Kitap Dijitalleştirme Özelinde Tarayıcılar

29 Temmuz 2025 Salı

Yaklaşık 15-20 yıldır zaman buldukça elimdeki kitapları pdf formatında dijital hâle getirmekle uğraşıyorum. Bu iş için her zaman düz yataklı tarayıcılar tercih ettim ve doğal olarak elimin altından epeyce bir cihaz geçti. Bugün de farklı amaçlar için edindiğim çok sayıda tarayıcı mevcut. Şimdiye kadar en azından benim deneyimlerim tarayıcı edinmekle ilgili en büyük zorluğun, cihazların tarama kalitelerinden ziyâde, tarama hızlarında yattığıdır. Üreticiler, ürünlerin teknik özelliklerinden bahsederken sıklıkla kullanıcı için anlamlı değerler vermiyorlar bize. Örneğin hiçbir özellikler tablosunda tarayıcı kafasının geriye gitme hızından bahsedilmiyor. Yeni bir taramaya geçerken oluşan reaksiyon süresinden bahseden de yok. Kitap tarayacak biri için bu bilgiler her şeyden daha elzem, çünkü yapılan işin ne kadar uzayacağını ve meşakkatli hâle geleceğini belirleyen temel noktalardan biri tarama hızınız olacaktır. Hâl böyleyken oturdum, şu ân elimde bulunan tarayıcıların hızlarına dâir işe yarayacak derecede anlamlı ölçümler gerçekleştirmeye çalıştım. Elde ettiğim sonuçları bu yazının nihâyete erdiği noktada bir tablo hâlinde bulabilirsiniz, ben sâdece söz konusu tablonun içeriğine dâir önemli bulduğum bir takım meselelere değinmekle yetineceğim.

Öncelikle metotla ilgili birkaç şeyi açığa kavuşturarak başlayalım. Testleri yaparken tarayıcıların sunduğu maksimum tarama alanında (ki biri hâriç temelde hepsi aynı boyutlara sâhip A4 modeller) 300dpi ve 600dpi değerlerini temel aldım. 400dpi gibi ara değerler kullanmadım, manzarayı değiştireceğinden de şüpheliyim. Sıklıkla gördüğüm bir sorun olduğu için bir kez daha hatırlatmalıyım, 300dpi’dan daha düşük dpi değerleri kullanılarak tarama zinhar yapılmamalı. 300dpi çoğu durumda yeterlidir, zaten spesifik olarak çok hızlı bir cihazınız yoksa 600dpi çok yavaş kalacaktır. Testleri yaparken bu iki değerden farklı olarak 1200dpi renkli tarama için de spesifik bir test yaptım, o da yüksek çözünürlükler için bir fikir versin diye. Ayrıca gri ve renkli olarak iki ayrı düzeyde taramalar gerçekleştirdim. S/B taramayı değil griyi tercih ettim, çünkü bu ikisi her şeyden evvel genelde aynı sürede tamamlanıyor. Kaldı ki, S/B taramayı da önermiyorum, gri tercih edilmeli. Sürekli taramalar için 1sn (yazılımın izin verdiği minimum değer) ve 3sn bekleme aralığını gözeterek testleri gerçekleştirdim. Maksimum 5 sayfa sürekli tarama yaptım, bu değerlere bakarak siz bir kitabın ne kadar sürede taranabileceğini hesaplayabilirsiniz. Muhtemelen bekleme süresini 3 saniyenin de üzerine çekmek zorunda kalacağınız için pratikte biraz daha uzun sürebilir taramalarınız. Testler genel olarak Windows 11’de çalışan stabil bir ABBYY Fine Reader 15 sürümü üzerinde gerçekleştirildi. Plustek ürünleri hâriç ABBYY’nin arabirimini kullanarak gerçekleştirdim testleri. Plustek’in 2680H ve 1180 modelleri ise çoğu durumda kendi yazılımlarında daha tepkisel oldukları için onları kendi yazılım arabirimleri ile kullanmayı tercih ettim. Bu modelleri edinecek olanlara da tavsiyem bu. Her defasında ilgili tarayıcının varsayılan ayarlarını kullandım. Testteki hiçbir tarayıcı Plustek’in bazı modellerinde olduğu gibi kitap taramak için özelleştirilmiş bir model değil. Bu tür cihazların temel esprisi, tarayıcı camının tarayıcının kenarına neredeyse sıfır mesafede konumlandırılmış olmasıdır. Böylece cildi zorlamadan tek sayfa tarama yapabilmenize imkân tanırlar. Genel olarak da oldukça hızlı cihazlardır bunlar, fakat söz konusu modelleri bu coğrafyada bulmanız pek mümkün değil, bulduğunuzda da büyük ihtimalle fiyatlarından dolayı bulduğunuza pişman olursunuz. Elimdeki tarayıcıların bir kısmı yıllar içinde film taramak için edinmiş olduğum modellerden oluşuyor, hal böyleyken onlardan hızları ile öne çıkmalarını beklemek doğru olmayacaktır, öte yandan o noktada bile sonuçlar ilginç olabiliyor bazen. Ayrıca elde ettiğim ölçümleri genelde tamsayı değerlere yuvarlayarak kaydettiğimi söylemeliyim, zîrâ küsuratların gerçek dünyada anlamlı bir fark yaratacağını düşünmüyorum.


Tarayıcı Fotoğrafı

Testlerin sonuçlarına gelirsek, işin nihâyetinde açıkça en hızlı cihazın Plustek’in Opticslim 2680H modeli olduğunu göreceksiniz. Bu makine 300dpi’da gri ya da renkli fark etmeksizin 3 saniye altında tarama yapabiliyor kolaylıkla. O kadar hızlı ki, seri taramada bekleme süresini yukarı çekmek zorunda kalacaksınız, aksi takdirde sayfa çevirme hızınız tarayıcıya yetişemiyor. Bu duruma bakarak aslında 3 saniye gibi bir hızın pratikte çok da önemli olmadığını, tarayıcı biraz daha yavaş olsa bile aynı tarama hızını elde edebileceğinizi söyleyebilirim. 2680H 600 dpi’da bile geri kalan cihazların hiçbir koşulda boy ölçüşemeyeceği bir noktada. Öte yandan bu âlet size çok yüksek bir hız vaadediyor olsa da aynı ölçüde kalite vaadettiği söylenemez. Testteki en zayıf tarama kalitesi ne yazık ki bu cihazda. Renkli çıktılar varsayılan ayarlarda epeyce problemli. Düzeltmek için ince ayarlarla uğraşmanız gerekiyor uzun süre. Elbette kitap tarayacak biri sıklıkla yalnızca siyah/beyaz ve gri tarama yapacağı için tarama kalitesini pek de dert etmeyebilir. Yıllardır bu cihazı kitap taramak için ana tarayıcım olarak kullanıyorum ve bir noktada tamir edemeyeceğim şekilde bozulma olasılığından da ürküyorum, zîrâ ne yazık ki cihaz Türkiye’de uzun zamandır bulunmuyor. Yurtdışından getirmek de fiyatı dolayısıyla çok zor artık. Bir yerlerde bulursanız ilk tercihiniz 2680H ya da 2700 modeli olmalı.


