Narn i Chîn Húrin

29 Eylül 2007 Cumartesi

Ormanların suları nereye gidersiniz? Nienóri'yi de götür müsünüz? Úrin'in kızı Nienóri! Kederin çocuğu. Ya siz beyaz köpükler beni temizler misiniz? Sen şelale, benim hafızamı ve lanetli kaderimi unutturacak kadar derin olmalısın, yalvarırım beni buralardan götürün, çok uzaklara götürün. Bana geçmişi hatırlatmayacak derin sular nerede? Ey ormanın suları nereye gidiyorsunuz?

- The Book of Lost Tales II -




Rivâyete göre günlerden bir gün şu yandaki resimde gördüğünüz ak saçlı adam(elbette o zamanlar bu kadar ak değildi, henüz griydi), yani profesör J.R.R.Tolkien, bir yandan ağzının kenarındaki pipoyu tüttürürken, diğer yandan da önündeki boş kağıda "toprağın içinde bir kovukta bir hobbit yaşardı" cümlesini ânî bir ilhamla, öylece yazıverdi ve işte her şey böyle başladı.

Mizanseni çok ciddiye almazsanız buna yakın bir şeyler anlatılır sürekli; doğrudur da, ama elbette "her şey" böyle başlamadı. O gün, Hobbit denilen gizemli bodur ahalinin, küçük köylerinden çıkıp büyük öykülere dâhil olmaya karar verdiği gündü sadece ve bu ayakları tüylü yaratıkların başrolde yer aldıkları olayların önemi dikkate alınacak olursa oldukça kıymetli bir gün olduğuna şüphe yok. Ama yine de her şey böyle başlamadı. Her şeyin nasıl başladığını tam olarak söyleyebilmek de mümkün değil, ama söz konusu satırın yazılmasından en azından yirmi-yirmi beş yıl öncesine kadar uzandığını söyleyebilmek mümkün.

Büyük bir ihtimalle Arda mitosuna dair kayda değer yazılı ilk şey lirik bir şiirdi. Aslına bakılırsa Tolkien, "Ielfalandes Strand" şeklinde eski İngilizce bir başlık taşıyan bir şiirinin yanına "Benim mitolojimin ilk şiiri, Valinor 1910" kaydını düşmüştür. Şiirden kısa bir alıntı yaparsak şöyle diyor:

"Ay'ın doğusunda, Güneş'in batısında
Yalnız bir tepe duruyor;
Ayakları solgun yeşil denizde,
Kuleleri beyaz ve dimdik.
Taniquetil'in ötesinde
Valinor'da."


Fakat belirtilmeli ki, içeriği Kôr'dan bahsettiğini düşündürten bu şiirin üzerinden birkaç kez geçilmiştir(örnekteki son haliydi) ve oğlu Christopher Tolkien bunun mitolojinin ilk şiiri olduğundan emin olmadığını söylüyor ve şiirin Eärendel üzerine yazılmış yine ilksel bir şiirin parçası olduğunu düşünüyor.

Her neyse, sonuçta şurası kesin ki Tolkien, 1916'da en yakın dört okul arkadaşının üçünü kaybettiği Birinci Dünya Savaşı'nda siper hummasına yakalanır ve iyileşmesi için Birmingham'a gönderilir. Orada hasta olduğu dönemde Silmarillion'a ait öykülerin ilk versiyonlarını kaleme almaya başlar. Onlara The Book of Lost Tales (Kayıp Öyküler Kitabı) adını verir.

Bu metinlerde Eriol adlı bir insan denizci gizlenmiş yollardan Yalnız Ada'ya Dor Faidwen kıyılarına ulaşır ve orada elflerden Valinor'a ve Orta Dünya'ya dair kadim günlerin öykülerini dinler. İşte bu öykülerin en özellerinden biri ve bu yazının da konusu olanı, Túrin'in Öyküsü'dür. Öykünün ilk versiyonlarının 1919'dan önceye uzandığı kesin. Tolkien Kayıp Öyküler’de öykünün başlığını "Turambar ve Foalókë" olarak belirlemiş gözüküyor. Daha sonra bu öykü elfçe bir başlık edinecektir ve Narn i Chîn Húrin, yani Húrin'in Çocukları'nın Öyküsü'ne dönüşecektir. Lakin Tolkien şiir olarak da yazmayı denediği bu öyküye nihâî şeklini hiçbir zaman veremedi ve ölüm türküsünü söylediğinde öylece eksik bırakıp göçüp gitti.

