Serimde derd-i dünyadan kalanlar...

6 Nisan 2011 Çarşamba

Evet, yeniden buradayız, ey meçhul okur. Bir önceki yazı, bir önceki yıla ait, dolayısıyla epey bir zaman geçti üzerinden. Kış geride kaldı artık, "bahar mevsimidir," demiş şair, "hemdem-i sabâ olalım". Keşke onun kadar neşeli olsam, "gül ile dost kohusuyle âşina olsam, diyeceğim, fakat ne yazık ki, lâle devrinde değiliz.

Her neyse, devran dönüyor ve dönerken de pek çok önemli havadis taşıyor heybesinde. Hiç şüphe yok ki, bu arada olup bitenler içinde en çok dikkat cezbedeni Arap toplumlarının başlarındaki utanmaz-arlanmaz belâları defetmeye dönük, hem beklenmedik hem de oldukça bulaşıcı bir enfeksiyon keyfiyeti gösteren çabaları olmalı. Doğrusu başlangıçta gördüklerimiz oldukça heyecan vericiydi, ama sonra "özgür dünyanın" uçaklarını Libya semalarında görmek heyecanımı kursağıma tıkma noktasına kadar getirdi. Umarım Kaddafi’siz olduğu kadar, diğer bilumum küresel çıkar gruplarının da açık oyun alanı olmayacak bir Libya görebiliriz bütün bu hengamenin sonunda. Her durumda, bu toplumsal hareketlerden beylik sonuçlar çıkarmak için erken bir zamandayız. Ayrıca bu bağlamda, yeni iletişim ve medya yapıları adına da söylenecek çok şey olacaktır.

Ve tabiî son bir ay içinde dünyanın ölçülebilmiş büyüklük skalasında kendine yükseklerden havadar ve manzaralı bir yer kapmış olan bir depreme de şahit oldu yeryüzü. Japonlar yerkürenin tektonik gazabına karşı koymakta başarılı olsalar bile bu gürültü patırtı ile uyanan okyanus tanrıları karşısında aynı başarıyı göstermekten ziyadesiyle uzak gözüktüler. Pasifik ufukları "ışıl ışıl" oldu bu sâyede; betalar ve gamalar, ama ne gam, vakti zamanında bir büyüğümüzün dediği gibi(belki de dememiştir, fakat tespit üzerine gayet güzel oturduğu için demiş kabul etmekte bir sakınca olmaz) "radyasyon kemiklere iyi gelir". Yeri gelmişken güzel memleketimin başbakanın bu konudaki yaklaşımına hayran olduğumu da ayrıca belirtmeliyim. Mevzu bahis karşılaştırmalı örnekler silsilesini dizerken espri yaptığına dair hiçbir belirti göstermiyordu ki, kanımca bu gerçek bir başarı örneğidir. Doğrusu ille de nükleer enerji olmasın diye kat'i bir düşüncem yok, ama bu işe hevesle kalkışacak olanların da yürüttükleri risk analizleri bu seviyede olmasın lütfen.

Dünyada bunlar ve takibe takat yetmeyecek daha pek çok şey gerçekleşti ve gerçekleşiyor elbette. Devindikçe deviniyor tüm yaşamlar; zîrâ devinmek direnmektir, diyordu biri, geçip gitmemek için devinir ve direniriz sürekli. Dahası yeniler eskilerden daha fazla devinmek zorundadır. Eşyayı hızlandırmanın gâyesi, üzerinde yaşayacak daha fazla artık zaman üretmekti güya, ama görülen o ki, planlar tutmadı ve yaşamak için eşyanın temposuna ayak uydurmak zorunda kaldık. Şimdi geride kalmamak, yitip gitmemek için biteviye koşturuyoruz. Lâkin anlam hareketin kayıp parçasına dönüşüyor ve kaçınılmaz olarak geçip gidiyoruz işte. Toz toza, kül küle dönüyor nihâyet. Yaşamın iktidarından tattığımız hayli kısa, hayli yanıltıcı bir ândan başka nedir ki?

Ölüm büyüktür
Ve biz onunuz
Gülümsemelerle dudaklarımızda
Yaşamın tam ortasında
Sanırken kendimizi
Ölüm hıçkırır birden içimizde
Ta içimizde


Böyle özetliyor Rainer Maria Rilke hâlimizi. Ölüm o kadar mutlak bir şekilde durur ki önümüzde, sadece ölüm için yaşıyoruz gibi gözükür bazen. Bütün bu serencam onun içindir. Dahası sonlara bakmak, yaşam denilen o sürece bakmak kadar, hattâ belki daha da ilginç ve anlamlı olabilir bizim için. En azından benim için bu biraz böyle olmalı. Adına ölüm kazınmış kitaplar toplamaya devam etmemin bir anlamı olmalı yani.