Tarayıcı Fotoğrafı

Plustek’in diğer cihazı olan 1180 modeli ise A3 boyutta bir tarayıcı. Elimdeki tek A3 tarayıcı da o zâten. Boyutu hantal bir cihaz olduğu izlenimi verebilir fakat pratikte durum kesinlikle böyle değil. Aksine test ettiğim ikinci en hızlı cihaz oydu. Tarama alanı çok büyük olduğu için büyük ciltli kitaplar için edindiğim bir tarayıcı bu, fakat küçük kitapları da çok hızlı tarayabilirsiniz. Zaten bu nedenle diğer A4 tarayıcılarla karşılaştırmak için A4 boyutunda ve ekstra olarak da B5 boyutunda testler yaptım. Görebileceğiniz gibi küçük boyutlarda 2680H’dan seri taramada biraz daha yavaş olsa da arada kabul edilebilir bir fark var. Aslında iki tarama arasında belirli bir bekleme süresinin gerekliliği 2680H ile 1180’i fiilen birbirine çok yaklaştırıyor. Küçük kitaplar tarayacaksanız tarayıcı alanının benim ölçüm yaptığımdan daha küçük bir alanını kullanabileceğinizi de unutmayın. Bilhassa dikey tarama yaparsanız, alanı daha da dar tutmak mümkün. Böyle olunca 2680H'dan pek bir farkı kalmıyor. Dolayısıyla bir süredir sıklıkla onu tercih ediyorum. Üstelik daha iyi bir tarama kalitesi de sunuyor size. Tahmin edebileceğiniz gibi tek ciddi sorun mobilitesinde. Nispeten ağır ve çok fazla yer kaplıyor, bu açıdan elbette pratik bir âlet değil, fakat bir kere kurduktan sonra çok sayıda kitabı tek seferde taramak konforlu ve hızlı. Büyük ciltli kitapları veya dergileri iki sayfa şeklinde taramak gibi bir ihtiyacınız varsa, alabileceğiniz en bütçe dostu cihaz bildiğim kadarıyla Plustek’in bu modeli olacaktır.


Tarayıcı Fotoğrafı

Canon Lide 300 test ettiğim cihazların en pratik olanı, hârici bir güç adaptörü gerektirmeden USB üzerinden çalışan yegâne örnek olmasından mütevvellit. Elimde olmasının temel sebebi de bu zâten. Kütüphaneme giren her kitabın arşiv kaydı alınırken kitap kapaklarını genelde onunla tarıyorum. Tarama kalitesine gönül rahatlığı ile güvenebilirsiniz. Fotoğraf, resim gibi görsel materyalleri tarayacağınız pratik bir cihaz arıyorsanız göz önünde bulundurun. Bundan evvel Lide 210 da kullanmıştım. Aralarında büyük bir fark olduğunu söyleyemem. Şu an Lide 400 modeli var piyasada, onu da bir ara deneme fırsatı bulduğum için almaya değecek bir fark göremediğimi söyleyebilirim. Lide 300’ün tarama hızına gelince, tarayıcıların teknik özellik tablolarının nasıl yanıltıcı olabileceğine dâir iyi bir örnek oluşturuyor. Tek sayfa tarıyorsanız 8sn hız yeterli gözüküyor, fakat kitap tarayacaksanız unutun gitsin. Seri taramada garip ve anlamsız bir şekilde cihaz iki tarama arası sürekli kalibrasyon yapıyor, yazılımında bu ayarı kapatsanız bile Twain üzerinde çalışmaya devam ediyor, bu da tarama hızını çok düşürüyor elbette. Dahası kendi yazılımında sürekli tarama yapabileceğiniz bir ayar mevcut değil. Tarayıcı kafasının geri gitme süresi de çok yavaş ne yazık ki. Özetle bu cihazı nâdiren kitap tarayacak birine önerebilirim sadece. Belki Epson’ın benzer USB modellerine bakabilirsiniz, onlar daha iyi bir seçenek olabilir.


Tarayıcı Fotoğrafı

Testin geri kalanındaki cihazlar ya film taramak için tarayıcılar ya da all-in-one yazıcıların bir parçası olan modüller. Bilhassa film taramak için geliştirilmiş cihazlar tarama kalitesine dönük özelleştirilmiş âletler olduğu için hız beklentileri kâğıt üzerinde çok da öne çıkmıyor. Yalnız dikkat edilirse HP’nin epeyce eski bir modeli olan G4010 Plustek'lere kıyasla biraz yavaş da olsa pekâlâ kitap taranacak kadar hızlı bir model aslında. İyi haber şu ki, onu ikinci elden ucuza bulabilirsiniz. Epson’ın 4490’ı yine epeyce eski bir model ve seri taramada çok yavaş kalıyor. Elimde Epson'ın daha eski 3200 Pro'su da vardı, ama onu teste dahil etmeye gerek görmedim. V700 ise yine nispeten eski bir cihaz olsa da film taramak için geliştirilmiş en iyi düz yataklı modellerden biri hâlâ. Kitap taramak için de kullanılabilir belki, fakat taş gibi ağır bir makine bu. Böyle bir iş için kullanılmasını önermem. Görsel ve negatif taramak için tercih edilmeli. İkinci elde bulunabiliyor hâlâ ki, şu ân piyasada satılmakta olan V850’nin, bu işten artık elini eteğini çekmiş olan Epson’ın son düz yataklı film tarama cihazı olduğunu ve fiyatının 50 bin lira civarında dolaştığını düşünürsek ikinci el büyük bir nimet olabilir. Dahası iki cihaz arasında tarama kalitesi açısından ciddi bir fark da bulamayacaksınız.


Yazıcı üstü tarayıcılara gelince Epson L8100 oldukça iyi bir fotoğraf yazıcısıdır ve üzerindeki tarayıcı da epeyce seri ve iyi bir tarama kalitesi olan bir modül. Öte yandan ne yazık ki bu cihazlarda seri tarama istikrarlı olarak yapılamıyor. 20-25 sayfa sonrasında yazılım çöküyor, işlem yarıda kalıyor vs. Anladığım kadarıyla hem bellek kısıtları hem de ısınma sorunları Epson’ın tanklı modellerindeki tarayıcıların başının belası. Daha sıradan bir ofis yazıcısı olan L3050’de de aynı sorunlar fazlasıyla mevcut. Bunlarla kitap taramayı düşünmeseniz iyi olur. Aslında 10 yıl kadar önce Epson’ın başka bir fotoğraf yazıcısı olan XP-700’ü uzun süre ana tarayıcım olarak sorunsuz ve seri şekilde kullandığımı düşününce, tarayıcılar konusundaki bu geriye gidişe hayret etmemek zor. Hülâsa Epson’ın tanklı modellerini yazıcı olarak takdir edebilirsiniz, tarayıcı olarak ise unutun gitsinler. 