Öykü diğerleriyle birlikte Tolkien'in ölümünden sonra, derlenip önce Silmarillion, sonra The History of the Middle Earth serisi ve Unfinished Tales içinde farklı versiyonlarıyla yayınlanmıştır. Özellikle Unfinished Tales içinde Narn i Chîn Húrin başlığıyla uzunca bir bölüm kapsamakta. Fakat lafı uzatmadan söyleyelim, nihâyet Christopher Tolkien babasının el yazmaları arasındaki titiz araştırmalarına dayanarak bu öyküyü baştan sona bir bütün olarak ve kendi başına tutarlı bir metin halinde düzenleyebileceğine inanıyor ve The Children of Húrin adıyla kitap haline getirmeye karar veriyor.

Eksiksiz Tolkien hayranlarının hepsinin minnettar olması gereken biridir oğul Tolkien. Kendisi de 83 yaşına varmış Christopher Tolkien 30 yıldır babasının bıraktığı notlarla uğraşıyor ve herkes bilmeli ki bu hiç kolay bir iş değil. Çünkü Tolkien insanı şaşkına çeviren bir titizliğe sahipti. Bir öykünün üzerinde yıllarca uğraşıyor, onu defalarca tekrar tekrar yazabiliyordu. Örneğin Yüzüklerin Efendisi'nin ilk bölümü 1937'de yazılmıştır, ama tamamı yayınlandığında aradan 17 yıl geçip gitmişti ve yine de Tolkien son anına kadar metin üzerinde oynayıp durmuştur. Hiç yayınlayamadığı ve asla kendi eliyle nihai şeklini veremediği Silmarillion öyküleri hayatının son günlerine kadar meşgul etmiştir onu. Bu da en az altmış koca yıl demektir. Bu esnada adlar, coğrafyalar, öykü akışları defalarca değişiyor tabii. Dolayısıyla ciltler tutan ve üst üste binmiş notlar, onların arasında gezinen Christopher Tolkien'i çok zorlamış olmalı. Onu Gondor sarayında yüzüğün kaderi hakkındaki küflü el yazmaları arasına dalmış Gandalf'a benzetebiliriz sanırım. Zorlu ve keyifli bir iş, ama sonuçta bu kitabın derlenmesi süreci tamamına erdi ve kitap birkaç ay önce yayınlandı. Christopher Tolkien kitabın önsözünde çalışmasının amacını bize şöyle açıklıyor:

Düşündüm ki, Húrin ile Morwen'in çocukları Túrin ile Nienor'un kaderlerinin öyküleri bu şekilde sunulursa, bilinmeyen bir Orta Dünya'da geçen, canlı ve içten, fakat uzak çağlarda kalmış hissi veren bir sahneye ve öyküye yeni bir pencere açılabilir: batıdaki boğulmuş topraklar, Mavi Dağların ötesi, Ağaçsakal'ın gençliğinde yürüdüğü yerler ve Túrin Turambar'ın Dor-lomin'de, Doriath'ta, Nargothrond'da ve Brethil Ormanı’nda geçen hayatı.

Bu yüzden, bu kitap öncelikle, Shelob'un postunun, "çeliği elf ya da cüce dövmüş olsa da, onu Beren'in ya da Túrin'in eli kullanıyor olsa da, hiçbir insanın gücünün delemeyeceği" kadar korkunç ölçüde sert olduğunu, ya da Elrond'un Rivendell'de Frodo'ya Túrin'den, "eski günlerin elf dostlarından" biri olarak bahsettiğini hatırlayabilecek, ama onun hakkında bundan daha fazlasını bilmeyen okuyuculara hitap etmektedir.