Bu arada Yüzüklerin Efendisi’ni de bir kez daha okudum. En son bütünlüklü okumamın üzerinden 5-6 yıl kadar geçmiş olmalı. Fi tarihindeki ilk okumam açık bir şoktu benim için ve dahası edebiyatla olan ilişkimi de ivmelendiren bir deneyime dönüşmüştü. Bugün geçen yılların biriktirdiği bilgi ve tecrübe eşliğinde hâlâ aynı edebî kıymeti biçer miyim diye merak ederek bir kez daha ağır ağır okudum ve daha da yoğunlaşan duyguların ötesinde geriye giden pek bir şey bulamadım bu anlamda. Kaldı ki, bin küsur sayfayı okuduktan sonra, baştan başlamamak için kendimi güç bela dizginlemek zorunda kalmam da cabası oldu.

Şurası açık; yeryüzünde beni daha fazla heyecanlandıran başka bir fantastik metin bulabilmiş değilim henüz. Bir öykünün içinde olma isteğini bu denli yoğun hissettiğim hiçbir ikincil gerçeklik yok. İlk okuduğum günden beri, kalbimin bir yanı hep Arda’ya emanet gibi, orada yürür gibiyim sık sık, o denli sahici bir yer benim için. Bu yüzden Fangorn Beleriand’ın sular altında yitip gitmiş o kadim ormanlarına ağıt yakarken ne hissettiğimi şuracıkta üç-beş kelime ile ifade etmem mümkün değil. Yahut Galadriel Eldamar’a dair şarkısını söylerken solup giden Lorien benim için bir kitabın sayfasındaki güzel ve hayalî bir yer olmanın çok ötesinde bir gerçeklik ifade ediyor.

Düşsel mekânlar ve zamanlarla ilgili epeyce kitap karıştırdım sanırım bugüne kadar(yıllarımı yediler açıkçası) ve Tolkien’in haleflerinden farklı bir edebî düzeyde, farklı bir motivasyon ve ilham eşliğinde yazmış olduğu apaçık görünüyor bana. Bir daha kolay kolay tekrarlanamayacak bir derinlik ve yoğunluk var metinde. Elbette çok sevdiğim ve toz kondurmayacağım başka metinler de var bu bağlamda. Bunlardan belki en başat olanı Mervyn Peake’in Gormenghast’ıdır, ki nev’i şahsına münhasır bir metin, pek çok anlamda hayran olunası bir yazın örneğidir. Fakat yine de Tolkien’in mürekkebi gönlümde hiçbirinin gidemediği derinlere sızmayı başarıyor. Tolkien dünya hâllerinin ötesinde bir öykü kaleme almış. İki ayrı dünyada iki ayrı hayat yaşamış biri gibi...



Son zamanlarda yayımlanmış birkaç kitaba da kısaca dikkat çekmek istiyorum. İlki Edward Bellamy’nin Looking Backward, 2000-1887 başlıklı ütopyası olacak. Roman Say Yayınları aracılığı ile Geçmişe Bakış adı altında ilk kez Türkiye’de basılıyor olsa da ütopya ile ilgilenenlerin âşina olduğu metinlerden biridir. İlk olarak 1888’de ABD’de arzı-endam eden kitap, 1887 yılında tuhaf bir hipnoz yöntemiyle uyutulan ve talihin cilvesine bakın ki, 113 yıl mışıl mışıl uyuduktan sonra, 2000 yılında sağ salim uyanan Boston’lu bir burjuvanın maceralarını anlatıyor.

Geçmişe Bakış’ın döneminin en çok satan ve ses getiren kitaplarından biri olduğunu biliyoruz. Hattâ aralarında John Dewey’in de bulunduğu üç ayrı entelektüel 1935’de son elli yılın en etkili kitaplarının bir listesini çıkartmış ve üçü de Bellamy’nin kitabını ikinci sıraya koymuşlar. Üstelik ilk sırada üçünde de Das Kapital varmış.

