Bindik bi alamete, gedeyoz gıyamete, hem de oynayıvererekten.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Ma'lûm, doğru dürüst oyun oynamayınca insanın bilgisayar sistemlerini çok fazla güncellemeye de ihtiyacı olmuyor. Uzun süredir biri masaüstü biri de dizüstü olmak üzere iki bilgisayar kullanıyorum. Oldukça da eskimiştiler, ama son iki senedir özellikle yeni oyunlardan mümkün mertebe uzak durunca, sadece RAM takviyesi işimi görmeye fazlasıyla yetmişti.

Fakat bu aralar bilgisayarlarda bariz bir yetersizlik hissettim yoğun olarak. Bir ara Test Drive Unlimited ilgimi çekti, oynayayım dedim örneğin, ama oyunu gören dizüstü bilgisayarım diz üstü çöktü ve şahsımdan af dilendi. Üzülme, dedim kendisine, bugüne kadar görevini bihakkın yerini getirdiğine ben şahidim, ama madem elinden gelen bu kadar, hele bir bakalım ne yapabileceğiz sırtındaki yükü hafifletmek için.

Çözümü yeni bir sistem doğrultusunda geliştirmiş olmam şaşırtıcı olmasa gerektir ey okur. Tabii yeni bir sistem edinmeye karar vermek başka, onu edinmek başka bir mevzu. Öncelikle hangi platformu seçeceğime karar vermem gerekti. Gidip yeni bir dizüstü mü alsam, yoksa şu kaç senedir 7 gün 24 saat mesai yapan ve antikaya çıkması muhtemel masaüstü sistemi emekli edip, yerine gıcır bir masaüstü mü koysam acaba diye düşündüm taşındım, datlı datlı gaşındım ve nihayet bir karara vardım.

Dizüstünün getirdiği konfor kıyas kabul etmez, ama zaten elimizde bir tane var, oyun oynamaya niyetlenilmediği sürece de daha bir süre idare eder. Hâl böyle olunca da oyumuzu masaüstü sistemden yana kullanmış olduk. Geriye elbette abartmadan bir limit fiyat belirleyip, o fiyata en uygun donanımları seçmek kaldı. Test ve incelemeler arasında bir hafta kadar dolandıktan sonra da bu zorlu işin üstesinden gelmiş oldum. Şu kadarını söylemeliyim ki, yeterli grafik performansı tek belirleyici kriterimiz değildi, görsellik ve konfor da ürün seçimlerimizde belirleyici olmuştur.

Velhâsıl gerek Internet'ten sipariş ettiğim gerekse de elden temin ettiğim ürünlerin montesini ve kurulumunu elceğizimle çar çabucak gerçekleştirip, siyahlara bürünmüş bu makinenin karşısına bir şevkle kuruluverdim. Değil mi ki, yeni bilgisayarın tozlanmasına müsaade etmeyecek birikmiş oyunlarımız da vardı.

Şimdilik burada soluklanıp, azıcık nostaljiye izin verebiliriz. Fi tarihindeyiz ve eve bir Pentium 166 işlemcili bilgisayar duhul etmiş. Bu mevzu bahis bilgisayarın 3D hızlandırıcı nedir bilmeyen ekran kartının RAM'i takdire şâyân, tam iki 2 MB. Zaten 32 MB da bilgisayarın RAM'i(ki zamanına göre üst düzey bir miktar). Bu canavar gibi makinenin içinde bir oyun var ki, ilk gördüğümde ağzım açık uzun süre seyrettiğimi bilirim. O gün bugündür hiçbir oyun beni o denli şaşkına çevirmemiştir. Aynı dönemlerde Duke Nukem ve Blood'ı da zevkle oynamışımdır, ama Quake'in hatırası çok başkadır. Oyunun o tuhaf gotik tasarımına hayran olmuştum, hâlâ da hayranım. Daha sonraki oyunlarında söz konusu gotik atmosfer ortadan kayboldu büyük oranda. Serinin diğer oyunlarından Quake 2 neyse de, Quake 3 beni pek ilgilendirmemişti, Quake 4'ü ise, bir defa monoton bir havada oynayıp bitirdim ve şahsını unuttum gitti, ama ilk Quake'i açıp oynarım hâlâ aklıma düştükçe.

