16 Kasım 2012 Cuma
Uzun süredir bloğa yazamamış olmanın mahcubiyeti ile bir kez daha karşınızdayım ey okur. Bu kez ilginç bir şahsı misafir edip, bazı metinleri üzerinden hakkında birkaç kelâm olsun dillendirmeye gayret edeceğiz. Bir süredir aheste de olsa, İbnu’l-Cevzî’nin metinleri ilgi alanıma girip çıkmaktalar. Kitâbu'l-Ezkiyâ (Zekiler Kitabı), Kitâbu’l Hamkâ vel-Mugaffelîn (Ahmaklar ve Dalgınlar Kitabı), Ahbâru’z Zirrâf ve’l-Mutemâcinin (Latifeler Kitabı) ve Telbîsu İblîs (Şeytanın Ayartması) gibi metinler bunlar. Fakat metinler üzerinden yürümeye başlamadan evvel, kimdir bu İbnu’l-Cevzî sorusuna özet düzeyinde olsa da bir yanıt vermekle başlayalım isterim.
Hicrî VI. asrın çalkantılı günlerinde Bağdat’ta doğmuş, din ve edep ilimlerinin pek çoğunda oldukça yetkin eserler bırakarak her fâni gibi göçüp gitmiş bir şahsiyet İbnu’l Cevzî. Künyesi Ebu’l-Ferec olan İbnu’l-Cevzî'nin şeceresi Hz. Ebu Bekir’e kadar uzanıyor. Onu yaşadığı döneminin koşullarından ayrı bir karakter olarak düşünmek elbette mümkün değil. Bu döneme hâkim olan resme nazar edildiğinde, kökleri IV/X. yüzyılda atılmış bir dağılış manzarası görülecektir. X. yüzyıldan itibaren doygunluk noktasına ulaşan sınırlarla birlikte, Bağdat’taki Abbâsî halifesinin otoritesi de çökmeye başlar. Öyle ki, Fâtimîlerle birlikte emîru-l-mu’minîn ifadesi âdeta önüne gelenin kullanmaktan çekinmediği bir ünvana dönüşmüş ve ciddi bir halife enflasyonu meydana gelmiştir. XII. yüzyılda Bağdat’ta hâlâ bir Abbâsî halifesi vardır elbette -İbnu’l-Cevzî'nin uzun ömründen altı Abbâsî halifesi geçip gitmiştir- fakat Selçuklu sultanlarının eline bakan, siyasal gücü çok kısıtlı bir halifedir söz konusu olan. Mevcut siyasal durumun dinsel alana da kaçınılmaz olarak yansıdığı ve farklı ekollerin, özellikle de bâtınî ve gulât-ı şîa fırkaların alıp yürüdüğü bir döneme de tekâbül eder bu târihsel çerçeve. Hâl böyleyken İbnu’l-Cevzî hem kişisel gayretleri üzerinden hem de resmî talepler düzeyinde bilfiil bu gruplarla mücâdele içinde bir ömür geçirmiştir.
Onun 200’den fazla metin kaleme aldığı rivâyet ediliyor ki, bugün elimizde bu yekûnun yarısından azı mevcut ve bu mevcudun da basılmış olanları küçük bir kısmından ibaret durumda. Yaşadığı dönemde İbnu’l-Cevzî diğer vasıflarından evvel çok popüler ve etkileyici bir vâiz olarak tanınmıştır. Öyle ki, vaazlarında 50.000 dinleyiciye kadar ulaşabildiğinden bahsediliyor (bu sayının kesretten kinâye olduğu bizce açık). Fakat vâizlikteki şöhreti yanında, onu bir muhaddis, müfessir, mütekellim, fakih, târihçi ve dilci olarak da selamlamak durumundayız. Nitekim beş ayrı medresede müderrislik yapabilecek bir şahsiyet var karşımızda. Dahası pek çok müspet ilim dalında da eserler kaleme aldığı görülüyor.