Peki, nedir Geçmişe Bakış’ı bu kadar önemli kılan? Thomas More’dan bu yana kaleme alınan bütün kayda değer ütopyaların sosyalist olduğu iddia edilmiştir. Bu gevşek önerme aradaki önemli nüansları yeterince gözetmiyor olabilir, ama Bellamy’nin Geçmişe Bakış’da yapmaya çalıştığı şey -kendisi buna sosyalist demeyi göze almasa da- en azından budur; modern bir sosyalist ütopya tasarlamak. Yazarımız bu bağlamda kitaba epey etkili bir giriş yapıyor ve bu girizgâhta 19. yüzyılın kapitalist manzarası çarpıcı bir şekilde şöyle betimleniyor:

Okurlara bir fikir vermenin en iyi yolu, o günkü toplumu, önüne atlar yerine büyük insan kitlelerinin koşulu olduğu, inişli çıkışlı kumluk bir arazide ilerlemeye çalışan büyük bir arabaya benzetmek olabilir. Bu arabanın sürücüsü açlıktı. Araba kaçınılmaz olarak çok yavaş ilerliyordu, yine de açlık bir anlık gevşemeye bile izin vermiyordu. Arabayı böylesine kötü bir yolda çekmenin zorlukları bir yana, üstü de yolcularla doluydu. Üstelik bu yolcular, yolun en sarp yokuşlarında bile arabadan inmezlerdi. Arabanın içindeki oturma yerleri çok havadar ve rahattı. Burada oturanlar, yolun tozundan ırak, manzaraya bakıp eğlenebilirler ya da arabayı çekmeye çalışan takımın erdemlerini eleştirip tartışırlardı. Herkesin yaşamdaki ilk amacı, bu oturma yerlerinden birini ele geçirmek ve kendinden sonra da çocuğuna bırakmak olduğundan, doğal olarak bu yerler için büyük bir talep ve yarış vardı.

Yaşadığı yüzyıla böylesi ince bir eleştirel bakış atan Bellamy’nin alt-üst olmuş gerçekliğinin 2000 yılında sosyalizme dair parametreler bilindik: Serbest piyasa ekonomisi yok, güçlü bir bürokratik devlet aygıtı(bir anlamda meritokrasi) ve merkezî bir iktisadî sistem var ve doğal olarak üretim üzerindeki mülkiyet düzeni kırılmış durumda, artık para yerine kredi kullanıyor ve bunun miktarı da herkes için eşit düzenlenmiş vs. Fakat öte yandan Bellamy bu manzarayı militer ve ulusalcı bir dil üzerinden resmediyor bize. Onun sosyalizminin işlevsel modeli ordu. Özellikle bu tercih, kitabı 20. yüzyılın Nasyonal Sosyalizm ve Sovyetler tecrübesinden sonra daha da ilginç ve tartışmalı bir bağlama yerleştirmiştir. Nitekim bugün bu tarihin ışığında Geçmişe Bakış’ı okuyan biri, onu bir ütopya gibi değil de bir distopya gibi kavrayabilir rahatlıkla.

Bugün ütopyadan distopyaya uzanan bu tür olumsuz okumalar Bellamy’nin bazı çağdaşları tarafından da öncelenmiştir. Örneğin Britanyalı sosyalist/anarşist düşünür ve sanatçı William Morris, kitabın yayımlandığı dönemde metni ciddi şekilde eleştirenlerin başında gelir. Haklı olarak, her ne kadar adına resmen sosyalizm denmiyor olsa da, hemen herkesin bir sosyalizm örneği olarak okuduğu bu kitabı aşırı mekanik ve ruhsuz bir dünyanın resmini çizmekle itham eder. Bellamy’nin dünyasında devlet işveren vatandaşlar da işçi haline gelmişlerdir. Yazarın tanımlamasıyla, "sanayi ordusu"nun bir dişlisine dönüşmüşlerdir âdeta. Öte yandan ne işin vasfında ne de buna yönelik protestan motivasyonda kayda değer bir gelişme vardır. Bu yeni dünyada da iş zordur, ona ister istemez katlanırsınız ve belli bir sürenin sonunda da Morris’in ifadesiyle "terhis edilirsiniz." Üstelik insanların işleri dışındaki hayatları da monoton bir döngü izlenimi uyandırır okurda.

Bu ve benzeri sorunlara rağmen kitabın çok rağbet görmesi Morris’i açıkça rahatsız etmiş ve sonuçta onu alternatif bir sosyalizm örneği olan News From Nowhere’i(Hiçbir Yerden Haberler) yazmaya kadar götürmüştür. Northrop Frye’ın dikkat çektiği gibi, bu bağlamda Morris’in temel meselesi "işçi nedir?" sorusu değil, "iş nedir?" sorusu olmuştur. Morris, Bellamy’iyi ve onun gibi düşünenleri kolaycılıkla itham ediyordu ve "bireylerin hayat işini devlet denilen soyut bir kavramın omuzlarına atamayacakları, birbiriyle bilinçli bir birlik halinde bununla ilgilenmeleri gerektiğini," düşünüyordu. Her neyse, Morris başka bir yazının konusu olabilir ancak.