Bir de Fallout var elbette. Post-apokaliptik bir geleceğe dair neredeyse hastalıklı bir merakla, yolda olmanın büyüsünü bir araya getirmiş bir şaheser. Kimse öylesine bir gelecekte yaşamak istemez, ama neden orada rol yapmayı bu denli sevdik ki? Bu sadece oyunlarla ilgili bir mesel değil. Neden böylesi bir bilim-kurgu romanının atmosferine bağlanırız ya da neden diyelim Mad-Max’i izlemek cezbedici? Hangi sebeple insanın köpek gibi süründüğü bir gelecek düşüncesinden bu denli zevk alıyoruz? Nedir bizi o çorak manzaralara yarı hüzünlü yarı hayran bir şekilde seyran ettiren? Sadece eğlencelik bir macera tutkusu mu? Ola ki, bir yanımız değiştirmek isteyip de beceremediğimiz şu düzenin kendi kendisini havaya uçurmasından medet umuyordur kim bilir. Böylece içten içe bir halta yaramamış uygarlık tarihini tabiri caizse resetleyip en başa dönme imkânı elde etmiş olmayı umuyoruzdur belki. Yeniden klanlar ve komünler sistemine doğru atılan uzun bir geri adım!

Fakat Fallout'un çizdiği gelecek manzarası, insanın dünyası ve genetik yapısı dumura uğrarken acımasız bir hayatta kalma mücadelesinin içine düşmüştür ma'lûm olduğu üzere. Yeryüzü nükleer bir yıkım ile süpürülmüş ve bir çöle dönüşmüştür, ama ot bitmeyen bu çorak topraklarda efendiler ve köleler, arsızlar ve hırsızlar hızla boy atmaktadırlar. Fallout'un alternatif gerçekliği militarize ve kaotik bir gerçekliktir. Bu hâliyle belki Hobbes'un devletler öncesi durum tasvirini onayladığını bile düşünebiliriz. Son teknoloji silah ve cephaneler ve envaî çeşit zararlı maddenin her yere nüfuz ettiği bu yeni dünyada bir adet su çipi bulmak için başımızı güvenli kovuğumuzdan çıkartırız, yaşam kurtarma derdindeyizdir ve epi topu bir su çipidir aradığımız, ama onu bulmak için haritayı boydan boya dolanmak zorunda kalınca anlarız ki, Süleyman haklıdır ve güneşin altında yeni bir şey yoktur. Yeryüzünü yeşertmek yerine, insanoğlu birbirinin boğazına sarılmayı tercih etmektedir ısrarla.

Hülâsa bellekte özel yerleri olan oyunlar bunlar, aynı Diablo gibi, AoE gibi, HoMM3 gibi. Gözlerimizdeki miyopiye naçizane katkıda bulunmuş, saatlerin nasıl aktığını anlayamadığımız zamanlarda sabahlara kadar çilemizi çekmişlerdir.

Fakat 2005’in sonlarına doğru oyunlarla arama belirgin bir soğukluk girdi. Merak duymaz bir ruh hâli çöktü üzerime. Arada bir açıp oynuyordum ama çok çabuk sıkılıyordum artık. Bir ara Heroes 5 oldukça vaktimi almıştır, onu hatırlıyorum sadece.

Neyse her hâlükârda yeni makine bazı oyunları oynamak için yeterli şevki vermiş oldu. Böylece hızlıca bir giriş yapmış oldum. Üç haftada beş tane oyunun sonunu görmek fena bir skor olmasa gerek.

Öncelikli merakım Crysis'e dairdi ve ilk onu denemiş oldum. Esasında sistemleri bu denli zorlayan oyunlardan hazzetmem; benim ideal dünyamda oyunlar ortalama sistemlerde rahatlıkla ve oyunun görsel zenginliğinden fazla taviz vermeden oynana bilmelidir. Dolayısıyla kaç kişi bu oyunu orijinal alıp doğru dürüst oynayamadı merak ediyorum.