Görüldüğü üzere Christopher Tolkien bu kitabı bağımsız bir kitap olarak düşünmüş. Yüzüklerin Efendisi'ni okumuş, ama henüz Silmarillion öykülerinden habersiz birinin dahi okuyabileceği türden kendi bütünlüğü olan bir kitap olsun istemiş. Fakat ben bunun tam olarak gerçekleştiğinden emin değilim. Çünkü Tolkien'ın öyküleri fazlasıyla iç içe geçmiş ve en azından Silmarillion'u okumamış birinin bu öykünün içinde geçtiği tarih ve coğrafyaya tam olarak duhûl edebileceğinden oldukça şüpheliyim. Belki ben yanılıyorumdur, ama size bu kitaba el sürmeden evvel eğer henüz okumamışsanız, bugüne kadarki aptallığınızdan vazgeçip en azından Silmarillion'u önceden okumanızı öneririm.

(Yazının geri kalanını Silmarillion'u henüz okumamış biri okumasa iyi eder derim)
... 

Húrin'in Çocukları Tolkien'ın yazmış olduğu hüzünlü öykülerin en hazin olanıdır belki de. Esâsında Silmarillion'a dönüp baktığımızda baştan aşağı bir keder kitabı görürüz karşımızda. Yaprakların hiç dökülmediği kayıp Valinor'un ve sulara gömülmüş Beleriand'ın öykülerini ve Illuvatar'ın çocuklarının yazgısını anlatır bize; bitmeyen bir kederin tarihidir bu.

İşte Húrin oğlu Túrin de o yitik günlerde, Beleriand'ın üzerine Morgoth'un gölgesi çökmüşken doğmakla yazıklandı. Gölgelerin en habis olanı hep çevresindeydi ve onu ve tüm sevdiklerini Beleriand'ın puslu ve karanlık yollarına sürdü sürebildiğince ve Beleriand genişti ve sürgünler için sığınaksızdı. Húrin'in oğlu, bir Edain, ölümün hükmünün geçtiği bir insan, ne yapabilirdi Morgoth'un laneti karşısında? Eldar bile tutunamamışken; elflerin en cesuru Fingolfin ayaklarının dibine düşmüşken Morgoth'un, Túrin Mormegil nasıl ayakta kalabilirdi? Turambar olmak, kötü kadere hükmü geçsin istemişti, ama kaderin yuları Morgoth'un elindeyken kim yön verebilirdi ona? Bauglir Morgoth'un gazabı her şeyin üzerindeyken ve dünya onun kötülüğüyle bozguna uğramış bir düzlükken, Túrin nereye saklanabilirdi?

Niniel Nienor ne yapabilirlerdi peki, sonunda Teiglin'in titreyen sularına bırakmaktan başka kendini? Ya da Morwen Eledhwen'in ışıltısı ayrı düşmek ve solmaktan başka ne yapabilirdi? Ya Húrin Thalion, Thangorodrim'im karanlık ve dişli doruklarında beklemek ve geç kalmaktan başka?

Ya diğerleri, Beleg Cuthalion, Finduilas..., üzerlerine Húrin'in çocuklarının gölgesi düşen onlar, onlar ne yapabilirlerdi, o gölgeyi ören Morgoth'un her yere uzanan parmakları olduktan sonra?

"Dinleyin beni," demişti Brandir insanlarına, "ve söyleyin, size anlatacağım gibi bir yazgı daha var mıdır? Ve bundan daha büyük bir acı?"

Böyleydi işte onların öyküsü...

Ve heyhât, sonunda göçtü Turambar Túrin de
Yükselir höyüğü Ayıran Deniz'in orta yerinde
Cabed en Aras'da, Tol Morwen'de.


Húrin'in Çocukları okuyanların pek çoğunun Sophokles'i hatırlamakta zorluk çekmeyeceği türden, kötü yazgının karakterlerini prangaladığı epik ve romantik bir trajedidir. Bu öykü Silmarillion'daki diğer pek çok öyküye benzer şekilde Tolkien'in Hobbit, Yüzüklerin Efendisi gibi romanlarından ve diğer bazı öykülerden daha ayrıksı bir yapıdadır. Tolkien On Fairy Stories adlı çalışmasında peri masalını tanımlarken onu katastrofi üzerine yerleştirilmiş bir sevinçli sona bağlar. Ökatastrofi ya da hoşfelaket denilecek bir işlevdir bu. Şöyle ki, öyküde bir çok kötü, kederli şey yaşansa da, öykünün sonunda bir teselli vardır mutlaka. Halbuki Túrin'in öyküsü Silmarillion'u bir bütün olarak düşünmeyip, kendi başına ele alırsanız peri masalındaki bu tasarımdan farklı, umutsuz, mutsuz bir öyküdür ve sonu da çok acı biter. Bu öyküdeki karakterlerin yazgıları birbirine ve onların dışında kalan dünyanın, Orta Dünya'nın yazgısına dolanmıştır amansızca, ıstırapları da çok derindir. Hikaye kederi ağır ağır harlar ve gerçekten acıtır insanı.