Nihâyet tarayıcı alacak olanların her zaman ikinci el ürünleri dikkate almasını salık vereceğim. Tarayıcı üniteleri çoğu insan için bir heves, bazen de spesifik  ve geçici bir iş için edinilen ürünler. Genellikle çok az kullanılan, hızla bir köşecikte unutulan ve bir süre sonra fazlalık gibi gözüken âletlere dönüşüyorlar. Neyse ki, kolay bozulan cihazlar da değiller. Dolayısıyla neredeyse sıfır ayarında cihazlar ikinci elde oldukça makûl fiyatlara satılabiliyor. Eğer teknik özellikleri iyi ve yapı olarak temiz durumdaysa led aydınlatması olmayan daha eski tarayıcılara da yönelmek pekâlâ mümkün ve anlamlı. Kendi adıma elimdeki cihazların yarısını ikinci el olarak aldım ve bundan şikâyetçi de değilim vesselâm.


Test Sonuçları



Yerden göğe küp dizseler...

7 Ocak 2023 Cumartesi

Yıllar yıllar sonra buraya bir nefes olsun üflemeye karar verdim. Mevzûmuz Rubik Küp olacak, ama önce bu terkîbin ikinci kısmına bir göz atacağız, zîrâ geometrik nesneler dünyasında küp başlı başına ilginç bir form. Platonik cisimler olarak bilinen beş üç boyutlu geometrik şekil var ma’lûm olduğu üzere: Dört yüzlü, altı yüzlü (küp), sekiz yüzlü, on iki yüzlü ve yirmi yüzlü. Bunların temel esprisi bütün yüzeylerinin eşit geometrik formlardan müteşekkil olmasıdır. Yalnızca beş âdet oldukları da antik çağlardan beri biliniyor (bunun neden böyle olduğunu bugün Euler’in ilgili formülünü kullanarak kolaylıkla göstermek mümkün). Platonik diye anılmalarına gelince, bu yakıştırma Öklides’in eseri, çünkü Öklides’in Elemanlar kitabı açık şekilde Timaios’la ilişkilidir ve Timaios’ta Platon bu beş cisimden ideal formlar olarak uzun uzun söz edecektir. Kitapta bu beş cismi anâsır-ı erba’a nazariyesi (dört unsur teorisi) ile ilişkilendirir ve toprak elementini de küp temsîl etmektedir, zîrâ toprak harekete en çok direnendir, küp de tabanı geniş ve muhkem bir yapı olarak katı yapıların bir metaforu olan toprak elementini temsîl etmeye lâyık görülmüştür. Böylesi bir idealizasyonun kozmografya ile ilişkisi için de Kepler’in çalışmalarına bakılabilir. Güneş sistemindeki yörüngelerin eliptik olduğunu fark etmeden evvel, Mysterium Cosmographicum’da tanrısal harmoniyi düzgün çok yüzlülerle kürelerin iç içe geçtiği bir sistem olarak kurgulamıştı. Ayrıca antik literatürde “küpü çiftlemek” adı verilen bir problem olduğunu da duymuşsunuzdur. Bu esâsen bir küpün kenarlarını iki kat büyütürseniz, hacminin sekiz kat büyüyeceği esprisi üzerine kurulu bir rivâyettir. Aslında basit bir geometrik gerçek olmaktan çok daha ötesine uzanan sonuçları olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin neden hücrelerinizin sürekli büyüyemeyeceğinin cevâbını içinde saklar.

Tam bu noktada müslümanlar için de küpün husûsî bir anlamı olduğuna işâret etmeliyiz elbette. Beytullâh’ın neredeyse bir küp şeklinde olduğunun çok azı şuurlu bir biçimde farkında olsa da bu böyle. İslâm sanatı geometrik şekillere özel bir önem atfeder (ma’lûm Platon’a göre tanrı sürekli geometrileştirir), ama müslümanların Ka’be’nin geometrisi üzerine düşündükleri pek söylenemez. Ka’be sözcüğü “ka’b” kökünden neşet eder ve bu kelime küp anlamına gelir. Bu noktada biraz eğleşecek olursanız, “ka’b” kelimesinin başlı başına ilginç bir sözcük olduğunu da göreceksiniz. Evvel-emirde söyleyelim Türkçedeki “küp” sözcüğü açıkça onunla ilişkilidir. Yalnız burada ilginç bir tarihsel dönüşüm var yine. Türkçede bugün bu kelime temelde ikili bir anlam barındırıyor ma’lûm olduğu üzere, geometri ya da matematikte kullanıldığı biçimi yanında bir de Diyojen’in genellikle üstüne tünediği, ama eskilerin biraz kafa karışıklığı ile “hûm-i Eflatun” diye de andığı ve keskin sirkenin iyi gelmediği genellikle silindir formunda içi boş kap anlamı var. Bu ikinci anlam Türkçe için çok daha eski bir kullanım. Küpün matematiksel bir terim olarak kullanılması ise son dönemin eseri. Osmanlılar riyâzî ilimlerde küpün karşılığı olarak yine “ka’b” kökünden gelen “muka’ab” ya da “mik’ab” kelimelerini kullanmışlardı. Eskiler “bir şeyin muka’abı onun kendi nefsine iki kere darb edilmesiyle elde edilir,” diyeceklerdir. Dilde öze dönüş sürecinde “dörtleme”, “dörtlenmiş” hattâ “topuklanmış” gibi kelimeler önerildiğini okuduğumuzda da şaşırmıyoruz. Nihâyet daha Türkçe olduğu vehmedilerek “küp”te karar kılınmış olmalı (esâsen Fransızcadan ilhamla). Bazı akademik çalışmalar bu iki kökeni birbiri dilsel olarak ilişkilendirecek spekülasyonlarda da bulunmuş görünüyorlar. Doğrusu fonetik benzerlik gerçek bir akrabalık ilişkisine işâret etseydi bu çok ilginç bir sonuç olurdu. “Ka’b”a Arapça sözlüklerde “çıkıntı, yükseklik” anlamları da verilmiş, ama aynı zamanda “aşık kemiği, topuk” gibi anlamlara da geliyor; ayrıca antik dönemlerden itibaren küple ilişkili kelimeler “oyun zarı” için de kullanılmışlar. Bu iki anlamın birbiri ile bir ilişkisi var mı emin değilim. Zarın kemikten yapılıyor olması ile bir bağlantısı muhtemel görülebilir.
Etimolojiyi bir yana bırakacak olursak, yeryüzünde tanrısal olarak kutsanan bir mekânın küpe yakın bir formda olması ve bu adı taşımasında bir hikmet arayacak değilim elbette, basit bir tapınak için oldukça doğal bir mimârî tercih bu. Adı da kendisi neyse o olarak, minimal bir şekilde tercih edilmiş. Antik Mısır ve başka pek çok medeniyet için devâsâ anıtsal yapıların, bekleneceği üzere, ağırlık merkezi zemine çok yakın, tabanı geniş ve kendi ağırlığını destekleyebilen bir form olarak, piramit şeklinde inşâ edilmiş olmasından daha hikmetli değil varoluşu, ama yine de insanların bir küpü kutsamış olmasında geometri adına hoş bir espri bulmak her dâim mümkündür.
Girizgâhı fazla uzatmadan terkîbin ilk kısmına geri dönebiliriz, çünkü küpün tarihindeki en önemli anlardan biri, muhtemelen en önemlisine işâret ediyor. 70’lerin ortasında Macaristan’dayız. Kendisi bir mimar olan Ernö Rubik, bir proje dâhilinde 26 tane minik küpü kesişen üç eksen etrafında yerleştirmeyi akıl ettiğinde küp de bir nevi boyut değiştiriyor. Aslında görsellere eklediğim ilk ahşap prototipe bakarsanız onun tam bir küp olmadığını göreceksiniz. Yarı düzgün bir geometrik şekil olarak bir “kesik küp” formundadır, ama sonuçta nihâî hâline tam bir küp olarak ulaşmıştır. Bu aynı zamanda genellikle sâdece kâğıt üzerinde iki boyutlu olarak temsil edilen bir geometrik yapının homo ludensle kanlı canlı buluşma ânıydı. Bugün mu’cidinin adıyla anılan rubik küp dünyanın en popüler bulmacası yakıştırmasını sonuna kadar hak ediyor. Komünist bloktan bu denli eğlenceli bir şeyin çıkmış olması da tarihin garip bir cilvesi olmalı. Lenin’in amel defterine bir artı koyalım lütfen! Bu noktada yine komünizmin bağrından çıkmış Maleviç’in suprematist “Siyah Kare”sini ve konstrüktivizmi hatırlarsak, olduğundan daha eğlenceli bir hâl alacaktır bağlamımız.