Eserleri arasında meşhur olanlarını şöyle kısaca hatırlatmış olalım: el-Mevzûat adlı uydurma hadisleri topladığı çalışma, bu alanda yapılmış en erken örneklerden biridir. Yine el-İlel adlı bir diğer hadis çalışmasında da zayıf rivâyetleri bir araya getirdiğini görmekteyiz. Tefsir alanında Zadu’l-Mesîr adlı ünlü bir muhtasar tefsiri mevcut. Akâid alanında ise Ahbâru's-Sıfat ve Def’u Şubehi't-Teşbih adlı eserleri öne çıkmakta. Târihe gelince, el-Muntazam fi’t-Târih adlı çalışması yıllık-biyografi türünün elimize ulaşan ilk örneği kabul ediliyor. Döneminin Bağdat’ı için eşsiz bir kaynak olarak görülmekte. Yine bu son kitap klasik İslâmî ilimlerde “ahbâr” denilen kronolojik olmayan rivâyet merkezli târih çalışmalarının da yetkin bir örneğidir ki, yayımlanan metinlerinin epeyce bir kısmının az-çok bu türden metinlerden müteşekkil olduğu görülecektir.
Hülâsa İbnu’l-Cevzî’nin hâkim olduğu yelpazenin genişliğine bakıldığında, insanın hayrete dûçâr olmaması zor. Öylesine yoğun bir kitâbiyât faaliyeti göstermiştir ki, vasiyetinde eserlerini yazarken kullandığı kalemlerin birikmiş talaşlarının yıkanacağı suyun ısıtılmasında kullanılmasını istediği ve neticede böyle yapıldığında geriye fazladan talaş kaldığı bir söylence olarak aktarılıyor.
Benim bu yazıda odaklanacağım esas metin Telbîsu İblîs olacak, fakat ismini andığım diğer metinlerin ahbâr türünün artık klasik hâline gelmiş metinleri olduğuna da işaret etmeliyim. Yukarıda dikkat çekildiği üzere bunlar kronoloji takip etmeyen, birer rivâyet derlemesi olarak kaleme alınmış eserler. Metinlerin mâhiyetlerine tek tek girmiyorum, zîrâ isimlerinden ma’lûm olmalı. Eğer Câhız ve İbn Abdirabbih gibi isimlerinden haberdarsanız, bu metinlerin yapısını da oldukça âşinâsız demektir. Elbette kitapların yapı ve üslûbuna İbnu’l-Cevzî’nin bir vâiz olmasından mütevellit özellikleri yansımış durumda, yani işbu metinler oldukça didaktik bir keyfiyet arz edebiliyorlar, fakat öte yandan her birinin İslâm kültür târihi hakkında kaynak değeri taşıyan metinler olduğunu söylemeliyiz.
Telbîsu İblîs’e gelecek olursak, bu metin ayrı ayrı yayınevleri tarafından Türkçeye benzer isimler altında birkaç defa çevrilmiş görünüyor. Eser temelde üç bölümden müteşekkil ve tanınmış bir takım şahısların veyahut çeşitli fırka ve mezheplerin i'tikadî ya da amelî düzeyde içine düştükleri hatâ ve yanlışlara dair rivâyetlerin derlendiği ve müellif tarafından ciddi şekilde tenkîd edildiği bir muhtevaya sahip. Tabiî bu noktada İbnu’l-Cevzî’nin Hanbelî ekolüne mensûbiyetini hatırlatmak elzem olacaktır. Dolayısıyla o selefî ekole mensup bir kalemdir ve eleştirilerinin yönü ve sertliği de bu bağlam dikkate alınarak okunmalıdır. Öte yandan onun kendi sözlerine yansıyan Hanbeli mensûbiyetinin, metinlerinin geneli açısından ciddi tenâkuzlar doğurduğunu da işâret etmeliyiz. Söz konusu manzaraya bakarak onun mutaassıp bir Hanbelî olmadığını söyleyebiliriz belki. Hattâ özellikle kelâm bağlamında gerektiğinde sık sık akla dolayısıyla te’vîle başvuran bir Eş’ari gibi konumlanmış gözüküyor. Öte yandan her ne kadar böyle bir eğilimi varsa da, aynı zamanda bir disiplin olarak kelâma ve kelâmcılara karşı oldukça menfî düşünceler beslediğini de görmekteyiz. Örneğin Telbîsu İblîs’de şuna benzer birçok rivâyet aktarmakta bize:
Ebu’l-Meali el-Cüveynî derdi ki: “Tüm İslâm âlemini ve uğraştıkları ilimleri dolaştım. Denizlerde de yolculuk yaptım. İslâm’ın nehyettiği şeylere daldım. Tüm bunları taklitten kaçınıp hakkı aramak için yaptım. Ama şimdi hepsinden döndüm ve hak kelimeye geldim. Şu ihtiyarların dinini izleyin. Eğer hak bana ulaşmaz da bu ihtiyarların yolu üzere ölmezsem ve bu dünyadan göçerken ihlas kelimesi ile ağzım kapanmazsa vay halime.”