...

Öykünün bu kitaptaki hâli Silmarillion'daki anlatıya göre çok uzun. Genel olarak Bitmemiş Öyküler'deki versiyona daha yakın duruyor. Öykünün nerelerde farklılaştığını zaten kitabın arkasında uzun uzun anlatmış Christopher Tolkien. Fakat gördüğüm kadarıyla öykünün ana şablonunda önceki versiyonlardan(elbette Kayıp Öyküler Kitabı hâriç, çünkü oradaki hâli daha farklı) çok esâslı bir değişiklik mevcûd değil; ayrıntılarda bir takım farklılıklar olsa da sadece daha uzun, kesintisiz ve detaylı anlatılmış.

Kitap kendi içinde bütüncül bir metin olmayı hedeflemiş. Dolayısıyla daha önce Christopher Tolkien'ın derlediği kitapların arasındaki uzunca açıklama ve notlara bu çalışmada yer vermekten kaçınılmış. Daha önceki derlemelere en azından göz gezdirenler o notların ve açıklamaların okumayı ne kadar çetrefil hâle getirdiğini iyi bilirler sanırım. Bu kitap baştan sona bir roman tarzında derlenmiş ve okuması örneğin Silmarillion'a kıyasla çok daha kolay.

Húrin'in Çocukları geçen hafta içinde İthaki Yayınları tarafından Türkçe olarak da yayınlandı. İthaki şu an Yüzüklerin Efendisi dışında kalan ve daha önce Altıkırkbeş'in yayınlamakta olduğu Tolkien kitaplarının yayın haklarını almış durumda. Húrin'in Çocukları’nın baskısı da genel olarak iyi gözüküyor.

En son, Túrin'in dehşetli düşmanı Glaurung'un saygıdeğer torunlarından Smaug adlı ejderhanın inine yapılan yolculuğu anlatan Hobbit'i de tekrar çevirip yayınladılar, ama ne yazık ki çok da ehven bulmadığım bir iş olmuş. Altıkırkbeş'in Hobbit çevirisi, kapak tasarımdan tutun da giriş kısmı, sözlük kısmı ve çizimlerine varıncaya kadar daha geniş ve hoş bir kitaptı açıkçası. Yine de bu vesîle ile oturup bir kez daha Bilbo Baggins'in keyifli yolculuğunu okuma fırsatı da bulmuş oldum. En son okuduğumun üzerinden yıllar geçmişti ve piştiğinden daha iyi pişirdiğini iddia eden ve canlı bir ejderhaya karşı gülebilmiş nâdir kişilerden olan o takdîre şâyân buçukluğun öyküsünü yeniden hatırlamak çok hoştu.

Haydi bakalım, siz Narn i Chîn Húrin'i, Húrin'in Çocukları'nın Öyküsü'nü okumak için kalkın da, ben de elimdeki şu çok merak ettiğim diğer kitaba döneyim. Belki bir dahaki sefere ondan bahsederiz hem.

Diriliğe dair ya da...

5 Eylül 2007 Çarşamba

Bir tel düşüyor saçlarımdan karanlığa.

Ve ben, kendime kefâretlerden kefâret beğeniyorum keyfimce ve böylece şiirsel bir arzuyla en melankolik çehreme bürünüp dünyanın bütün kederini bağrıma basmak istiyorum ve eriyip gitmek içinde.

...

Buradayım; evrende ufacık bir noktada ve tahammülü zor bir çağda gezinmekteyim.

Bilgeliğimin -ki sırtımdaki kamburun sebebidir- çoğu bir mumun alevinde test edilmiş ve ısıya dayanaksızdır diye tescillenmiştir.