Rubik küpün kendisine nazar edecek olursak, karşımızda altı yüzü farklı renklerde oldukça hoş bir cisim bulacağız. Hangi perspektiften bakarsanız bakın son derece düzenli bir yapı, ama eğer elimizde sadece küçük küplerden oluşmuş blok bir yapı olsaydı, asla bu kadar ilginç olamazdı. Onu büyülü yapan hareket edebilen bir obje olması. Rubik küpün katmanları iki yönde 90 derece ve katları ile döndürülecek olursa simetrisi bozulmadan kalır. Düşününce aslında bu o kadar da doğru bir ifâde değil. Eğer elimizde renk etiketleri bulunmayan tek renkten müteşekkil bir küp olsaydı, bu hâliyle mükemmel bir simetriye sâhip olduğunu söyleyebilirdik elbette, fakat renksiz bir küpü boş bir tuval gibi düşünecek olursak, üzerindeki minik küpleri boyamaya başladığımızda tamamen başka bir nesne elde ederiz. Rubik küp bu hâliyle semantik bir objedir. Renkler vâsıtasıyla sizinle iletişim kuran bir dil kullanır ve anlamanız için o dili öğrenmeniz gerekir. Bu nihâî hâliyle bir rubik küpü döndürmeye kalkıştığınızda başlangıçtaki düzen kendini hemen belirgin bir karmaşıklığa teslim edecektir. 4x4 ya da 5x5 gibi daha büyük küplerde bu manevralar göz alıcı bir renk cümbüşü ile sonuçlanıyor. Tuval ve paletin üç boyutta birleştiği ve siz döndürdükçe değişen pixel art bir soyut sanat eseri gibi (çok sayıda küp kullanarak bu sanatı fiilen icrâ edenler olduğunu tahmin edebilirsiniz). Ernö Rubik’in küpü puzzle olarak piyasa sürmek yerine, bir modern sanat müzesinde sergilemiş olduğunu düşünelim. Sanat tarihi açısından çarpıcı bir ân olabilirdi. Aslında bu, küpün îcâdından birkaç sene sonra gerçekleşmiş bir fikir. 1981 yılında MOMA’da bir sergide ilk kez gösterilmiş ve müzenin kalıcı bir parçasına dönüşmüştür. Dolayısıyla galeri mekânı olarak kutsanmış “Beyaz Küp”ün içinde kendine hak ettiği yeri edindiğini söyleyebiliriz.