Her ne kadar alıntıda yer verilen Cüveynî bir Eş’ari ise de, kelâma dönük tenkitlerdeki ana hedef genelde Mu’tezile olacaktır daha çok. Bu bağlamda metodolojik bir tutarsızlık da göze çarpıyor, zîrâ bir yandan genelde mütekellimleri özelde Mu’tezile’yi Allah’ın varlığı ve sıfatları gibi meselelerde filozoflardan alınmış yöntemlerle akla ve te’vîle başvurmaları dolayısıyla ağır bir biçimde suçlarken, diğer yandan yukarıda işaret ettiğimiz üzere kendisi de Müşebbihe ve Mücessime’ye karşı hiç çekinmeden te’vîl yoluna gidebilmektedir. Dolayısıyla İbnu’l-Cevzî’nin nakil-akıl geriliminde konumu oldukça muğlak ve metinden metine çok değişebiliyor. Bu sorunu çözebilmek için bazıları, onun fıkıhta Hanbelî, itikatta Eş’ari olduğuna işaret etmekteler.
Behemehâl Telbîsu İblîs, İbnu’l-Cevzî’nin gelenekçi yönünün ağır bastığı bir metin. Her ne kadar yer yer mutekaddimûnu taklit etme konusunda menfî bir duruş sergiliyor ise de, eser sünnete ve cemaate bağlılığa övgüler düzerek açılan ve bid’atları ve bid’atçıları zemmederek yoluna devam eden bir metin mâhiyetindedir. Bu doğrultuda bakıldığında, Telbîsu İblîs’in eleştiri okları karşısında Ehli Sünnet ve’l-Cemaat’ın temel çekirdeği dışında hemen herkes hâzır ve nâzırdır. Sözün burasında müellifin 73 fırka (Fırka-yi Nâciye) ile ilgili meşhur hadise gelip demir atması okur için elbette bir sürpriz olmayacaktır. Öyle ki, cehennemlik olan fırkalar bâbında Kaderiye, Cebriye, Mürcie, Rafiziye, Cehmiyye ve Haruriye isimlerini ve bunların her birinin 12 alt fırkasını tek tek sayar ve böylece bunları 72’ye tamamlayıp, sapıklar kervanına ekleyiverir. Bu tasnifin bugün için iler tutar bir yanı elbette yok, zîrâ esâsen İslâm târihine kaba bir bakış bile, 73 sayısının vak'a ile yakınlık düzeyinde bile bir ilişkisinin olmadığını, dahası süreç içinde ortaya çıkan fırka, ekol ve mezheplerin isimlerinden ansiklopedik bir çalışma bina edilebileceğini aşikâr kılmaya yetecektir.
Elbette İbnu’l-Cevzî’nin selefî pozisyonuyla, spesifik eleştirilerindeki isâbet oranının zorunlu olarak bağlantılı olmadığının altını mutlaka çizmek gerekiyor. Doğrusu çoğu zaman oldukça haklı ve sağlam tenkîtlerde bulunduğunu düşünmemek için hiçbir neden yok. Telbîsu İblîs’in yarısından fazlasının tasavvuftaki aşırılıklara ayrıldığını düşünürsek bu durum özellikle dikkat çekici olacaktır.