Ütopyalar ne yazık ki genelde iyi edebiyat örnekleri sayılmazlar. Yaygın olarak bu tür metinler monoton ve didaktik anlatılardır. Esasen çoğu zaman karşı-ütopyalar edebî açıdan çok daha yeğlenir örnekler olmuştur. Bellamy’nin metni de -her ne kadar etkileyici bir edebî girizgâh yapıyor olsa da- aslında soğuk bir metin. Fakat ütopyaların edebî kriterleri aşan bir bağlamı olduğunu da kayda geçirmemiz lâzım. Geçmişe Bakış ütopik tasarılar ve ütopya tarihi için kritik bir konumda duruyor ve hem ütopya hem de sosyalizm üzerine düşünenler için önemli bir metin olma keyfiyetini hâlâ sürdürüyor.



Diğer bir metnimiz de Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Savaş Oyunları A.Ş. Roger Stahl ait bu çalışmada ABD savaş endüstrisinin kollarının nerelere ve nasıl uzandığı incelenmiş. Televizyondan sinemaya, konvansiyonel oyuncaklardan ve eğlence sektöründen video oyunlarına kadar pek çok alanda epeyce ilginç bilgi ve tespit barındırıyor metin. Yazar bütün bu girift ilişkileri kitabın orijinal başlığı olarak seçtiği melez bir sözcükle ifade ediyor: Militainment

Özellikle video oyunları konusunda dikkat çektiği meseleler bu bloğun okurları için çok kayda değer olacaktır. Daha önce bu sayfalarda Ed Halter’ın From Sun Tzu to Xbox: War and Video Games adlı kitabına dikkat çekmiştim. Bu kitapla o kitap tamamlayıcı metinler olarak görülebilir ve video oyunları ile ilgilenen kitlenin muhakkak bunları okuması gerektiğini düşünüyorum. Bugünlerde piyasaya sürülen Medal of Honor, Call of Duty gibi çok rağbet görev savaş oyunları ve genel olarak da oyunlardaki militer bağlamlara dair haklı olarak düşünmemizi sağlayacaklardır. Kitaptan, video oyunları sektörüne ve tüketicilerine dönük kritik olduğunu düşündüğüm şu satırları aktararak bitirmeliyim:

Video oyunlarının "nasıl" öldürüleceğini gösterirken, "niçin" öldürüldüğü konusunda aktardıkları bir şey var mıdır? Savaş oyunlarının realiti TV tarzı savaş haberleriyle giderek benzeşmesi dikkate alındığında, bu, özellikle yanıtlanması gereken bir sorudur.



Aslında bahsetmem gereken pek çok kitap vardı. Özellikle Helmutt Ritter'in Türkiye'de verdiği edebiyat tarihi ders notlarının derlenmiş hâli olan "Doğu Mitolojisinin Edebiyata Etkisi" adlı metin ve sicim kuramı üzerine çalışan Brian Greene'in "The Fabric of the Cosmos" adlı kitabı hakkında da birkaç kelâm etmek niyetindeydim, ama bu yazı düşündüğümden de uzun oldu şimdiden. Belki başka bir yazıya artık.

Son olarak bu sene önceki yılın sinema filmleri ile ilgili genel bir değerlendirme metni yazmakta geciktiğim için, burada sadece 2010’un en iyileri olduğunu düşündüğüm filmlerin bir listesinin kaydını düşmekle yetineceğim. Sıralama rastgele yapılmıştır.

1- Püha Tõnu kiusamine - Veiko Õunpuu
2- White Material - Claire Denis
3- Winter’s Bone - Debra Granik
4- Loong Boonmee raleuk chat - Apichatpong Weerasethakul
5- Another Year - Mike Leigh
6- Black Swan – Darren Aranofsky
7- Red Riding Trilogy (1974, 1980, 1983) - Julian Jarrold / James Marsh / Anand Tucker
8- Kynodontos - Giorgos Lanthimos
9- Inside Job - Charles Ferguson
10- Exit Through the Gift Shop - Banksy

Türkiye kökenli olan filmler:

1- Bal - Semih Kaplanoğlu
2- Kosmos - Reha Erdem
3- Çoğunluk - Seren Yüce

Namárië...