Rubik küp üzerine literatüre kısa bir ân nazar etmeniz bile onun potansiyeline dâir açık bir fikir oluşturmaya yeter de artar. Üzerine binlerce makâle ve çok sayıda kitap çalışması bulunmakta. Piyasaya çıkar çıkmaz özellikle matematikçiler için çok etkili bir bulmacaya dönüşmüştür. Bazen bu alana “cubology” de deniliyor. Küpün özellikle simetrik yapısı ve permütasyon kabiliyetine odaklanmak, onun neden grup teorisinden kriptografiye kadar pek çok alanda bu denli ilgi çekmiş olmasını anlamayı mümkün kılacaktır. Bir rubik küpü döndürmeye başladığınızda, birkaç hamle sonra artık geri döndürülemez gibi gözükmeye başladığına dikkat çekmiştik. İlk kez bir küple karşılaşmışsanız bu durumda küpü el yordamı ile düzeltmeye çalışacak ve sürekli başarısız olacaksınız muhtemelen. Sadece 5-6 kez rastgele döndürülmüş bir küpün üzerindeki bulmacayı aynı yolla geri döndürecek şekilde tanımak çok güç. Ayrıca küpü çözmenin zorluğu biraz da altı yüzünün tamamını aynı anda görmenin mümkün olmayışından kaynaklanır, hangi perspektiften bakarsanız bakın yalnızca üç yüzünü görebilirsiniz, bu durum küpü okuma konusunda âşikâr bir zorluk doğurduğu gibi, kolaylıkla oryantasyonunuzu kaybetmenize de neden olur. Siz bir kısmını düzetmeye çabalarken, esrârengiz bir şekilde bozulmaya devam ettiğini fark edersiniz. Rubik küp sinsi bir objedir! Nitekim Internet’te rastladığım ilgili bir yazıya Hümeyra’nın meşhur şarkısını başlık olarak atmışlardı: “bir kördüğüm ki içim çözdükçe dolaşıyor”. Ona aynı zamanda “magic cube” adı verilmesi de isâbet olmuş. Türkçede geometriyle ilişkisi olmasa da bunun için daha iyi bir mecâzımız var aslında: “Sır küpü”. Zîrâ biliyoruz ki, bahsi geçen zorluklar ve 43 kentrilyonu aşan olağanüstü permütasyon yeteneği (permütasyon sayısı ilgili farklı hesaplamalara Wikipedia üzerinden erişebilirsiniz), olası en karmaşık konfigürasyonlarda bile en fazla yirmi hamle içinde çözülebilme imkânını hâiz. “God’s Number” diye isimlendirilmiş bu problem, 30 seneyi aşan girişimlerin sonunda 3x3 küp için Tom Rokicki ve grubu tarafından 2010 yılında Google’ın bilgisayar desteği ile hesaplanmış ve maksimum 20 hamlenin yeterli olduğu gösterilmiştir. Dolayısıyla küpü ne kadar karıştırırsanız karıştırın en çok 20 hamlede başlangıç durumuna geri dönebilirsiniz. En azından teoride bu böyle. Elbette insanların bu kadar karmaşık bir örüntüyü görmeleri çok zor, bizim çözmek için daha dolaylı bir yol izlememiz, küpün dilini anlamamız gerekiyor. Yine de kâğıt üzerinde gerçekleşen ve “fewes moves” denen bir yarışma kategorisi var. Katılımcıların bir saat içinde küp üzerindeki bir bulmacayı çözmek için gereken en az hamle sayısını tespit etmeye çalıştığı bu yarışma için World Cube Association’ın kabul ettiği resmî rekor 16 hamle ve 2022 yılına âit. Bilfiil küpü çözmeye gelince, bugünlerde speedcuber denilen hızlı çözücülerin elinde saniyeler içinde cereyan eden en fazla 50-60 kadar hamle yeterli olacaktır, bunun için çok sayıda gelişkin algoritma bilgisine ihtiyâç var elbette, fakat daha az algoritma kullanarak 150-200 hamle civarında da pekâlâ çözebilirsiniz. Bu konuyu kapatmadan evvel son bir ma’lûmât daha ekleyebilirim. 3x3 küpün maksimum kaç hamlede çözülebileceğini tespit edebildik belki, ama size tuhaf gelecek olsa da Markov zinciri ile ilişkili olan, minimum kaç rastlantısal hamlede düzgün bir biçimde karıştırılabileceği sorunu henüz çözülmemiş hâlde bekliyor. Bu problemin 2x2’lik küp üzerinde bir çözümü var ve biliyoruz ki, söz konusu küpün god’s number’ı olan 11’den daha büyük bir sayı, en az 19 hamle gerekiyor.
Algoritma konusuna da bir açıklık getirmeliyim. Küpün üzerindeki belli örüntülere karşılık gerçekleştirilen hamle dizileri diye açıklayabiliriz burada kastedileni. Elbette bunların temel işlevi küpün geri kalan kısımlarını bozmadan, minimum hasarla belirli bölümleri düzeltmeyi sağlıyor olmalarıdır. Bir rubik küpü amatör düzeyde çözmek için tekrarlı kullanılan 10 kadar algoritma bilmeniz yeterli. Hızlanmak istiyorsanız elbette çok daha fazlasını öğrenmelisiniz. Birkaç yüz algoritmaya kadar çıkabilir bu.
Tam bu noktada uyarımı da yapayım. Sanırım bugünlerde gökkuşağını hatırlatan renklerinden dolayı memleketimizde kamusal alanda küp çözmek tehlikeli olabilir. Özellikle belirli partilerin miting meydanlarından kaçınmalıyız (bir küpünüz olsun olmasın yanlış adres), elinizden küpünüzü alıp, size her yüzü siyah ve sakıncasız, dolayısıyla kevn ü fesâd -oluş ve bozuluş- âleminden uzak bir küp bahşedebilirler.
Yeri gelmişken, küp terminolojisinin en iyi bilinen terkîblerinden birine “sexy move” adı verildiğini söylemeliyim. Bir küpü çözerken sıklıkla başvurduğunuz basit bir algoritma aslında. Adını hak edip etmediğine herkes kendisi karar vermeli, nitekim envâî çeşit zevk var. Küp notasyonu ile söylersek: R U R’ U’. Bu arada Urban Dictionary’de “rubik’s cube sex” deyimine rastlamanız da mümkün, aşağı yukarı ne anlama geldiğini tahmin edebilirsiniz sanırım.
Küpe âşinâ değilseniz yukarıdaki notasyona dâir yabancılık çekmiş olabilirsiniz. Aslında temelde yönlere işâret eden ve bir matematikçi ve ilk kübologistlerden biri olan David Singmaster’ın geliştirdiği, adıyla anılan notasyonun bir örneği. Resmî olarak kullanılıyor. Bunun biraz değiştirilmiş bir versiyonunu başka bir matematikçi olan Bandelow’un çalışmasında görmüştüm. Kendisinden gayri kullanan muhtemelen yoktur, ama yaptığı ekleme ve çıkarmalarla çocukların kullandığı gibberish diline benzettiği bir notasyon öneriyor. Onun formülünü kullanırsak R U R’ U’ yerine RINIRENE diyebiliriz. Çok daha müzikal bir iş, örneğin şöyle formüller ortaya çıkıyor: REFISE-RIFESUM-FIRESI-FERISUM, BIREM-BUREM-BI. Bu notasyonu kullanarak rubik küpünüzle şiir bile yazabilirsiniz!
Çözebilelim ya da çözemeyelim, çoğumuz bir noktada öyle ya da böyle rubik küple tanışmışızdır, fakat yakın zamanlara kadar onlarla ilgilenmemiş iseniz, bugünlerde küplerin yapısal olarak geldiği yere çok şaşıracağınıza eminim. Ernö Rubik’in kendi soyadını taşıyan marka ile yıllarca orijinal küpler üretildi. Bunlar genellikle çok şık gözüküyorlardı, elinize aldığınızda iyi hissediyordunuz. Renkler gömülü plastik kaplamalardı, basit etiketler değillerdi. Ayrıca gerçekten sağlam ürünlerdi, yapı-söküme ciddî şekilde dirençliydiler. Öte yandan bu orijinal küplerden birinin elinize geçtiğinden çok şüpheliyim. Bugün bile bizim buralarda bulmak kolay değil. Muhtemelen legal olmayan ve kötü üretilmiş küplerden biriyle tanışmışsınızdır ilk olarak. Bunlar genellikle her yanı ayrı homurdanan, gıcırtılı birer hantallık yığınıydı. Hâlâ kırtasiyelerde, oyuncakçılarda, pazar yerlerinde vs. benzerleri bulunabilir. Yeni nesil küplere gelince, bu noktada artık başka bir kategoriye geçiyoruz. Geçen on yıl içinde Rubik’s firmasının patent süresinin son ermesinin ardından birçok firma küp üretimine başladı ve pek çok şey aşamalı bir biçimde değişti. Önce ekseni tutan çekirdek kısmı yeniden kurgulandı, hafifletildi, ayarlanabilir tansiyonlar eklendi ve bu sâyede küpler çok hızlandılar, sonra bu kadar hızlı bir objenin daha tutarlı davranması için kenarlara mıknatıslar eklendi (küp için oldukça büyük bir adım, insanlık için de fenâ sayılmaz) ve bu minvalde çeşitli yenilikler devam ediyor. Dolayısıyla artık sıklıkla tamamen etiketsiz, magnetli, hem tansiyonları hem de mıknatıs güçleri çeşitli düzeylerde ayarlanabilir nesneler var elimizde. Çok daha dengeli, tutarlı ve akıcı hareket ediyorlar. Bunlara artık speedcube deniliyor, çünkü yarışmalarda sadece bunlar tercîh ediliyor. Örnek küpleri göstermek için çektiğim fotoğrafa bakarsanız, orijinal Rubik’s ürününü üzerindeki logodan hemen tanıyabilirsiniz. Sağda duran GAN markalı smart küp ve mirror küp (metamorfoza uğrayan çok sevdiğim bir puzzle) ve onların yanında bulunan merkezi boş Qiyi markalı küp (hollow küp diyelim ona) hâriç, solda kalan diğer puzzleların hepsi yeni nesil ürünler ve hepsi resmî yarışmalarda bir kategori olarak kullanılıyor. Görselden hiçbir şekilde anlaşılmıyor olsa da, onlarla kıyaslanınca orijinal Rubik’s markalı küp bile çok hantal ve gayr-i stabil duruyor, açıkça mukâyese bile edilmemeliler. Gerçi sonunda Rubik’s markasının da speedcube üretmeye başladığını söylemeliyim.