Oyuna görsel açıdan diyecek fazla bir şey yok, fakat bir tepede soluklanıp, Crysis'in becerikli grafik motorunun çizdiği manzaraları hayranlıkla seyrediyoruz olmamız simülasyonun doğası ve bizim onunla kurduğumuz ilişkiye dair düşünmeye sevk ediyor ister istemez. Sanal gerçeklikle Platonculuk arasında bir bağlantı kurmamak çok zor. Acaba diye düşünüyor insan, bu oyunu oynayanların kaçı o geniş ve yapay manzaralara gerçeğinden daha dikkatle ve uzun süre nazar ediyordur? Tabii bunun karşısında, "gerçek hayat yalnızca başka bir penceredir(window)" mottosunu seslendirenlerden de olabilirsiniz.

Oyuna dönersek tekrar, Türkçe seslendirme mevzusu elbette takdiri hak ediyor. Fakat bu yapılana büyük bir lütuf olarak da bakmıyorum, çünkü özellikle doğu dillerine destek söz konusunda olduğunda oyun firmalarının bugüne kadar çok iyi bir sınav verdiği kanısında değilim.

Crysis'in temel esprisi nano teknolojik giysinizden ibaret. Ortaya koyulan hikâyeden haz etmiş değilim açıkçası. Yerine göre Almanları, Rusları, Vietnamlıları, Korelileri, Ortadoğuluları vs. öldürme simülasyonu olarak oyun oynamak bunca zaman sonra çok rahatsız edici oluyor. Bugüne kadar oyunlarda gördüğümüz süreklilik arz eden bu mantık Amerikan ulus-uygarlık mitosunun da bir uzantısı, bir taşıyıcısıdır. Dünyalı ya da uzaylı "öteki"lerin şu bitmek bilmez tehdidinin oyunların itici gücü olmasına karşı daha fazla dikkat kesilmeliyiz. Özellikle aksiyon tarzı oyunlarda dünya dışı ırklarla ilişkilerimiz üçüncü sınıf bilim-kurgu romanlarındaki saldırgan ve sömürgeci mantığın kötü bir tekrarından başka bir şey değildir. Söz konusu taraflar dünyevî olduğunda ise daha da acınası bir durum ortaya çıkıyor. Amerikan merkezli ve apaçık marazî, paranoyak ve ahlâk dışı olarak nitelenmesi gereken ideolojik bir düşman kurgusu ile karşı karşıya kalıyoruz. Ayrıca şunu rahatlıkla iddia etmek mümkün: Oyunların gerçeklikle kurdukları giderek gelişen sahici ilişkiler şiddet içeren doğalarından dolayı her geçen gün biraz daha büyük bir etik soruna dönüşecektir.

Fakat şimdilik bu eleştirel kısmı bir kenara koyalım ve BioShock'tan devam edelim.

Big Daddy'nin boy gösterdiği o ma'lûm afişi ilk gördüğüm zaman bana fazlaca bir şey ifade ettiğini söyleyemem. Fakat sonra yılın en iyi oyunları listelerinde adını görmek biraz olsun merakımı uyandırınca, nedir ne değildir diye daha yakından baktım ve sonuçta mutlaka denemem gerektiğini düşündüm.

İçsel dinamikleri ile seçkinci bir ütopik gayeden distopik bir kargaşaya kadar varan tuhaf ve trajik bir girişimin sürprizli ve sürükleyici hikâyesinin aforizmalar ve ilginç göndermeler eşliğinde işlenişi bir yana, Rapture'ın tasarımı özellikle dikkat çekici. Fikir tamamen orijinal olmayabilir, ama görsel olarak ortaya konulan manzara takdire şâyân ve öyküyle çok iyi kaynaşmış. 20. Yüzyılın ortasına ait o renk cümbüşünün(ki zaman zaman Kar Wai Wong filmlerini hatırlatmadı değil) steampunk metinlerini andıran bir teknolojik yapıyla iç içe geçişi sûretiyle meydana getirilmiş fütüristik dizayn hayranlık uyandırıcı. Bu nedenledir ki, oyunda gezinmek çok zevkliydi.