Gündüz gözüyle şekillenmiş görece emin düşünceler, gece başımı ellerim arasına aldığımda derin mi derin bir şüphe uçurumuna yuvarlanmaktan kaçamıyorlar. Kendini beğenmeye meyleden uslamlamalarım septisizmin kurduğu ağlara yakalanıyor işte ve alıyorlar derslerini. Ana kucağından vakitsiz ayrı düşmüş bir çocuk misali hakikatten, ma'nâdan ayrı düşüş... Bir dertler yumağı ki, gülümsemeyi sırıtışa, eğlenceyi zoraki bir unutuşa dönüştüren; hep avutulmayı bekleyen, ama avutulamayan.

Nasıl bir bilgeliktir böyle, kendisinden bîhaber bilme halidir? Ve geriye ne kalıyor bünyemde kesinliklerden çok daha fazla kuşkular biriktirmişsem eğer? Bu mudur felsefenin tesellisi?

"Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır"


Söyleyin şimdi, o çileli dervişin yalınlığının gücüyle nice çağları devirmiş şu mısralarını karşıma alınca ne yana savurmalıyım kendimi?

...

Geç gelmiş X kuşağı ile Y kuşağı arasında bir yerlerde sıkışmışım. Şu halde acaba ne kadarım realist bir gözle bakıyor dünyaya, ne kadarım idealist bir gözle ya da hangi ölçekte romantik ve hangi ölçekte rasyonel düşünüyorum veyahut retro duruşumla modernizm ne yanıma düşer, post-modernizm ne yanıma ve sair? Peki şu "boşlukta çiçek yetiştirenlere" duyduğum hayranlık niye?

Geçenlerde evdeki küflü köşeleri karıştırırken bundan üç beş sene önce eski bir ajandanın sayfalarına kim bilir hangi muzip bezginliğin pençesinde şöyle karalamış olduğumu fark ettim:

Bakır tepsi içinde alüminyum kazan
Galiba aklımı oynatıyorum bazan (*)

Elbet gülünç, ama gülünmeyecek bir yanı da var. Bir keresinde bir adam, bir morosophe şöyle sesleniyordu bir kitap sayfasından: "Peki ama benim ruhum, benim kâinatım... çıldırdı"

...

İtiraf ediyorum: Şuracıkta dünyayı altüst etmek istiyor bir yanım. Düzen denilen şu kahpeliği ayaklarımın altında çiğnemek ve çiğnemek ve çiğnemek istiyorum. Bu yüzden, devrimlere, insanlarda uyandırdıkları diriliş heyecanına, yeniden büyüttükleri ve esintilere savurdukları umuda hayranlık duymaktan geri duramıyorum. Ama öte yandan ne gariptir ki, kolektif bir hareket olarak devrimlere inanamayacak kadar karamsardır uslamlamalarım. Devrim denilince zihnime ışıkla uyarılmış şebengiz kuşları gibi paradokslar üşüşmesini engelleyemiyorum.

Ah! Bir devirebilseydim kendimi! İşte bütün mesele bu. Devrim de bu, hep ötelerde aranan.

Ve sonra bir tel daha düşüyor saçlarımdan.

Bakın bazen en karanlık tarafımın hinliği tutuyor ve pis pis sırıtıp dürtüyor beni. İstiyor ki çağırayım, istiyor ki bağırayım: Ey yargıç kisvesine bürünenler! Gelin ve sîgâya çekin beni! Bütün eylemlerimi, sözlerimi, sevdalarımı, inançlarımı hatta gerekirse kendimden bile utanıp sakladığım en kuytu düşüncelerimi ve düşlerimi bile... Davet ediyorum sizi, ey davetsiz misafirler! Çağrımdan utanmayın, kızarmasın yüzünüz asla ve gelin! Biz biliriz birbirimizi. Nasıl olsa bacadan gelecektiniz bir gün habersiz, bari şimdi efendi gibi kapıdan buyurun ve rahatınıza bakın; kendi mülkünüz gibi kullanın mülkümü. Sanki ben değil miyim şu mülke lanet okuyup duran?

Haydi durmayın sîgâya çekin beni; yapılsın yapılacaksa. Hem bakarsınız şöyle dinlemeye değecek bir şeyler çıkar ortaya. Örneğin belki olur ya size muson yağmurlarıyla yıkanmaktan masalsı bir çekiciliğe bürünmüş bir Hint güzeline beslediğim platonik aşkın mahrem ayrıntılarını anlatırım. Bu bünyeden böyle merak uyandıran, ilginç mi ilginç bir şey çıkmış olması sizi de tatmin edecektir biliyorum. Ayrıca sizler böyle olsun istemiyor muydunuz?