Bu teknolojik atılımın en çarpıcı parçası ise akıllı küpler oldu. Beni bu yazıyı kaleme almaya iten de onlardı aslında. Birkaç sene önce kickstarter üzerinden böyle bir proje başlamış ve umulanın çok üzerinde bir meblağ toplanarak nihâyet bulmuştu. Go Cube adıyla piyasa çıktı o proje ve en iyisi olmasa da hâlâ en farklı ve afili gözüken akıllı küp olmaya devam ediyor kanımca. O gün bugündür pek çok marka akıllı küpler ürettiler ve üretmeye devam ediyorlar. Buradaki smart ibâresi küpün merkezinde bir chipset ve sensör barındıran küçük bir sisteme işâret ediyor elbette. Böylece küp artık sadece mekanik (manyetizma ile desteklenmiş) bir yapı olmaktan çıkıyor. Bluetooth üzerinden eşlediğiniz bir uygulama vâsıtası ile küp üzerinde yaptığınız hamleleri kolaylıkla takip edilebiliyorsunuz. Temelde mevzû’ bu, gerisi uygulamanın imkânlarına bağlı. Alıştırmalardan, oyunlara ve ayrıntılı çözüm istatistiklerine kadar pek çok şey mümkün. Küp döndürerek müzik parçaları çalabilen bir uygulama var örneğin. Çoklu küp çözme, yarışmalar vs. de elbette işin kaçınılmaz bir parçası.
Bu aralar hem ödüllü bir belgesel yapım hem de Ernö Rubik’in küple ilgili serencâmını kaleme aldığı kitabı kendime vesîle kılarak, küp üretiminin zirvesini temsil eden GAN’ın (“bir küpüne mâlik olan Hüsrevânî küplerle altun bulmışa dönüp mâlik-i mâl-i Kârûn olur”) akıllı küplerinden birini satın almaya karar verdim. Küp edinmeye gelince şunu söylemeliyim, Türkiye’de iyi küp bulmak oldukça zor, bulduğunuzu da alırken çok düşünmelisiniz. Yurtdışından getirmeniz (kargo ve gümrük vergisi dâhil) cüzdanınızı daha az hafifletebilir. Ayrıca akıllı küpler genelde biraz pahalı olma eğilimindeler, fakat sonuçta şahsen verdiğim paraya değdiğini söyleyebilirim.
Yukarıda bahsi geçiyor, hızlı küp çözebilen kişilere speedcuber deniliyor. Gerçi neyin bir kişiyi speedcuber yaptığına dâir resmî bir tanım ya da bir icmâ bulunmuyor. Ne kadar hızlı olması gerekiyor bir speedcuber’ın belli değil ya da tek kriter bu mu olmalı? Özellikle bugünlerde düzenli olarak 20 saniyenin altında kalamayan birine şahsen bu sıfatı vermekten çekinirdim. Dolayısıyla kendime de bir speedcuber diyemem örneğin, yaşım da müsâit değil buna açıkçası! Bu meydanda haklı olarak çok daha genç arkadaşlarımız kılıç kuşanıp at oynatıyor. Yine de 30 saniye altına inebilen birisi olarak doğrusu pek uzağında değilim bu eşiğin, biraz daha gayret ve sebatla o noktaya fazla zaman geçirmeden ulaşmam pekâlâ mümkün, öte yandan ne yaparsam yapayım muhtemelen sıklıkla 10 saniyenin altına inecek bir performansa asla ulaşamam. Başka alanlarda olduğu gibi burada da öğrenme eğrisi hızla dikleşiyor ve bir noktada artık sâliselerle yarıştığınız için küçük bir pozlama ânı bile büyük bir kayba dönüşebiliyor. Hâl böyleyken yarışmalarda saniyede 10 civarında manevra yapan ve üstelik bunu mükemmel bir kesinlikle gerçekleştiren mafsalları açık bir hayret duygusuyla izliyorum ben de. Bu yazıyı yazdığım esnâda resmî olarak 5 saniye altında derece yapabilmiş sadece 67 kişi olduğunu düşünürseniz, artan zorluk daha iyi anlaşılacaktır. Zâten böyle bir beklentiniz varsa, henüz düşünmeye başlamadan küp döndürmeye başlamanızda fayda var! Şu ânda küplerin çoğunun single ve averaj rekorlarını elinde tutan otistik dostumuz Max Park’ın uyarısını dikkate almalısınız: “Don’t think, just solve.”
Ne yazık ki, şahsen hiçbir koşulda efkârı terk edemiyor oluşum bu bağlamda büyük bir kusur. Algoritma hâfızam fenâ sayılmasa da daha iyisi için başta CFOP (hızlı çözümler için açıkça en meşhur metot, onu bir dil gibi de düşünebilirsiniz) olmak üzere gelişmiş algoritmalar eşliğinde sürekli pratik yapmak ve bunları akıcı bir biçimde kas hafızasına dönüştürmek gerekiyor. Sadece algoritma hâfızası da değil mesele, küpün üzerindeki örüntüleri hızlı tanıyabilme beceriniz ne kadar iyiyse o kadar iyisinizdir. Aslında küp çözmede gelişmenin sonu görünmüyor, sürekli öğreneceğiniz küçük formüller, numaralar vs. bulabilirsiniz. Her şey yolunda giderse, bugünlerde 3x3 için 15-20 saniye yarışmalara katılmanız adına anlamlı bir eşik süre olarak görülebilir pekâlâ. Türkiye için bu süre çok daha yüksek olacaktır elbette. Gördüğüm kadarıyla memleket dâhilinde averaj derecesi 15 saniye altında olan 100 kişi bile yok, 10 saniye altında ise yalnızca 13 kişi var. Ayrıca yarışmalarda zaman limiti çok daha yüksek tutuluyor, dolayısıyla çömez olarak bile gidip öyle ya da böyle bir derece olsun yapılabilir. Derece demişken, hâlihâzırda 3x3 resmî dünya rekoru 3.47 saniye ve pek de iyi tanınmayan bir küp çözücüye, Yusheng Du'ya âit. Averaj rekor (AO5, peş peşe beş çözümün ortalaması) Max Park tarafından daha birkaç hafta önce tekrarlandı: 4.86 sn. Bunlar önceki on yıla kıyasla akıl almaz süreler ve bir obje olarak küplerin kemâle erme sürecinin açık bir sonucu.
Peki 3x3 bir küp daha ne kadar hızlı çözülebilir? WCA’in resmî bir organizasyonunda kaydedilmemiş ve 3.47 saniyenin altına inebilen süreler olduğunu biliyoruz. Youtube’da kayıtlı olarak bulunabilirler. Benim bildiğim kadarıyla en iyisi 2.68 saniye. Küpün yapısal bütünlüğü korunarak ve insanın fiziksel yapısı ile 2 saniye altına inilebilir mi kestirmek çok zor. Bilmiyoruz, ama robot mafsalların bizden çok daha iyi bir iş çıkardığı açık. M.I.T’de geliştirilmiş bir robotun rekoru 0.38 saniye, özetle her şey bir ânda olup bitiyor. Belki de daha şaşırtıcı olan gözler kapalı hâldeyken (blindfold) yapılan çözümlerdir. İlk olarak Steven Pochmann’ın geliştirdiği bir metotla gerçekleştirilen bu çözümler, daha sonra daha hızlı algoritmalar kullanılarak da yapılmaya başlandı. Şu ânda resmî rekor 14.51 saniye. Bu sürenin içinde küpün üzerindeki bulmacanın ezberlenmesi de gerekiyor. Özellikle Graham Siggins’in aynı minvalde 60 adet küpü 59 dakika 46 saniye içinde çözdüğü rekorunu görmenizi isterim, olağanüstü bir iş.
Sözün özüne gelirsek, akıllı küp demiştim, bu yazı ondan aldığım hazzın bir sonucu olarak yazıldı. Zamandan keyif almayı neredeyse hepten terk ettiğim şu günlerde, söz konusu küpü ne zaman elime alsam fazlasıyla eğlendiğimi görüyorum. Dolayısıyla küpü çevirmenin büyüsüne geri dönüyorum tekrar ve tekrar. Ernö Rubik çok haklıydı, rubik küp aynı zamanda duygusal bir obje. Katmanlar üç eksende karmaşık bir dansa katılırken renkler bir örgü gibi efsûnunu dokuyorlar ellerime. Sanırım rubik küp, akıllı olsun olmasın, söz konusu zaman geçirmek olunca insandan çok daha başarılı bir ürün! Star Trek’in The Next Generation serisini izleyenler, ana düşmanlardan birinin “Borg” adı verilen sibernetik bir tür olduğunu hatırlıyordur. Küp şeklinde ve galaksiye dehşet saçan bir uzay gemisi ile dolaşıp diğer canlıları asimile etmekle meşgul bir kolektiften bahsediyoruz (aramızda haklı olmalarından kuşkulananlar vardır). Onlarla karşılaştığımızda alın yazımız dile gelmiş gibi meşhur sloganlarını duyarız: “Resistance is futile”. Evet, rubik küp de biraz borg küpü gibi, kesinlikle karanlık bir obje değil, ama yine de sizi kolektifine dâhil ediveriyor. Elinizden bırakamıyorsunuz, direniş nâfile!