BioShock'ta var olduğu izlenimi veren RPG öğeleri çok tutarlı değil. Öncelikle oyun çok kolay, ancak yorgunluktan kaynaklanan bir konsantrasyon bozukluğu ya da boş vermişlik sonucunda güme gidebilirsiniz. Bu basitlik bizim oynanıştan ziyade öyküye daha fazla odaklanmamız doğrultusunda tasarlanmış olabilir, ama kişisel olarak ilerlemenin biraz daha zor olmasını tercih ederdim. ADAM manyağı ve acınası şehir sakinleri özellikle pompalı tüfeğiniz karşısında kayda değer bir direniş gösteremiyorlar zira. Plasmidlerinizin de bir ikisi dışında olmazsa olmaz bir tarafı yok, bu da oyunun seçime dayalı yönünü oldukça baltalamış elbette.

BioShock belirgin bir şekilde karikatürize edilmiş olmasına rağmen, azımsanmayacak derecede duygusal bir yoğunluk barındırıyor. Little Sister'ların kaderini belirleyebilme mevzuu kendi adıma bir seçim meselesi sayılmazdı. İş oraya varınca elbette kurtarmayı tercih edecektim. Benim için daha ciddi sıkıntı Big Daddy ve Little Sister'lar arasındaki duygusal bağı gördükten sonra, Big Daddy'leri yolcu ederken sürekli rahatsızlık hissetmiş olmamdır. Neyse ki afacanları kurtarınca zırlamayı kesip teşekkür ediyorlar da biraz ferahlıyorsunuz.

Fort Frolic bölümüne hayran kaldığımı da belirtmeden edemeyeceğim, oyunun ruhunu en iyi o bölüm yansıtıyor kanımca. Dolayısıyla Salvador Dali hayranı, eli maşalı dahi psikopat Sander Cohen'a asla kıyamazdım ve kıymadım da. Ondan daha nice yeni sapkın sanat eserlerine vesile olmasını bekliyoruz.

Gelelim Assassin's Creed'e: hani Yahya Kemal'in, "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul" mısralarını hatırlatan oyun. Eğer benim gibi durup dururken oyunlardaki yüksek yerlere çıkıp kendinizi aşağı bırakmak gibi marazî bir eğiliminiz varsa bu oyuna biçilmiş kaftan gözüyle bakabilirsiniz. Çünkü bu şerefeden o burca tırmanıp durmamız bir yana, ancak bazı sinema filmlerinde görebileceğiniz bir efekt eşliğinde adımıza yaraşır bir zarafetle ve artistik dalış yapan sporcuları kıskandıracak bir beceriyle aşağı süzüle biliyoruz.

Oyunda şaşırtıcı olmayan tarihsel hatalar var elbette, ama asıl sıkıntısı bütün o görsel estetiğine rağmen, ne yazık ki, ulvî amacımız boyunca(!) ana suikastlara giden yolda aldığımız görevlerin kısıtlı ve yaratıcılık noksanlığından muzdarip olmasıdır. Yine de pek sıkıldığımı söyleyemem, çünkü oyun fazlasıyla eğlenceliydi. Bunda üçüncü bakıştan oynanan bir oyun için şaşılası basitlikte kontrollere sahip olmasının payı çok büyüktür elbette.