Lâkin o parlak cübbeyi sadece kendiniz için istemeniz yok mu,...çok tuhaf. Sakın bir başkası geçirmesin üzerine, sakın ha! Tabii ya, kim ister kendisinin de o meşum zanlı sandalyesine oturtulmasını böyle açıkça! Ama öyle ya da böyle kim kaçabilmiş ki? Bari yargıçlar âdil olsalar. Adâlet, evet adâlet... tepesinde perçem olan yar, kim bilir hangi tenhâ odalarda oturur.

Yargıç diyoruz da, belki bu da çok isabetli değil. Aslında Amerikan usûlü bir yargılamadan bahsetmek daha da uygun düşerdi. Hani şu Hollywood filmlerinde hep olduğu üzere: Jüri üyeleri gözlerini size dikmiş, tek bir kasınızdaki kıpırdanışa onlarca ma'nâ yükleyerek, ortak suçlarınızı itiraf etmenizi bekliyorlar heyecanla. Böylece bir taşla iki kuş vurup, sizin nârin kaleminizi kırarken kendileri de günah çıkarmış olacaklar.

Çağdaş ve mâhir engizisyonculara çıkmış adımız. Yeryüzünde şeytanlar arayan kuyruksuz tazılarız gibiyiz. Önce dikkatle kokluyoruz(en iyi bildiğimiz kokudur doğrusu), bir şey bulunca da tepinip havlamaya başlıyoruz. Fakat daha görevin bu kısmını sonlandıramadan bir iblis dölleniyor rahmimizde. Öyle ki, cenâze levâzımatçıları gömme merâsimimizi hakkıyla yapsalar yolların kesiştiği noktalarda yer kalacağı şüphe götürür bir mevzû'dur!

...

Sürekli hareket halindeyiz. Çıkışsız, girift labirentlere dönüşmüş dünya ve hareket çoktan araç olmaktan çıkmış bir amaç. Ama ya kalpler? Kalpler hep tırsak! Yahut bir an dursak titremeye başlayacak ayaklar.

Şu aşina caddelerde volta atan mahkumlar misâli atılıyor tüm adımlar ve sonunda hep aynı yere çıkıyorlar. Deja vu! Amansız bir döngü. Karanlık kişilere dönüştük ve çıkınımızda yalnızlıktan başka bir şey yok artık. Gölgeleri saldık şehre, evet biz saldık. Ve şimdi sanki ellerini açmış nihâî yağmuru bekliyor yeryüzü, ikinci bir tufan bekliyor, habis ayak izlerimizi sürüyüp götürecek olan bir tufan ya da bir çöl susuzluğu, sararmış kemiklerimizi sessiz kumların altına gömmek için.

Adamlar, adamlar, kara adamlar
Demir pençelerinin ezdiği taşlar
Ardlarından kederli bir "âh!" bıraktılar
(Şiir olabilseydi böyle söylenebilirdi hakkımızda.)

Döngü demiştik demesine, ama buna daha bir dikkatle bakmalıyız. Çünkü hâlimiz sanki bir tutukluluk halidir, ama tutuklananı da tutuklayanı da aynı kişidir ve atılan adımların hiçbir yere gitmek gibi bir niyeti yoktur aslında. Bu daracık alanda öylece dolanıp durmak, tüketmek istiyorlar kısacık ömürlerini. Kurulan bütün niyetler yalandan ya da içsel bir temâşâdan başka bir şey değil. İşin aslı ürkütüyor insanı fanusunun dışı. Ama yine de zamanın akrebi iteklemesinden alınan haz neden bu kadar az diye sormaktan geri duramıyoruz. Ve neden morglara yaraşır bir tavırla dökülüyor dudaklardan kelimeler? Ve yine neden temellerine kazık gibi çakılmış şu betondan binâlar bile içlerinde soluk gölgeler gibi dolananlardan daha canlı gözüküyor gözümüze? Ve sorular, sorular...

Ne yana dönüp kulak versek derinlerden gelen ağıtlara tutuluyoruz. Bunca uğultulu elem niçin? Bazen gizli, bazen düpedüz âşikâr çıkarlar uğruna, bazen yüce mi yüce ideallerin hesâbına sürekli nefret, şiddet ve tahammülsüzlük üretmek niçin? Bu uğruna, şu uğruna ötekileştirilmiş bir dünyadan medet ummaya kalkışmak...