Bir bezm-i musîbet ü belâdur / Kim evveli gam sonı fenâdur

5 Ocak 2013 Cumartesi

Riyâh-ı Leyâl

Ey gizli kebuterlerin âheste sürûdu
     Ey mirvaha-i lâne-i mürgân
          Ey bâd-ı hırâmân
Âfâka inince gecenin sütre-i dûdu
     Başlarsın ufuktan seyelâna
          Bâlîn-i cihâna!
Ol dem ki olur, ey tarab-âmûz-ı hayâlât,
     Bir nây-ı zümürrüd gibi nâlân
          Destinde nihâlân...
Ol dem ki olur dest-i bilûrunda semâvât,
     Bir çeng-i dil-âvîz-i müzehheb
          Bir ûd-ı mükevkeb...
Ol dem getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,
     Ondan bana sen gizlice bir ses,
          Ey bâd-ı peyem-res,
Ol dem getir ondan bana sen gizlice bir ses;
     Ol dem götür ey bâd-ı şebângâh,
          Benden ona bir âh!...

Bir ninni ile rûh-ı leyâli uyutursun;
     Ervâha eder da'vet o ninni
          Bir hâb-ı muganni!
Bir hâb-ı muganni ile rûhu avutursun;
     Bir hâb-ı mugannide gönüller
          Rü'yâları dinler!
Ey bâd-ı muganni ki hadâıkda verirsin
     Her nağmeye, her saza muâdil
          Yapraklara bir dil...
Ey bâd-ı muattar ki semâdan getirirsin
     Her zühreye bir nâme-i hoş-bû,
          Bir bûse-i dil-cû...
Bir ses getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,
     Bir şeb getir ey bâd-ı peyem-res,
          Ondan bana bir ses!...
Ey bâd-ı peyem-res getir ondan bana bir ses,
     Yâhûd götür ey bâd-ı şebângâh
          Benden ona bir âh!...

Ey dağların en sâf ü tabiî nakarâtı,
     Tekrîr-i sürûdunla ağaçlar
          Cûlar gibi çağlar!
Dağlarda akan çeşmelerin hoş nagamâtı
     Eyler seni, ey bâd-ı tabîat,
          Dağdan dağa da'vet!
Ey zemzeme-fermâ-yı ser-âheng-i sahârî
     Her sûdan edersin dil ü câne
          İsâl-i terâne!
Senden alır elhânını ebhâr u mecârî;
     Her sahile bir neşe verirsin,
          Bir ses getirirsin...
Bir ses getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,
     Bir şeb getir ey bâd-ı peyem-res,
          Ondan bana bir ses!...
Ey bâd-ı peyem-res getir ondan bana bir ses;
     Yâhûd götür, ey bâd-ı şebângâh
          Benden ona bir âh!...

Mizmâr-ı serâdan gelen âsûde nevâlar,
     Cûlardaki sâzende hayalât,
          Dağlardaki esvât,
Ebhâr u sevâhildeki bîhûde sadâlar
     Vermez dil-i şeb-hîzime ârâm;
          Etmez beni hoşkâm!
Ben neyleyim elhân-ı yek-âheng-i cihânı?
     Ey lâne-i seyyâl-i mezâhir,
          Ey bâd-ı meşâcir,
Anlat bana bir dildeki âheng-i nihânı;
     Gönder bana bir zemzeme-i sâf,
          Bir nağme-i şeffâf...
Bir ses getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res,
     Bir şeb getir ey bâd-ı peyem-res,
          Ondan bana bir ses!...
Ey bâd-ı peyem-res getir ondan bana bir ses,
     Yâhûd götür ey bâd-ı şebângâh,
          Benden ona bir âh!...