Bir iki kelime de Çernobil faciası ile Tarkovsky'nin Stalker'ını harmanlayan S.T.A.L.K.E.R.'a ayırabilirim sanırım(uzun bir süre FPS oynamasam da olur artık). Oyunun nükleer felaket sonrasına dair çizdiği görsel manzarayı etkileyici bulduğumu söylemeliyim. Mutasyona maruz kalmış itlerin meşum ulumaları, sık sık ortaya çıkan anomaliler, yağmur altındaki göz alıcı şimşek parlamaları ve tekinsiz sarımsı bir sis altındaki bataklık araziler terk edilmişlik ve gerilim hissini yerli yerince verebiliyor. 50 metre ileride düşman üssü varken birkaç yorgun Stalker'ın bir yol kenarına çöküp, ateş etrafında sıla öyküleri eşliğinde(!) gitar tıngırdatması falan da çok hoş olmuş(bu arada serbest çağrışım yaptı, Arkadi-Boris kardeşlere ait orijinal öykünün Türkçesi Yol Kenarında Piknik'tir, tabii bu pikniği yapan ve arkalarında pek çok gizemli "atık" bırakan Bölge’ye uzaydan geldiği düşünülen esrarengiz ziyaretçilerdir).

S.T.A.L.K.E.R nispeten zor bir oyun; yapay zekâ hakikaten çok sıkı savaşıyor. Bir de üstüne benim gibi başıboş ve zamansız dolanan bir tipseniz işler oldukça zora girebiliyor. Daha ağır, sıralı ve dikkatli oynamak gerekiyor açıkçası, yoksa zırt pırt ölmek işten bile değil. Bunun dışında geniş mesafeler için araç kullanımı olmaması ve biteviye yürümek zorunda olmamız fazla yorucu olmuş; bir de üzerine taşıdığımız ekipmana göre çabuk takatsiz kalıyor olmamız eklendiğinde bazen o kadar yolu tekrar tekrar sürünmek çileden çıkartıyor insanı, fakat bu yine de zorlu hayat şartlarını yansıtması bakımından gerekli bir eksik olarak düşünebilir. Yeni ek paketinde bu duruma kısmi bir çözüm getirmişler anladığım kadarıyla, ama artık benden bu kadar, taban tepe tepe takatim kalmadı. Oyunu oldukça kısa bir yoldan tamamladığım için pek hayırlı bir sonum olmadığını da eklemiş olayım. Tabii denildiği gibi bir musibet bin nasihatten iyidir.

Evet, böylece zamanında oynayamadığım birkaç oyuna dair kısa kısa izlenimlerimi de geçmiş oldum. Bu arada Fallout 3'ü bekliyorum her şeye rağmen. Sistemi yenilememin esas nedenlerinden birisidir o. Gerçi oyunun yapısı oldukça değişmiş görünüyor. Geriye kalan ne kadar Fallout'tur ondan çok şüpheliyim. Fallout adıyla çıkan bir oyunu klasik izometrik görünüşü ile oynamayı arzu ederdim açıkçası. Lâkin yapacak pek bir şey de yok. Çok açık ki, konsolların varlığı bu tür oyunlar söz konusu olduğunda sağlıklı sonuçlar doğurmuyor.

Şu son bir ay içinde oyunların zamanı nasıl hiç ettiğini de yeniden hatırlamış oldum. Eğer oynarken benim gibi gidip gelen bir vicdan azabı duymaya başlamışsanız, işiniz zor demektir. Bir ebeveyn edasıyla, kaç saattir şu oyunla meşgulsün Vampir, zamanına yazık değil mi, diyen derinden bir ses rahatsız edip duruyor uzun süre oynayınca. O sesi umursuyor ve hak veriyor olmanız durumu daha kötü kılıyor sadece. Bir yandan Homo Ludens olduğunuzun yani oyun oynayan bir canlı olduğunuzun farkındasınız. Oyun sanal olsun ya da olmasın, oynamak sizin ontolojik bir parçanız. Oynamaya dair irrasyonel bir meyliniz var. Ama öte yandan oyunların felç edici ve bağımlılık yapıcı özelliğine karşı bir direnç gösteriyorsunuz. Ve bu sağlıklı bir direnç! Geçen ay içinde başka aktivitelere ayırmam gereken zamanın önemli bir kısmını oyun oynayarak geçirmiş olmam çok hoş bir durum değildi elbette. Neyse ki, geçici bir hevesti de normale dönmekte çok zorluk çekmedim.



Bu yazının sayfa altı videosu Emmylou Harris’ten geliyor. Eski ve neşeli bir Country şarkısı: I’m Movin’ On.