıza gösterilmemesi gerektiğini öne sürer:

Benim bu durumda telkin ettiğim şey, belli bir dereceye kadar, yaşamın bilime, daha doğrusu bilimin yönetimine baş kaldırmasıdır, bilimi yıkmak değil –bu insanlığa büyük bir ihanet olurdu- bir daha asla yerini terk etmemesi için ona yerini hatırlatmak...

Her hâlükârda, klasik anarşizmin aydınlanmanın hümanist ve rasyonalist mirasından kaynaklanan pek çok sorunu var ve bunlar özellikle son çeyrek yüzyıldır anarşist literatürde epeyce kritik edildiler. Bu tartışmalara girecek değilim, zaten küçük bir özet vermek bile bu yazının bağlamını çok aşar. Sözün özü Feyerabend anarşi meydânında belli ki epeyce kendine özgü ve muğlak bir konum işgal ediyor. Yine de, onu Yönteme Karşı’yı yazmaya iten nedenlerden birinin “insanların görüşünü ve dünyadaki varlık biçimlerini daraltan “hakikat”, “gerçeklik” ya da “nesnellik” gibi soyut kavramlardan insanları kurtarmak” olarak tarif eden Feyerabend’i –kendisi bundan memnun olmayacak olsa da- post-anarşik bir bağlamda düşünmeyi sevdiğimi söyleyebilirim.

***

Paul Feyerabend 11 Şubat 1994 tarihinde beyin tümörü nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Bu esnada yanında büyük bir hayranlık ve sevgi duyduğu eşi Grazia bulunuyordu. "Olmasını istediğim şey bu," demişti, son satırlarını yazarken, "entelektüel ölümsüzlük değil, sevginin ölümsüzlüğü."

Anarşizm Üzerine Tezler, Ernst Kantorowicz’in II. Richard üzerine hazırladığı The King’s Two Bodies oyunundan alınmış ve izlediği dönem Feyerabend’i oldukça etkileyen şu dizelerle başlıyordu; bu yazı da onlarla nihâyete ersin isterim:

Görün şimdi nasıl mahvediyorum kendimi:
Bu ağır yükü atıyorum kafamdan,
Ve şu hantal asayı elimden,
Krallık hükmünün gururunu yüreğimden;
Kendi gözyaşlarımla temizliyorum merhemimi,
Kendi ellerimle veriyorum tacımı
Kendi dilimle vazgeçiyorum kutsal devletimden,
Kendi nefesimle bırakıyorum bütün yeminleri:
Bütün ihtişam ve görkemden feragat ediyorum.