Tenkîd düzeyinde en temel sorun, müellifin hedef tahtasına koyduğu şahıs ya da grupların, fikir ya da eylemlerine hüccet olarak gösterdikleri rivâyetlerin problemlerine haklı olarak işaret ederken, kendisinin de zaman zaman en az onlar kadar sorunlu olan nakillerden deliller oluşturma yoluna gitmiş olmasıdır. Hâl böyleyken, İbnu’l-Cevzî ile ilgili başka bir tutarlılık sorununa daha gelip çatıyoruz. Yukarıda eserlerinden bahsederken İbnu’l-Cevzî’nin mevzû ve zayıf hadisler konusunda müstakil metinler kaleme alacak düzeyde yetkin olduğuna işaret etmiştik. Öyle ki, eleştirilerinden dokunulmazlık zırhına büründürülmüş hadîs otoriteleri bile kayda değer biçimde nasiplenmiştir. Kutubu’s Sitte’deki pek çok hadîs ve hattâ mensûbiyetini deklare ettiği ve bu yönde sık sık atıf yaptığı Ahmed bin Hanbel’in el-Musned’indeki hadîsler bile onun eleştiri ağına yakalanmaktan kurtulamamışlardır. Biraz da bu metinlere dil uzatabildiği için, daha sonraları İbn Hacer, Suyûtî ve Zehebî gibi isimlerin çeşitli eleştirilerine de ma’ruz kalacaktır zaten. Yine bir noktada hadîsle iştigal edenlerin öncelikle fıkıh bilmesini şart koştuğunu da görmekteyiz ki, fıkıh bilmeden hadîs toplama işini hadîs hamallığına benzetmektedir. Bu dikkat çekici biçimde Ehl-i Re’y’e de göz kırpan bir yorumdur.
Beri yandan, kendi dönemine kıyasla cesur bir muhaddis izlenimi veren İbnu’l-Cevzî, iş diğer metinlerine gelince farklı bir kişiliğe bürünüyor âdeta. Bu bağlamda, yukarıda bahsettiğim okumaları yaparken, hem Telbîsu İblîs’de hem de diğer ahbârî metinlerinde kullandığı pek çok rivâyetin ciddi problemleri olduğunu düşünüyorum. Nitekim hakkında yapılmış dikkatli çalışmalar İbnu’l-Cevzî’deki bu soruna işaret etmekteler. Dahası öteden beri bu sorunun farkında olunduğunu da biliyoruz, örneğin İbn Teymiyye, ondan çok yararlanmasına rağmen, İbnu’l-Cevzî’nin uydurma rivâyetlere bolca başvurduğunu söylemekten çekinmemiştir. Neticede bu çelişkili durumu, unutkanlık gibi insanî ve kaçınılmaz zaafları bir yana bırakırsak, İbnu’l-Cevzî’nin yaşadığı dönemin siyasal ve dinsel kriz ortamının bir yansıması olarak okumak bir dereceye kadar mümkün olabilir. O, popüler bir vâiz olarak, herkesin ayrı telden çaldığı bir dönemde, belirli metinlerinde rivâyetlere karşı kritik bir yaklaşımdan ziyade, faydacı bir yaklaşım yolu izlemiş olabilir. Dolayısıyla rivâyetleri güvenilirliğine bakmaksızın operasyonel olarak konumlandırmış olması muhtemel. Böylece, özellikle Terğîb ve Terhîb mevzû-i bahs olduğunda hadis uydurmanın bile açık açık meşru kabul edilebildiği bir tarihsel bağlam içinde İbnu’l-Cevzî’deki tenâkuz izah edilebilir bir zemine oturtulabilir diye düşünmekteyim.