Bir yandan sık sık savaş baltaları bileniyor ve tekrar çocukluk hastalığı olan ilericilik ve gericilik oyununu oynuyor bazılarımız, üstelik büyük adamlara(!) yaraşır bir ciddiyetle. Ama zaman tükeniyor ve ilerisi de yalan gerisi de.

Matematiksel bir görüngüye indirgeniyoruz klastrofobik devlet dairelerinde. Biz, 677345654.. numaralı Korkukratik Cumhuriyet vatandaşı! Yahut düşüncelerimiz, uyruklarımız, inançlarımız adına fişlenip dosyalanıyoruz yangından ilk kurtarılacak şu dolaplarda.

Bölünmek ya da böldürtmemek üzere ter kokan kürsü başı retorikleri dinliyoruz sabah akşam. Hâlbuki öz yurdumuz, benliklerimiz çoktan bölünmüş, çoktan paramparça. Kim bizi bir araya getirebilir şimdi?

Sokaklarımızda uğursuzluk sürüyor hükmünü. Bütün ilişkilerimiz bir yolunu bulup çıkar ve ödemeye dayanıyor en sonunda. Empati yeteneğimiz solup, yok olup gidiyor, silkinip bir maşraba su bile dökemiyoruz insanlığımızın, diriliğimizin ardından.

Bazılarımız yine ellerinde renkli kalemler çizgiler çiziyor jeopolitik kıymeti hâiz bürokratik haritalarda. Ve nedense hep kırmızı olanlar ağır basıyor ve haritalar sanki mürekkep değil kan kokuyor.

Kalın enseli baylar kıtalar arasında gezdiriyor büyük ideallerini(!) Minik, âciz, beş para etmez pısırık yüreklerine inat, savaş uçaklarının kanatlarından, füze menzillerinden mutluluk, zenginlik, adil düzen ve barış taşıyorlar yaban ellerdeki insanlara. Öyle bir hâl ki, komedi mi denilmeli trajedi mi belli değil.

Üç beş gün önce bir belgeselde uzun bir savaşın kalın gölgesinde soluk ve minik bedeniyle dikilen küçük bir kız çaresizliğin büyüttüğü bir bilgelikle şöyle diyordu: "Bana kalsa bütün dünyadaki insanları değiştirirdim... Ne işe yarıyorlar ki?"

Evet, ne işe yarıyoruz biz? Kuyruğundan başlayıp kendi kendisini yutan yılanlar gibiyiz. Ezelî mülkiyet da'vâmız iliğimizi kurutuyor, kanımızı emiyor diğer yandan. Yeryüzünün bir karışçık toprağında farazî düşmanlara karşı tepinip duruyoruz biteviye; asıl düşmanın, kötülerin kötüsünün hep bizim şu aydınlanmış aklımızın içine yuvalandığını unutarak.

Yerküre sayemizde makyajlanmış bir lağım kuyusuna dönüşüyor hızla. Ya da şimdilerde toprakta çürümekte olan bir düşünürden yola çıkarsak, göze hoş gelen simülasyonlarla örtülüyor bütün kubur kuyuları. Ve biz küstah kavgamızın çamuruna, isine, sidiğine, bokuna öylesine batıp çıkmışız, öylesine kirlenmişiz ki, kokuşmuşluğumuzu öz derimiz sanmaktayız artık. Kaldı ki, kirimizin farkına varsak bile nasıl temizlenebiliriz? Kimler güç yetirebilir, kimler altından kalkabilir bunca pisliğin?

Bir de erdemlerimiz var elbette. Öyle ki, şimdi bir tutsak sözün ucundan anlata anlata bitiremeyiz onları. Hani Şehrazat diline onları dolasaymış da olurmuş. Nice binbir gece biterdi, ama yine de erdemlerimiz bitmezdi. Bu yüzden onlarla ne kadar övünsek azdır doğrusu. Henüz sadece sözdeler, henüz yeterince sınanmamışlar mı dedi birileri? Ama ben yine de derim ki: İyi ki öyleler, iyi ki; yoksa konuşacak ne az şey kalırdı geriye ve ne çok suskunluk ve ne çok utanç...

