Büyümek üzerine ya da tam tersi...

29 Haziran 2006 Perşembe

Adam arkasından batmakta olan güneşin ufku kusursuz bir ressam gibi kızıla boyayışına aldırmadan ilerliyordu. Meçhul hedefine giden yolda zigzaklar çizmeden, sürekli akan kalabalıkların doldurduğu kaldırımlarda kendi yolunu açarak ilerliyordu. Zaman onun için yavaş akıyordu artık. Eğer dikkat edecek olsaydı korna seslerinin, insanların konuşmalarının, bağırışlarının yavaşlatılmış bir çekimdeki gibi uzayıp bozulduğunu farkedebilirdi. Eğer dikkat etseydi siyah çizmelerinin altından kaçan birikmiş yağmur sularının hava ile toprak arasında çizdiği kısacık yolu bütün ayrıntılarıyla takip edebilirdi.

Ama bu siyahlara bürünmüş adam bütün bunları farketmiyordu. Karşısına dikmiş olduğu gözleri gereğinden fazlasını görmüyorlardı. Asıl gördüğü şeyler dünyanın göreceli karmaşasında olup bitenler değil, zihninin puslu yollarındaki yürüyüşünde gördükleriydi ve onlar ağır, yansıması yüzüne vuran bir hüzne bulanmışlardı.

...

Çocukluk anılarına açılan kapının demir kolunu ittirdi ve menteşelerin gıcırtısı ile ağır kapı geriye doğru savruldu. Ve siyahlı adam içeriye baktı.

Bir çocuk vardı, kaygıları ve tasaları bile sevimli olan bir çocuk. Küçük ve boş bir odada kırmızı bir halının üstünde plastik askerleriyle oyunlar oynuyordu. Onlarla şehirler kuruyor, savaşlar ve bazen spor müsabakaları düzenliyordu. O günkü yaratıcılığına şaşırmaması elinde değildi. Adam gülümsedi. Hatırlamak ne kadar da hoştu. O askerlerden satın almak için eline para geçmesini hevesle bekler ve parası olunca hemen aşağıdaki tanıdık mahalle bakkalına koşar ve bakkal sağolsun ona fazla fazla verirdi, hatta şahsi muhabbeti sebebi ile olsa gerek, üstüne gözünün kaldığı çizgi romanlar da hediye ederdi. O da hemen eve koşar, küçük odaya kapanır ve işte imgesi hatıralarından asla silinmeyen o kırmızı halı üstünde kurulan ve dünyanın kara tasasıyla lekelenmemiş rengârenk çocukluk düşlerine bırakırdı kendini peşinden. Mutluluk buydu işte!

Daha ilkokuldayken o tüylü halının üstünde uzanır ve Jules Verne maceraları okurdu. Tüm okudukları arasında Pal Sokağı Çocukları onu ilk hüzünlendiren öyküydü. Çocukça saf ve kirlenmemiş bir gözyaşı bile dökmüştü sonunda. Keşke hep böyle kalsaydı yaşam. Ama heyhat! Sonra bir gün o askerleri ateşe attığı vakit de geldi. Kalbini doğruyor ve parçalarını kendi eliyle ateşe atıyordu sanki. Büyümek buydu işte!

Büyümek, sen neler ettin bu adama böyle? Halbuki bu adam başkalarına kıyasla çocukluğunu asla tam olarak kaybetmiş olduğuna inanmazdı. Ergin olmanın çocukluğu kaybetmek olmaması gerektiğini bilirdi. Hep çocukluğun kendine özgü bilgeliğine ve neşesine sarılmıştı, ama gel gör ki, büyümenin eskisinin yerine koyduğu yeni bilinç ve yeni algıları engelleyememişti, engelleyemezdi. Büyümek anlaşılmaz acılar çekmek demekti, hem kendisi hem dünya için. Büyümek masumiyeti kaybetmek demekti, artık masumiyete inanamamak demekti. Büyümek bitmeksizin bir yarın kaygısına gömülmek demekti. Büyümek göze yavaşça bir tül indirmekti, renkleri silikleştiren bir tül. Dünya onun ardından bakıldığında asla eskisi kadar renkli ve şen olamazdı. Büyümek kendini ipe asılmış bir çamaşır gibi gergin ve çaresiz hissetmek demekti. Şair ne güzel söylemiş:

Çocukken haftalar bana asırdı;
Derken saat oldu, derken saniye...


İşte böyle; büyümek zamanla anlamsız bir yarışa zorlanmak demekti.

Adam sonunda dayanamadı, kendini dışarı attı geçmişin koridorlarından. Kalabalık hâlâ akıyordu etrafında, durmamacasına. Bu telaş, bu labirentlere dönüşmüş dünyadaki koşturmaca ne zaman bitecekti. Sonra kimdi bu ahali ve örneğin kendisi bu garip dünyada ne arıyordu? Bu anda, geçmiş hatıralarla sarılmış bu bezginlik anında bu sorular cevapları zor sorulardı.

Adam kafasını kaldırdı ve henüz taze karanlığın gelişini müjdeleyen ve sessizce ışıldayan yıldızlara baktı. Şöyle düşündü: yanı başında bir merdiven peydahlansa birden, gökyüzüne uzanan, yıldızların ötesine, evrenin sınırlarının dışına uzanan bir merdiven. Ona tırmansa; attığı her adım onu biraz daha yaklaştırsa çocukluğuna. Tırmansa, tırmansa, tırmansa... ve sonunda zaman denilen mefhumun olmadığı yere varsa. Bir kırmızı halı üstünde hep çocuk kalınabilen yere.

Ama ne yazık! Bu da yine yavan bir düştü işte, payına kalanlardan bir düş...

Tasarım çalışmaları sonlandı (şimdilik)

25 Haziran 2006 Pazar

Evet, yeni halimiz budur. Fena bunaldım kodların arasında. Gerçi hâlâ bazı istediğim şeyleri oturtabilmiş değilim. İleride yavaş yavaş bir kaç grafiksel değişim getirebiliriz. Tabii komple daha uygun bir şablon bulursam onu uyarlamayacak da değilim. Dün gece Internet'i şöyle bir taradım, template sitelerine baktım ama çok da tatmin olamadım aslında. Kanımca mevcut en iyisi buydu.

Tasarım bu kez daha koyu renklerden oluşuyor. Bu seçimin önceki haline göre okumada daha fazla zorluk çıkartacağı kesin. Fakat umuyorum çok büyük bir sorun olmayacaktır. Aslında arkaplan rengini daha açık tonlara değiştirmeyi düşündüm, fakat bunu yapınca koyu renkli hazır grafiklerle sorun çıkartacaktı. Onların hepsini değiştirmeyi şimdilik göze alamadığım için böyle bıraktım. Beğenmezseniz de gelin bas bas bağırın.

Sağ sütuna görebileceğiniz üzere iki yeni bölüm daha ekledim.

Ayrıca diğer işlerde çok hızlı ve sağlam olan Opera'da bu bloga yazılan yazıları düzenleme konusunda bir sorun var. Compose kısmını kullanarak iki güzellik yapalım diyorsun, insanı çileden çıkartan hatalar vermeye başlıyor.