Telbîsu İblîs’in tenkîd ağından en çok nasîbi olanların mutasavvıflar olduğuna işaret etmiştik. Evvel-emirde İbnu’l-Cevzî’nin tasavvufu bütünüyle olumsuzlamadığının altını çizmeliyiz. Onun erken dönem zühd ehlinden, özel olarak Hasan-ı Basrî, Süfyan-ı Sevrî gibi isimlerin başını çektiği Basra ekolünden yana durduğunu söylemek mümkün. Bu isimlerden örnek verirken, onların peygamberin ve sahabenin ahlâkının bir timsâli olduklarını, müteahhirîn sûfîler gibi nazarî ve amelî konularda aşırılığa kaçmadıklarını ileri sürecektir. Geç dönem sûfîleri tenkîd ederken onların şeriatın zâhirini görmezden geldiklerine, tahrif ettiklerine ya da külliyen önemsiz kıldıklarına işaret etmekte ve içine düştükleri onulmaz hatâları, sosyal hayatın dinamiklerinden ve ilimden bütünüyle uzak kalışlarına yormaktadır. Şeytan kulaklarına fısıldadıkları ile onları yoldan çıkarmıştır yazarımıza göre. Yine müteahhirîn sûfîlerin iktidarla olan netameli ilişkilerine dikkat çekerek şöyle yazar: ”İlk sofiler, yöneticilerden nefret ederlerken sonrakiler onların ayrılmaz dostları oldular.”
İbnu’l-Cevzi’nin sûfîlerin aşırılıklarından bahsederken üslûbu ve aktardığı rivâyetlerin içeriği zaman zaman oldukça sertleşebiliyor. Şu örnek pasajda bu durum görülebilir:
Yunus b Abdula’la anlatıyor. Şafiî şöyle derdi: “Eğer bir adam günün ilk saatlerinde tasavvufa girerse öğlen olmadan ahmaklaşır.”
Yine bir sözünde İmam Şafiî şöyle der: “Sofilerle kırk gün beraber olan kimsenin aklı bir daha ebedi olarak ona geri dönmez.”
Müellif, halkın bu şahıslarla ilgili kerâmet haberlerini nasıl yoktan var ettiğine dair şu kayda değer rivâyeti de aktarır bize:
“Zülfa anlatıyor. Rabiatu’l-Adeviyye’ye: “Teyze neden insanların yanına girmelerine izin vermiyorsun?” dedim. Şöyle dedi:
“Bana geldiklerinde insanlardan ne bekleyeyim ki, yanıma geldiklerinde yapmadığım şeyleri yaptı diye anlatacaklar. Hattâ benim hakkımda şöyle diyorlar; namazlığının altında dirhemler buluyor, ateşsiz kazanda yemekler pişiriyor, hâlbuki ben böyle şeyler görseydim korkardım.”
Birçok meşhûr mutasavvıfı i'tikâdî ya da amelî düzeydeki hatâlarından dolayı eleştiri sırasına yerleştirdiği eserinde, müellifin tenkîdlerinde İmam Gazzâlî bile kurtulamıyor. Metinde, Gazzâlî’nin hatâları ile ilgili hayretini de gizleyemediği birçok pasaj var. Dahası onun Gazzâlî’nin büyük eseri İhyâu Ulûmi’d-Din’in muhtevasındaki çok sayıda mevzû rivâyeti ayıkladığı muhtasar bir çalışması olduğunu da biliyoruz.
Hülâsa-i kelâm, Telbîsu İblîs, tarihsel değerinin yanında, muhtevasındaki tenkîdlerin daha sonraki dönemlerde özellikle selefî ulema arasında referans olarak kabul görmesi açısından da önemli bir işlev görmüştür. Geniş bir penceren bakıldığında ise, İbnu’l-Cezvî, hem kemmiyet hem de keyfiyyet açısından, yazdığı eserlerle ve bu eserler üzerinden yaşadığı döneme ve öncesine dâir aktardığı ma'lûmat zenginliği ile, İslâm târihi, İslâm kültür tarihi ya da İslâmî ilimler târihi gibi alanlarda kalem oynatacaklar için kıymetli kayıtlar bırakmış, dolayısıyla meselesine ve fikirlerine biçtiğimiz öznel değerlendirmelerin ötesinde kaynak hüviyeti taşıyan bir âlim olarak olarak bugün hâlâ önemli arz eden bir isimdir.
Keyifli okumalar...




0 yorum var:
Yorum Gönder