...

Aklıma gelmişken anlatayım. Meşhur kinik filozof Sinopeli Diojen(ya da kendini tanımladığı ifadeyle "it Diojen") bazen sokakta aniden "Hey İnsanlar!" diye bağırırmış. Sonra etrafına kalabalık toplanınca, onlara döner ve "cudam değil adam arıyorum!" dermiş. Böyle deyince toplanan kalabalık dağılırmış tabii. Velhâsıl adam bulmak zor işmiş o zamanlar. Diojen garibimde bu yüzden kâh fıçısına tüneyip bakınır, kâh elde bir fener arar arar dururmuş işte. Ne yapacaksa adamı? Ve sonra 2500 yıl geçti, ama bu anlamda yaprak bile kımıldamadı; yaşayan bir Diojen klonu varsa sanırım hâlâ arıyordur muhtemelen.

Madem üşenmeyip Antik Yunan'a kadar uzanmışız biraz daha geri gidip mitolojinin büyük ozanı Hesiodos'dan devam edelim. Kendisi insanların çağlarından bahsederken, izi bile kalmamış Altın Çağ'dan tutup umut vermeyen bir şekilde beşinci çağa kadar anlatır. Şimdi biz beşinci çağda mıyız, yoksa çok daha beter bir başkasında mı bilmiyorum, ama onun beşinci çağ için söylediklerini hatırlayalım:

Beşinci neslin adamları arasında olacağıma, daha önce ölmüş ya da daha sonra doğmuş olmayı yeğlerdim. Çünkü bugünkü hakikaten demirden bir ırk; gündüzleri çalışmaktan, geceleri ise helak olmuşluktan dinlenemiyorlar... Hakikatleri güç olacak; ve her bir adam öbürünün şehrini yağmalayacak. Yeminini bozmayan adamın ya da adalet ya da iyiliğin kimseye faydası olmayacak; aksine kötülük yapana ve onun zorbalıklarına övgüler düzülecek... Kem sözlü, kötülükten haz alan kıskançlık, çatık kaşlı bir yüzle perişan adamların yakasını bırakmayacak. Ve Aidos ve Nemesis, beyaz cüppelere sarılı hoş siluetleriyle geniş patikalı yeryüzünden gidecekler; ve vazgeçecekler insanoğlunu ölümsüz tanrılar arasına katılmaya çağırmaktan.

Ve işte bir uzun tel daha ayrılıyor saçlarımdan.

İpler gerilmiş yukarıya ve üstlerinde âdemoğulları. Acemî cambaz misâli bir direniş sergiliyorlar. Bu elim manzara karşısında Sırat köprüsü denilen o tuhaf mefhum bile bu kadar terletemez insanı dersek yeridir. Ya hesapsız bir adım atıp düşerlerse aşağıya? Vah ki ne vah! Deliliğin uçurumu bekliyor orada. Öyleyse tüm dengeler incecik bir ip üzerinde, güyâ akıllı kalmak ve dîvâne olmak arasında. Gerçi söz konusu aklın başta kendileri olmak üzere hiçbir şeye pek bir faydası dokunduğu da söylenemez, ama şu kıldan ince durumun vahamet ve âciliyyeti karşısında bu daha ikincil bir sorun kabul edilmeli.

Kim bilir belki de bırakmalılar o boşluğa ruhlarını ve stoacıların dizginlenmemiş tutku diyecekleri dîvâneliği seçmeliler. Belki böylece biraz olsun dirilirler. Aklı başında olanların mecnûn olanlardan daha mes'ûd, daha canlı olduklarını kim söyleyebilmiş diri olanlar arasında?

Ve heyhât! Böylece bir tel daha çekip gidiyor saçlarımdan.

Bu defa beyaz bir tel mi buyurdunuz?

Gayrı varsın olsun! Bâri düşen şu üç beş teli de kalanların boyunlarındaki vebal yerine kefâretten sayalım.

Hattâ acele iki-üç mısra karalayıp(!?) olguyu da estetize edelim ve şöyle diyelim örneğin:

kafatası bir yumurta
ve kırılıp kabuğu
düşüyor akı saçlarımıza.

...

Soruların sonu: Ne zaman yumurtadan çıkar ve kanatlanır aklımız?