- Cenap Şahabettin -

*****

Ölmek

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Titrek
Parıltılarla yanan mesâ-yı mezbaha-renk
Dağılırken suhûr-ı üryâna,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Kanlı bir gömlek
Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O dem ki refref-i hestîye samt olur ka'im
Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde
Sürüklenir sular âfâka şu'le hâlinde
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümide adem
Bir derin sesle "haydi" der uçurum,
O dem,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden
Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.

- Ahmet Haşim -

Bir garip şâir: Comte de Lautréamont

24 Kasım 2012 Cumartesi

“Kitaplıkları dolduran kâğıt yığınlarının alınlıklarına iyilik yontusu dikmek yetmez. Ey insanoğlu! İşte sen, şimdi çift ağızlı elmas kılıcımın karşısında, bir solucan gibi çırılçıplaksın.”

 - Les Chants de Maldoror (Maldoror’un Şarkıları) -

*****

Hâl-i hâzırda takvim 24 Kasım 2012’yi işâret ediyor. Bundan tam 142 sene evvel, Isidore-Lucien Ducasse adında biri, Paris’te bir otel odasında kendi canına kıymayı tercih etti.

"Yaşamı bir yara gibi karşıladım ve intiharın yarayı iyileştirmesini yasakladım. İsterim ki, sonsuzluğunun her ânında bu açık çatlağı görsün Yaratıcı. Ona verdiğim cezadır bu."

Böyle yazmıştı, Comte de Lautréamont adı altında, fakat vazgeçtiği gün, derman aradığı gün gelip çattığında daha 24 yaşındaydı ve o güne dek bir insan tarafından kaleme alınmaya cesâret edilmiş en karanlık ve kötücül metinlerden birinin de henüz adı sanı duyulmamış yazarıydı.

Bu vesile ile, Les Chants de Maldoror (Maldoror’un Şarkıları) başlığı taşıyan ve ancak ölümünden sonra yayımlanabilen bu şâirâne ve eşsiz çalışmaya  dâir Jeffrey Burton Russell’ın kısa bir değerlendirmesini ve bilâhere Cahit Koytak’ın bir şiirini kayda geçirmek isterim:

Dekadan hareketin gerçek anlamda İblisçi diyebileceğimiz tek üyesi Lautréamont adıyla eser veren Isidore Ducasse’tı (1846-1870). Tüm bahanelerimizi bir yana bırakıp, en yoğun ve şaşırtıcı yönleri içinde kötülükle yüzleşmemiz gerektiğini savunuyordu. Sade’ın izinden yürüyen Lautréamont, yaratıcı acımasızlığın dehanın ve içtenliğin bir işareti olduğuna inanıyordu; Baudelaire’in ikiyüzlülüğe yönelik nefret dolu saldırısını kendi ruhunun en tiksinti verici köşelerini keşfetmek üzere bir araç olarak kullandı. Les Chants de Maldoror [Maldoror’un Şarkısı] adlı bu karanlık başyapıtın anlatıcısı Maldoror, Sade, İblis ve bizzat Ducasse’ın bir birleşimidir; bitimsiz sapkın kıyımları zihninde kurgular ya da bunları işler.

Lautréamont’un gerçekten bir çılgın olup olmadığı açık değildir; zihninde beliren her edimi uygulamadığı ya da ciddi olarak bunları uygulamayı savunmadığı kesin. Yine de kendini bir İblisçi gibi gösteren ve ruhunda yatan gizli günahlarıyla alay eden bu ironik dandy, kendi düşlemlerinden büyük bir heyecan duymakta ve ironik kötülükle gerçek kötülük arasındaki uzaklık azalmakta ve incelmektedir. Maldoror parkta bir bankın üzerinde oturan bir kız çocuğu görür ve o an, bir domuzun çocuğun cinsel organlarını kemirdiğini ve vücudunun içini oyduğunu hayal eder. Genç çocuklara işkence ettiğini ve onların kanını ve gözyaşlarını içtiğini düşler. Bir bebeği öperken yanaklarını bir usturayla doğradığını düşlemler. Vampirizm, nekrofili, kutsalı kirletmek, hayvancılık, ensest, sadomazoşizm, kulamparalık, sakatlama, cinayet ve yamyamlık saplantıları arasındadır.

Maldoror’da ozan, insan ruhunun tüm ikiyüzlülüklerden özgür, gerçekçi bir portresini yapmayı amaçlamaktadır. "Maldoror kötü doğmuştu. Gerçeği kabul etti ve kendisinin bir kan dökücü olduğunu söyledi." Ancak insanın özünde iyi olduğunu savunan yumuşak başlı Aydınlanmacı-romantik görüşe tepki gösteren Lautréamont, savunulması olanaksız diğer uçta yer aldı. İnsanların iyi olduklarına duyulan inancın, kötülüğün nereden geldiği sorusunu ortaya çıkarmasına karşın, Lautréamont’un karanlık evreni de, iyiliğin varlığını açıklanamaz kılar. Öyle ki o, Maldoror’u kötü bir şaka, gerçeküstücülüğe ve dadaizme ulaşan yolu gösteren bir "poz" olarak tasarlamıştır. Maldoror’un aşırılıklarının dehşet verici olmalarının yanı sıra gülünç denecek ölçüde acayip oldukları da bir gerçektir; yine de yazar, bilinçli denetimin ötesindeki karanlık güçlere uzanan yolu kendisine açmış görünmektedir. Maldoror övünç içinde "dehasını kan dökücülüğün tadını betimlemek için kullandığını" söyleyerek başlar ve onu kurtarmak üzere gönderilen bir meleği öldürmekle kurtuluşu reddettiğini simgeleyerek bitirir. -
(Jeffrey Burton Russell - Mephistopheles, s. 314-316)

Isidore Lucien Ducasse
(1846-1870)

toplam yirmi dört yıl,
yedi ay, yirmi gün,
on bir saat yaşamış.
ve bir otel odasında
intihar etmiş.

bu ölme becerisi, muhtemelen,
kalıtımsal bir özellikmiş.
çünkü zavallı annesi de,
o daha yirmi iki aylıkken,
başarıyla kıymış kendi canına.

öldüğü gün yalnızca iki görgü tanığı
çıkabilmiş koskoca Fransa’da,
Isidore Lucien Ducasse
adını taşıyan birini
sağlığında gördüğünü söyleyen.

‘Maldoror’un Şarkıları’,
yahut ‘Aurore du Mal’,
yahut ‘Onaylanmış Bilginin
İntiharı’, diye anılmayı hak eden
şiirimsi metinler karalamış.

bu notlara bakılacak olursa,
aklı bir süs köpeği gibi
tasmasından tutup, bütün bir ömür,
ruhun kenar mahallerinde
sokak sokak gezdirmiş.

sonra bir gün köpeğini kaybetmiş;
o gün akşama kadar aramadığı sokak,
bakmadığı delik kalmamış,
akşam yorgun argın otele döndüğünde,
“bir de kafamın içine baksam, yahu!

bir de kafamın içine baksam,
bir de kafamın içine, yahu!” demiş
ve tutmuş şakağında
şiiri gibi akıl dışı, trajik
bir delik açıvermiş.

- Cahit Koytak -